KÜRD MESELESİ PROJESİ
Osmanlı coğrafyasında Kürdistan tabir edilen bölgede dünyaya gelen Bediüzzaman Hazretlerinin Osmanlı payitahtına gelmesinin bir sebebi de, o havalinin maddi manevi kalkınması içindi. Oralara nazar-ı dikkati çekebilmek için ünvanını “Kürdî” olarak ilan etmişti. 1908’in başında İstanbul’da Sultan Abdülhamid’e müracaat etti. Doğunun ve orada çoklukla yaşayan kürdlerin ihtiyaçlarını dile getirdi.
Sultan Reşad dahil bütün hükümet ricaline mektuplar yazdı. Sadece onları haberdar etmekle kalmayıp bilfiil teşebbüs etti, tahsisat çıkarttı. Gitti Van Gölü kenarında İslam Üniversitesinin temelini attı. Ne çare ki, harbler, inkilaplar o muhteşem maarif-i İslamiye ve fenniyenin maddi tahakkukuna müsaade etmedi.
Fakat bunları gerçekleştirmeyi hiçbir zaman ve zeminde merkezi hükümetten ayrı yerde ve zeminde düşünmedi. Merkezi hükümette bir problem varsa, sadece kürtlere yönelik bir mesele değil, bu herkesin meselesidir diye düşündü.
İşte Bediüzzaman Hazretleri ünvanını Kürdî olarak kullandığı 1908 den 1923’e kadar doğunun terakkisi, hususan maarifi için çok gayret etmiştir.
Vakta ki devir değişti, devran değişti manevi musibetler sadece doğuyu değil bütün memleketi kapladı. Bediüzzaman Hazretleri de asrın manevi vazifedarı olarak “Kürdî” ünvanını bıraktı. Artık o bir “Bediüzzaman Said Nursî” unvanıyla neşriyat yapmaktadır ve bütün ümmetin imdadına yetişen müceddid-i dindir. Türk’ün, Kürd’ün, Arab’ın elhasıl bütün müslümanların dertlerinin dermanıdır.
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eski eserleri, yani Osmanlı devrinde yayınlanan eserleri olsun, daha sonra Risale-i Nur Külliyatı ismiyle yayınlanan eserlerinde olsun Kürdlerin istikbaldeki halleriyle alakalı araştırmalarımızla meseleyi ortaya koyuyoruz ki, hakikat-ı hal anlaşılsın..
İşte Hazreti Üstad’ın Doğu’da gördüğü problem ve gösterdiği çareler:
1- HÜKÜMET TARAFINDAN MAHALLİ EĞİTİM LÜZUMU
Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a ilk geldiğinde 1908’in başlarında Sultan Abdülhamid’e iletilmek üzere mabeyne verdiği, “Kürd’ler Neye Muhtaçtır?” başlıklı yazıda hükümetten isteklerini sıralar. Endişelerini beyan eder. Hatta “medar-ı maişetleri hükûmet-i senîyece tesvîd edilmek üzere” diyerek eğitim meselesine hükümetin el atmasını ister. Neticede ora ahalisinin büyük desteğinin “kuvve-i cesimeyi hükûmetin eline vermekle” ifadesiyle ortak büyük güce dikkat çeker. Bu makalede beraberlik var.. (Bkz. Asar-ı Bediiyye Makale-1)
Sonra 31 Mart 1909 hadisesi için mahkeme edildiği zaman der ki:
“Bir buçuk senedir burada Kürdistanda neşr-i maarif için çalışıyorum. Ekser İstanbul bunu bilir.”
2- ASKERİ TEDBİRLERE OLAN İHTİYAÇ
II.Meşrutiyetten sonra “Şûra-yı Ümmet Gazetesi” yayınlanan “Hamidiye Alaylarına Dair Beyan-ı Hakikat” adlı makalesinde de askeri düzenlemelere dikkat çeker. “Hem de o maden-i hamiyet ve mazhar-ı şecâat olan hayat-ı Kürdîyi tesis eden, ittihadın temeli ve büyük rabıtası “Hamidiye Alayları”dır” diyerek merkezi hükümetin oralarda düzeni sağlamak hususunda gösterdiği maddi gayreti nazara verir. (Bkz. Asar-ı Bediiyye Makale-2)
3- İTTİHAD-I İSLAM FİKRİNE DAVET
İslam birliğinin kurucusu sayılan Yavuz Sultan Selim, kısa sürede birlik ve beraberliği sağlıyarak İslam milletlerini bir çatı altına toplamıştır. Yavuz Sultan’ın İslam milletleriyle birliği sağlamasında Kürtlerin dini önderi İdris-i Bitlisi Hazretlerinin müsbet rolü büyüktür. Bu zamanda da yine aynı manada Bediüzzaman Hazretlerinin müsbet hizmetleri Kürtleri İslam birliğine dahil edecektir. İnşaallah..
Üstad Bediüzzaman Hazretleri der ki:
“Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâmdaki fikrini kabul ettim. Zîrâ o Kürd’leri ikaz etti. Onlar da ona biat ettiler. Şimdiki Kürd’ler, o zamandaki Kürd’lerdir.
Bu mes’elede seleflerim, Şeyh Cemaleddin-i Efganî, allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abdüh, müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin Efendilerle Namık Kemâl Bey ve Sultan Selim’dir.” (Asar-ı Bediiyye sh: 411)
İslam milletlerini geniş bir birlik etrafında toplayan Yavuz Sultan Selim Han’a Kürdlerin bağlandığına dikkat çeker ve aynı gaye etrafında birleşme ile yine bu birliğin tahakkuk edebileceğini hatırlatır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri Kürd kavminin geçmiş asırlardaki kahramanlıklarını sayar ve teşvik makamında “arslan Kürdler” der. Ve sonunda Kürd gibi büyük bir kitlenin, Osmanlının temsil ettiği İslam güneşi etrafından kopmamalarını ve tabi olmalarını ve dengeyi sağlamalarını ister.
1911 yılında neşredilen bu meşhur ve muhteşem müdafaa ve bu vesile ile dile getirilen tarihi hakikatler, İslam kavmi olan Kürdlerin ve Osmanlı Devlet-i İslamiyesinin rehber reçetelerinden bir demettir.
“Şu eserlerden herbirisi Kürd olduğu gibi; aynı halde Türk, aynı vakitte Arabdır.
Güya herbir eser Arab abâsını iktisa’ ve Türk pantolonu giymiş külâhlı bir Kürddür. Böyle acîbü’ş-şekil bir te’lif, te’lif kanununa muhalefetle muaheze olunmamak gerektir…”
Üstadın eserlerinde üç mühim milletin beraberliğini çok nükteli bir şekilde nazara verildiğini görüyoruz.
Yine aynı manada der: “Ben Kürdçe düşünürüm, Türkçe ve Arabça yazıyorum.”
4- EĞİTİM DİLİNİN HANGİ LİSAN OLACAĞI
Doğuda kurulacak üniversitede din ilimleriyle fen ilimlerinin mutlaka beraber okutulması gerektiği ve eğitim dilinin de Türkçe, Arapça ve Kürdçe olması luzümunu bildirir ve der ki:
“Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc.. ve lisan-ı Arabî vâcib, Kürdî caiz, Türkî lâzım kılmak.” (Asar-ı Bediiyye 287-357)
5- ARAPLARDAN DA DESTEK ALMAK GEREKİR
Kürtlerle birlik ve beraberliğin sağlanmasında Arapların da çok büyük rolü olacağını bildirir. Meşhur Şam Hutbesinde verdiği muhteşem nutukta da meseleyi şöyle ifade eder:
“Kürd gibi küçük taifelerin menfaatı ve saadet-i dünyeviyeleri ve uhreviyeleri, sizin gibi büyük ve muazzam taife olan Arab ve Türk gibi hâkim üstadlarla bağlıdır. Sizin tenbelliğiniz ve füturunuz ile biz bîçare küçük kardeşleriniz olan İslâm taifeleri zarar görüyoruz. Hususan ey muazzam ve büyük ve tam intibaha gelmiş veya gelecek olan Arablar! En evvel bu sözler ile sizinle konuşuyorum. Çünki bizim ve bütün İslâm taifelerinin üstadlarımız ve imamlarımız ve İslâmiyet’in mücahidleri sizlerdiniz. Sonra muazzam Türk Milleti o kudsî vazifenize tam yardım ettiler.” (Asar-ı Bediiyye sh: 378)
BAŞBAKAN’A TAVSİYELER
A-İSLAM BİRLİĞİ TEŞEKKÜL EDİLMELİ
1950 den sonra dine ve dindarlara müsadekar Demokrat hükümet zamanında daha genel bir yaklaşım göstererek, devlete hakim olan zihniyetin ırkçılık yapmamasını ve bütün müslüman alemini kucaklamalarını vefatına kadar tavsiye etmiş ve menfi milliyetçiliğin zararlarını anlatmıştır.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri menfi milliyetçiliğin İslâm tarihindeki zararlarını Devletin en üst makamı olan Cumhurbaşkanı ve Başbakan’a anlatır ve çarelerini de gösterir. Şöyle ki:
“Reis-i Cumhura ve Başvekile,
Saniyen: Irkçılık fikri, Emevîler zamanında (Mi. 661-750) büyük bir tehlike verdiği ve hürriyetin başında (Mi. 1908) “Kulüpler” suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i umumîde (Mi. 1914-1918) yine ırkçılığın istimali ile mübarek kardeş Arabların mücahid Türklere karşı zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler, yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeğe çalıştıklarına emareler görünüyor.
Halbuki menfî hareketle başkasının zararıyla beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtrîsi olduğu halde; evvelâ başta Türk milleti dünyanın her tarafında müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezcolmuş, kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hattâ Müslüman olmayan kısmı, Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Arablarda da Arablık ve Arab milliyeti İslâmiyetle mezcolmuş ve olmak lâzımdır. Hakikî milliyetleri İslâmiyettir. O kâfidir. Irkçılık, bütün bütün bir tehlike-i azîmdir.
Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, (24 Ocak 1955 Bağdat Paktı) inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sâir Dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.» (Em: 222)
B- RİSALE-İ NURLAR RESMEN TAB EDİLMELİ
Kürt’ler ve diğer İslam milletleriyle beraberliği temin edecek vasıtalar vardır. Bu vesilelerle birlik ve beraberlik sağlanır ki, işte onlar en mühimlerinden bir de budur:
«Birinci vesilesi:
Risale-i Nur’dur ki, uhuvvet-i imaniyenin inkişafına kuvvet-i iman ile hizmet ettiğine kat’î delil, emsalsiz bir mazlumiyet ve âcizlik hâletinde telif edilmesi ve şimdi âlem-i İslâmın ekseri yerlerinde ve Avrupa ve Amerika’ya da tesirini göstermesi ve ihtilâlcilere ve dinsiz felsefeye ve otuz seneden beri dehşetli bir surette Maddiyun ve Tabiiyun gibi Dinsizlik fikrine karşı galebe çalması ve hiçbir mahkeme ve ehl-i vukuf dahi onları cerh edememesidir. İnşaallah bir zaman da, sizin gibi uhuvvet-i İslâmiyenin anahtarını bulan zatlar, bu mucize‑i Kur’âniyenin cilvesini âlem-i İslâma işittireceksiniz.
İkinci vesilesi:
Altmış beş sene evvel Câmiü’l-Ezhere gitmek istiyordum. Âlem-i İslâmın Medresesidir diye, ben de o mübarek Medresede bir ders almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki:
Câmiü’l-Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir Darülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır. Tâ ki İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan, Kürdistan’daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin.
Hakikî, müsbet ve kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile اِنَّمَا اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ Kur’ân’ın bir kanun-u esasîsinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe fünunu ile ulûm-u diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti, İslâmiyet hakaikiyle tam musalâha etsin. Ve Anadolu’daki ehl-i mektep ve ehl-i medrese birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye, vilâyât-ı şarkiyenin merkezinde hem Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan’ın ortasında, Medresetü’z-Zehra mânâsında, Câmiü’l-Ezher üslûbunda bir Darülfünun, hem Mektep, hem Medrese olarak bir üniversite için, tam elli beş senedir Risale-i Nur’un hakaikine çalıştığım gibi ona da çalışmışım. Said Nursî» (Em: 222)
“Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neşretmeleri lâzımdır.” (Mektubat sh: 482)
Menfî milliyetçiliğin bu ülkeye zarar vermesini önlemek için en evvel Dini hayatın yaşandığı bir Türkiye görünmelidir. Bu meselede en mühim Din hizmeti, dinî neşriyat ve İslâm Kardeşliğini temine vesile olarak Risale-i Nur bulunmaktadır.
Said Nursi Hazretleri bu hakikati eserlerinde tekraren anlatır. Bu eserler bütün dünyaca hususan İslâm dünyasınca takdirle tanınmaktadır. Irkçılığın zararlarını bertaraf etmede Said Nursi Hazretlerinin çare olarak gösterdiği ikinci vesile de, İslâm Dünyasının ortası olan Doğuda, bütün İslâm milletlerine hitap eden, tedrisat programını kendisinin çizdiği bir üniversite kurulmasıdır.
C-DIŞ MÜDAHELE TEHLİKESİNE ÇARELER
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, memleketimizde Milliyetçiliği veya Dindarlığı esas alan Siyasîlerin dikkat etmeleri gereken hususları dört Siyasî Görüşü tahlil ettiği bir mektubunda şöyle der:
«Milletçilere gelince:
Eğer bu parti, ırkçılık ve Türkçülük fikri esas ise, birden hakikî Türk olmayan bu vatandaki ekseriyetin ancak onda üçü Türktür, kalan kısmı da başka milletlerle karışmıştır. O zaman, Hürriyetin başında olduğu gibi, bu asil ve mâsum Türk milleti aleyhine bir milliyetçilik tarafgirliği meydana gelecek. O vakit hakikî Türkleri, Ecnebîler boyunduruğu altına girmeye mecbur edecek. Veya Türkleşmiş sair unsurdan olan ve bu vatanda mevcut ırkçılık ve unsurculuk damarıyla bir Ecnebîye istinad ile masum Türk milletini tahakkümleri altına alacaklar. Bu durum ise, dehşetli, tehlikeli olduğundan, Kur’ân ve Vatan ve Millet hesabına, dindar ve dine hürmetkâr Demokrat Partinin iktidarda kalmasını temin etmeleri için ders veriyorum.» (Em:207)
Bu memleketin Milliyetçileri veya Dindarları ayrı ayrı Parti olsalar bile, “Ahrar” denilen Demokratlar’dan, dine dost olan kısmının iktidarda kalmaları için onlara yardım etmeleri ve Demokratların muhalifleriyle işbirliği yapmamaları ve onların aleyhlerinde bulunmamaları gerekmektedir.
Zikredilen bu şartlara riayet edilmemesi halinde diğer farklı Müslüman milletlerden olan vatandaşların dostluğunu kaybetmenin yanında, Said Nursi Hazretlerinin “asil ve masum” dediği Türk milletinin yabancıların boyunduruğu altına girmesine sebebiyet verebilir.
SONUÇ
Bin yıldır bu vatanda beraberce yaşadığmız farklı kavimler ve milletlerin ortak değerimiz İslam milliyetidir. Ancak onun etrafında birliğimizi beraberliğimizi sağlarız. Bunun dışındaki şahıslar ve beşeri düşünceler ortak değer olamaz. Olsa olsa bölünmeye veya dış müdahelelere sebebiyet verebilir. Ve Kürdleri de sol görüşlü İslamiyetten alakasını kesmiş kuruluşlar ve şahıslar temsil edemez.
Elhasıl: İslamiyet ortak değerimizdir. Onun etrafında birlik sağlanır.
Son sözümüzü Bediüzzaman Hazretlerinin veciz ifadeleriyle tamamlarız. Şöyle ki:
“Milliyetimiz bir vücuddur. Ruhu İslâmiyyet, aklı Kur’an ve imandır.” (Mün.53)
“Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir.” (H.Ş.59)
“Ebedî ve daimî olan İslâmiyet milliyeti; muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz. Ve aşılamak olsa da; İslâm milletini ifsad ettiği gibi, unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibka edemez.” (M.439)
İttihad İlmi Araştırma Heyeti