YEDİ KAT GÖK HAKKINDA
“… Akıllı, çalışkan bir kızdı. Türbanlıydı. O sıralarda üniversitede kız öğrencilerin türban takması yasak değildi.
Yalnız sınıfın değil, okulun da en iyi öğrencilerinden birisiydi.
Bir gün erkek arkadaşıyla birlikte odama geldi, bana Said Nursi propagandası yapmaya başladılar. Nursi’nin ne kadar çağdaş yaşama ilişkin yerinde gözlemleri olduğunu, onu okuyanın hidayete ereceğini filan anlatmaya başladılar. Köy delikanlısına telkinde bulunan hevesli misyonerlere benziyorlardı.
“Bakın çocuklar” dedim, “Said Nursi’nin bütün yazılarını okumadım. Seneler önce bir risalesini (kitapçığını) okumuştum. Hiç beğenmedim. Daha başka kitaplarını okumanın zaman kaybı olacağını düşündüm.”
“Nesini beğenmediniz?” diye sorguladılar.
“Tutarlı ve sistematik değildi. Eski usul meseller anlatıp ondan kendi keyfince sonuçlar çıkaran, ‘yedi kat gök’ gibi bilimsel açıdan hiçbir anlam taşımayan sözler eden bir kişi. Doğrusu onda yararlanacağım bir şey bulamadım.”
Bunları işitince gençler birbirlerine anlamlı anlamlı baktılar. ‘Hah işte, hastalığı tanımladık’ der gibilerden. Benim kendilerini işitmeme aldırmadan, hatta tam tersine muhtemelen işitmemi isteyerek, ‘Yazık ki kansere yakalanmış’ dercesine, ‘pozitivist’ dediler küfreder gibi. ‘Modernist, bilimselci.’
Beni böyle damgalayıp sınıflandırarak sorunu çözmüş olmanın verdiği rahatlık ve huzur duygusuyla odamdan ayrıldılar…” (Türker ALKAN 29/10/2008 Radikal Gazetesi)
Said Nursi Hazretlerinin eserlerinin kendisine hiçbir yararı olmayacağını düşünen Türker Alkan’ın yazısını okuyunca aklımıza 55 sene evvel İstanbul Üniversitesinde geçen bir olay geldi. 1952-53 yıllarında geçen olay ve verilen cevap şöyledir:
SEB’A SEMAVAT MESELESİ
“1952-53 yıllarında Seb’a semavat hakkında bir konferans hadisesi ve buna karşı Hazret‑i Üstâd’ın cevabı ve Nur Talebelerinin faaliyetiyle, konferansçı ecnebi müsteşrik’in koyup kaçması hikâyesi şöyledir:
İngiliz asıllı ecnebî bir müsteşrik İstanbul’a gelerek, bir konferans vereceğini, bu konferansı da Kur’ânın Seb’a Semavat hükmüne karşı olacağını ve yedi gün üst üste aynı mevzuu işleyeceğini ilân, etmiş.. Bir gün sonra da İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde konferansına başlamış, birinci gününde ilk konuştuğu şey, Kur’ân’da “Seb’a Semavat” yani yedi tabaka göklerin hakikatını inkâr etmeye yeltenmişti. Bu konferansı dinliyenler arasında bulunan Nur talebesi Üniversiteli gençler, hadiseyi gelip Üstâd Bediüzzaman’a da bildirmişlerdi. Hazret‑i Üstâd hemen harekete geçmiş ve 1915 yılında Birinci Cihan Harbi esnasında te’lif etmiş olduğu İşarat‑ül İ’caz tefsirinde ve 1928‑1930’larda Barla’da kaleme almış olduğu Risale‑i Nur silsilesinden Lem’alar bölümünün 12. Lem’asının ikinci mes’elesinde; Kur’ânın mevzu‑u bahis ayetini, ilim ve fennin ve dinin en son noktalarına tatbik ederek tefsir etmiş olduğundan, bu iki eserindeki tefsirlerin yan yana getirilmiş şeklinden ibaret olan 12. Lem’adaki kısmı daktilo ettirerek. Nurcu genç talebeleri vasıtasıyla konferansın ikinci gününde henüz konferans başlamadan önce, dinleyiciler arasında dağıttırmıştır. Yabancı müsteşrik profesör, salona girdiğinde kendisine de bu yazıdan verilmiş veya dinletilmiştir.
Konferansçı ecnebî müsteşrik sormuş: “Bunu yazan kimdir?”
Gençler: Bunu yazan Bediüzzaman Said‑i Nursi’dir demişlerdir.
Bunun üzerine yedi gün üst üste devam ettireceğini ilân etmiş olduğu konferansını, o günü çok kısa ve heyecan içinde acele bitirivermiş, kalan beş günlük bölümünü devam ettiremeden Türkiye’den ayrılmış, gitmiştir…” (Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Mufassal Tarihçe-i Hayatı, Abdülkadir Badıllı)
Adı geçen, yabancı münkir konferansçı müsteşrike cevab olarak hazırlanmış broşürün mukaddemesinde Üstâd tarafından şunlar yazılmıştır:
RİSALE-İ NUR’UN ŞİMDİ VUKU’ BULAN BİR İNKÂRA KIRK SENE EVVEL VERDİĞİ KAT’Î CEVAB
MUKADDEME
Evvelâ: Bu Ramazan-ı Şerifte üniversitede ecnebi bir müsteşrik feylesof konferansında Kur’ana itiraz suretinde “Seb’a Semavat” cümlesini inkâr tarzında, dinleyen safdil müslüman gençleri şübheye sevketmek ihtimaline binaen; Birinci Harb-i Umumî’nin başında Arabî İşarat-ül İ’caz tefsirinde ve yirmibeş sene evvel Onikinci Lem’ada İkinci Mes’ele-i Mühimme serlevhasıyla, o müsteşrikin inkârına karşı kuvvetli cevabını göstermek lâzım geldi. Tâ çok âyet-i Kur’aniyede bulunan o cümle (Seb’a Semavat cümlesine) mektebli İslâm yavrularının kalblerine bir şübhe, bir vesvese gelmesin.
Sâniyen: Kur’an-ı Hakîm arz ve semavattan bahsi, Sâni’-i Zülcelal’i sıfatıyla bildirmek için bahsediyor. Dolayısıyla ve mana-yı harfiyle bakıyor. Kozmoğrafya, Coğrafya ders vermiyor. San’at ve intizam, hikmet ve mizan ile Hâlık’ı bildiriyor. Mana-yı harfiyle o kitab-ı kebir-i kâinata bakıyor, okuyor. Ehl-i fen gibi mana-yı ismiyle, madde ve tabiat hesabıyla bakmıyor.
Sâlisen: Madem Kur’an kâinattan bahsi istidlal suretiyledir, delil zahir ve malûm olmak lâzım geldiğinden, örf ve âdetçe malûm tabiratı istimal etmek talim ve irşad iktiza ediyor. Onun için bazı zahir manası, ehl-i fennin derin mes’elelerini bildirmiyor.
Râbian: Risale-i Nur’da Mu’cizat-ı Kur’aniye Zülfikar Risalesinde, ehl-i fennin anlamadıkları için bütün iliştikleri pek çok âyetlerin her birinin, aynı iliştikleri yerinde Risale-i Nur birer i’caz lem’asını göstermiş. Medar-ı şübhe ve kusur zannettikleri noktalar, medar-ı i’caz yüksek hakikatlar gösterilmiş. İsteyen bakabilir.
Fakat münkirlerin şübhelerini zikretmeden cevab vermiş. Tâ zayıf kalblilerde bir iz, bir şübhe bırakmasın. Zâten Risale-i Nur’un mümtaz bir hasiyeti de şudur ki: Hiç şübheleri, itirazları zikretmeden öyle bir tarzda cevab verir ki, o şübheler kalbe gelmeye ihtimal kalmıyor. Başka münakaşa ve münazaralar gibi, münkirlerin şübhelerini göstermeden mahvediyor.
Bu hakikatı görmek isteyenleri, Risale-i Nur’a havale edip; yalnız nümune için bu Ramazan-ı Şerifte o konferansı dinleyen bir kısım İmam-Hatib talebelerinden ve Kur’an hıfzı ile meşgul olan masum gençlerin kalbine vesvese, vehim gelmemek için pek çok âyetlerdeki “Seb’a Semavat” cümlesini inkâr eden müsteşrik feylesofun inkârından kırkbeş sene evvel Risale-i Nur bu gelen cevabı vermiş:
İkinci Mes’ele-i Mühimme’dir:
تُسَبِّحُ لَهُ السَّموَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ
İlâ âhir…
ثُمَّ اسْتَوَى اِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
Şu âyet-i kerime gibi müteaddid âyetler, semavatı yedi sema olarak beyan ediyor. İşarat-ül İ’caz tefsirinde eski Harb-i Umumî’nin birinci senesinde cephe-i harbde ihtisar mecburiyetiyle gayet mücmel beyan ettiğimiz o mes’elenin yalnız bir hülâsasını yazmak münasibdir. Şöyle ki:
Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer’îde, Arş ve Kürsi yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhî hükemasının şaşaalı ifadeleri, nev’-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hattâ çok ehl-i tefsir, âyâtın zahirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’an-ı Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur u ubura ve hark u iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamıyla gösterememişler. Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadîste اَلسَّمَاءُ مَوْجٌ مَكْفُوفٌ denilmiş. Yani: “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.”
İşte bu hakikat-ı Kur’aniyeyi yedi kaide ve yedi vecih mana ile gayet muhtasar bir surette isbat edeceğiz.
Birinci Kaide: Fennen ve hikmeten sabittir ki: Bu haddi yok feza-yı âlem, nihayetsiz bir boşluk değil, belki “esîr” dedikleri madde ile doludur.
İkincisi: Fennen ve aklen, belki müşahedeten sabittir ki: Ecram-ı ulviyenin cazibe ve dafia gibi kanunlarının rabıtası ve ziya ve hararet ve elektrik gibi maddelerdeki kuvvetlerin naşiri ve nâkili, o fezayı dolduran bir madde mevcuddur.
Üçüncüsü: Madde-i esîriye, esîr kalmakla beraber, sair maddeler gibi muhtelif teşekkülâta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasılki buhar, su, buz gibi havaî, mâyi, camid üç nevi eşya, aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i esîriyeden dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olmaz.
Dördüncüsü: Ecram-ı ulviyeye dikkat edilse görünüyor ki: O ulvî âlemlerin tabakatında muhalefet var. Meselâ: Nehr-üs Sema ve Kehkeşan namıyla maruf, Türkçe “Samanyolu” tabir olunan bulut şeklindeki daire-i azîmenin bulunduğu tabaka, elbette sevabit yıldızların tabakasına benzemiyor. Güya tabaka-i sevabit yıldızları, yaz meyveleri gibi yetişmiş, ermişler. Ve o Kehkeşan’daki bulut şeklinde görülen hadsiz yıldızlar ise, yeniden yeniye çıkıp ermeye başlıyorlar. Tabaka-i sevabit dahi, sadık bir hads ile Manzume-i Şemsiye’nin tabakasına muhalefeti görünüyor. Ve hâkeza yedi manzumat ve yedi tabaka, birbirine muhalif bulunması, hiss ve hads ile derkolunur.
Beşincisi: Hadsen ve hissen ve istikraen ve tecrübeten sabit olmuştur ki: Bir maddede tanzim ve teşkil düşse ve o maddeden başka masnuat yapılsa, elbette muhtelif tabaka ve şekillerde olur. Meselâ: Elmas madeninde teşkilât başladığı vakit, o maddeden hem remad yani hem kül, hem kömür, hem elmas nevileri tevellüd ediyor. Hem meselâ: Ateş, teşekküle başladığı vakit; hem alev, hem duman, hem kor tabakalarına ayrılıyor. Hem meselâ: Müvellid-ül mâ, müvellid-ül humuza ile mezcedildiği vakit, o mezcden hem su, hem buz, hem buhar gibi tabakalar teşekkül ediyor. Demek anlaşılıyor ki bir madde-i vâhidde teşkilât düşse, tabakata ayrılıyor. Öyle ise: Madde-i esîriyede Kudret-i Fâtıra teşkilâta başladığı için, elbette ayrı ayrı tabaka olarak فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ sırrıyla yedi nevi semavatı ondan halketmiştir.
Altıncısı: Şu mezkûr emareler, bizzarure semavatın hem vücuduna, hem taaddüdüne delalet ederler. Madem kat’iyyen semavat müteaddiddir ve Muhbir-i Sadık, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın lisanıyla yedidir der; elbette yedidir.
Yedincisi: Yedi, yetmiş, yedi yüz gibi tabirat, üslûb-u Arabîde kesreti ifade ettiği için, o küllî yedi tabaka çok kesretli tabakaları havi olabilir.
ELHASIL: Kadîr-i Zülcelal, esîr maddesinden yedi kat semavatı halkedip tesviye ederek, gayet dakik ve acib bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları içinde zer’edip ekmiştir. Madem Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, umum ins ü cinnin umum tabakalarına karşı konuşan bir hutbe-i ezeliyedir. Elbette nev’-i beşerin her bir tabakası, herbir âyât-ı Kur’aniyeden hissesini alacak ve âyât-ı Kur’aniye, her tabakanın fehmini tatmin edecek surette ayrı ayrı ve müteaddid manaları zımnen ve işareten bulunacaktır. Evet hitabat-ı Kur’aniyenin vüs’ati ve maânî ve işaratındaki genişliği ve en âmi bir avamdan en has bir havassa kadar derecat-ı fehimlerini müraat ve mümaşat etmesi gösterir ki; herbir âyetin herbir tabakaya bir vechi var, bakıyor.
İşte bu sırra binaen, “yedi semavat” mana-yı küllîsinde yedi tabaka-i beşeriye, muhtelif yedi kat manayı fehmetmişler. Şöyle ki: فَسَوَّيهُنَّ سَبْعَ سَموَاتٍ âyetinde, kısa nazarlı ve dar fikirli bir tabaka-i insaniye, hava-yı nesimînin tabakatını fehmeder. Ve Kozmoğrafya ile sersemleşmiş diğer bir tabaka-i insaniye dahi, elsine-i enamda seb’a-i seyyare ile meşhur yıldızları ve medarlarını fehmeder. Daha bir kısım insanlar küremize benzer zevil-hayatın makarrı olmuş semavî yedi küre-i âheri fehmeder. Diğer bir taife-i beşeriye, Manzume-i Şemsiye’nin yedi tabakaya ayrılmasını, hem Manzume-i Şemsiye’mizle beraber yedi manzumat-ı şümusiyeyi fehmeder. Daha diğer bir taife-i beşeriye, madde-i esîriyenin teşekkülâtı yedi tabakaya ayrılmasını fehmeder. Daha geniş fikirli bir tabaka-i beşeriye, yıldızlarla yaldızlanıp, bütün görünen gökleri bir sema sayıp, onu bu dünyanın semasıdır diyerek, bundan başka altı tabaka-i semavat var olduğunu fehmeder. Ve nev’-i beşerin yedinci tabakası ve en yüksek taifesi ise; semavat-ı seb’ayı, âlem-i şehadete münhasır görmüyor. Belki avalim-i uhreviye ve gaybiye ve dünyeviye ve misaliyenin birer muhit zarfı ve ihatalı birer sakfı olan yedi semavatın var olduğunu fehmeder.
Ve hâkeza bu âyetin külliyetinde mezkûr yedi kat tabakanın yedi kat manaları gibi daha çok cüz’î manaları vardır. Herkes fehmine göre hissesini alır ve o maide-i semaviyeden herkes rızkını bulur.
Madem o âyetin böyle pek çok sadık mâsadakları var. Şimdiki akılsız feylesofların ve serseri Kozmoğrafyalarının, inkâr-ı semavat bahanesiyle böyle âyete taarruz etmesi, haylaz ahmak çocukların semavattaki yıldızlara bir yıldızı düşürmek niyetiyle taş atmasına benzer. Çünki âyetin mana-yı küllîsinden bir tek mâsadak sadıksa, o küllî mana sadık ve hak olur. Hattâ vaki’de bulunmayan, fakat umumun lisanında mütedavil bulunan bir ferdi, umumun efkârını müraat için o küllîde dâhil olabilir. Halbuki, hak ve hakikî çok efradını gördük. Ve şimdi bu insafsız ve haksız Coğrafyaya ve sersem ve sermest ve sarhoş Kozmoğrafyaya bak! Nasıl bu iki fen hata ederek, hak ve hakikat ve sadık olan küllî manadan gözlerini yumup ve çok sadık olan mâsadakları görmeyerek; hayalî bir acib ferdi, mana-yı âyet tevehhüm ederek âyete taş attılar; kendi başlarını kırdılar, imanlarını uçurdular!…
Elhasıl: Kıraat-ı seb’a, vücuh-u seb’a ve mu’cizat-ı seb’a ve hakaik-i seb’a ve erkân-ı seb’a üzerine nâzil olan Kur’an semasının o yedişer tabakalarına, cinn ve şeyatîn hükmündeki itikadsız maddî fikirler çıkamadıklarından âyâtın nücumunda ne var, ne yok bilmeyip yalan ve yanlış haber verirler. Ve onların başlarına o âyâtın nücumundan mezkûr tahkikat gibi şahablar inerler ve onları yakarlar. Evet cinn fikirli feylesofların felsefesiyle o semavat-ı Kur’aniyeye çıkılmaz. Belki âyâtın yıldızlarına, hikmet-i hakikiyenin mi’racıyla ve iman ve İslâmiyetin kanatlarıyla çıkılabilir.
اَللَّهُمَّ صَلِّ عَلَى شَمْسِ سَمَاءِ الرِّسَالَةِ وَ قَمَرِ فَلَكِ النُّبُوَّةِ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ نُجُومِ الْهُدَى لِمَنِ اهْتَدَى
سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
اَللَّهُمَّ يَا رَبَّ السَّموَاتِ وَ اْلاَرْضِ زَيِّنْ قُلُوبَ كَاتِبِ هذِهِ الرِّسَالَةِ وَ رُفَقَائِهِ بِنُجُومِ حَقَائِقِ الْقُرْآنِ وَ اْلاِيمَانِ آمِينَ
* * *