Garip Bir İddia

GARİB BİR İDDİA

وَبِهِ نَسْتَعِينُ

Hamiyet-i İslamiye sahibi bir zat, din hakkında ileri sürülen ve neşredilen bir garib iddia hakkında ne denmeli diye soruyor. Böyle hamiyetli zatlara çokça minnetdarız.

İddiaya göre:

“Herkes kelime-i tevhid-i esas alarak çevresine bakışını yeniden gözden geçirmeli ve ıslah etmelidir. Hatta kelime-i tevhidin ikinci bölümünü, yani ‘Muhammed Allah’ın Resulüdür’ kısmını söylemeksizin sadece ilk kısmını ikrar eden kimselere rahmet ve
merhamet bakışıyla bakmalıdır”

Yani, küreselleşmek için, Resulullaha inanmayı ifade eden “Muhammedü’r resulullah” hükm-ü imaniyesini söylemenin gerekmediği iddia ediliyor.

Biz, mecburiyet olmadan kişilerle meşgul olmayız. Ancak bazıların aldanma ihtimali olursa,  sadece iddiayı ele alıp cevab veriyoruz. Sözü kıyamete kadar geçerli olan Üstad Bediüzzaman Hazretleri, bu tarz anlayışa hafifden benzer ve iyi niyetle sorulan suale verdiği cevabı, efkâr-ı ammeye arzediyoruz. Çünkü  böyle acib iddialara karşı susmanın dahi mesuliyeti bulunduğu için ve Hz. Bediüzzamanın irşad ve ikazları da her zaman ve mekâna baktığından bilmecburiye o cevabı yazıyoruz. Şöyle ki:

“Sâniyen: Mektubunuzda “Mücerred Lâ ilahe illallah kâfi midir? Yani Muhammedürresulullah demezse ehl-i necat olabilir mi?” diye diğer bir maksadı soruyorsunuz. Bunun cevabı uzundur. Yalnız şimdi bu kadar deriz ki:

Kelime-i şehadetin iki kelâmı birbirinden ayrılmaz, birbirini isbat eder, birbirini tazammun eder, biribirisiz olmaz. Madem Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm Hâtem-ül Enbiya’dır, bütün enbiyanın vârisidir; elbette bütün vusul yollarının başındadır. Onun cadde-i kübrasından hariç, hakikat ve necat yolu olamaz. Umum ehl-i marifetin ve tahkikin imamları, Sa’dî-i Şirazî gibi derler:

(1){ مُحَالَسْتِ سَعْدِى بَرَاهِ نَجَاتْ

{ ظَفَرْ بُرْدَنْ جُزْدَرْ  َىِ مُصْطَفَى

Hem (2)  كُلُّ الطُّرُقِ مَسْدُودٌ اِلاَّ الْمِنْهَاجَ الْمُحَمَّدِىَّ demişler.

Fakat bazan oluyor ki: Cadde-i Ahmediyede (A.S.M.) gittikleri halde, bilmiyorlar ki cadde-i Ahmediyedir ve cadde-i Ahmediye dâhilindedir.

Hem bazan oluyor ki: Peygamber’i bilmiyorlar, fakat gittikleri yol, cadde-i Ahmediyenin eczasındandır.

Hem bazan oluyor ki: Bir keyfiyet-i meczubane veya bir halet-i istiğrakkârane veya bir vaziyet-i münzeviyane ve bedeviyane suretinde cadde-i Muhammediyeyi düşünmeyerek, yalnız Lâ ilahe illallah onlara kâfi geliyor. Fakat bununla beraber, en mühim bir cihet budur ki: “Adem-i kabul” başkadır, “kabul-ü adem” başkadır. Bu çeşit ehl-i cezbe ve ehl-i uzlet veya işitmeyen veya bilmeyen adamlar; Peygamber’i bilmiyorlar veya düşünmüyorlar ki kabul etsinler. O noktada cahil kalıyorlar. Marifet-i İlahiyeye karşı, yalnız Lâ ilahe illallah biliyorlar.Bunlar ehl-i necat olabilirler. Fakat Peygamber’i işiten ve davasını bilen adamlar onu tasdik etmezse, Cenab-ı Hakk’ı tanımaz. Onun hakkında, yalnız Lâ ilahe illallah kelâmı, sebeb-i necat olan tevhidi ifade edemez. Çünki o hal, bir derece me
dar-ı özür olan cahilane adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir ve o inkârdır. Mu’cizatıyla, âsârıyla kâinatın medar-ı fahri ve nev’-i beşerin medar-ı şerefi olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ı inkâr eden adam, elbette hiçbir cihette hiçbir nura mazhar olamaz ve Allah’ı tanımaz. Her ne ise, şimdilik bu kadar yeter.”
(Mektubat: 335)

(1) “Yani: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın caddesinden hariç ve onun arkasından gitmeyen muhaldir ki; hakikî envâr-ı hakikata vâsıl olabilsin.” (Mektubat: 452)

(2) Hak ve hakikata ve kurtuluşa giden) bütün yollar kapalıdır. Ancak cadde-i Kübra-i Muhammediye açıktır. (Naşirler)

Bu kısımda, Resulullahın A.S.M. tasdikı, iman şartı olup ancak Resulullahı bilmeyen meczub ve münzeviler hakkında bir özür olabileceği bildirildi.

O halde Muhammedürresulullah denilmezse, beşeriyeti cehenneme dökmek yolunu açmak demek olduğunda, ehl-i Sünnet mezhebinin icmaı var demektir ve bu hükümde hiç kimse hiçbir tasarruf yapamaz.

Böyle i’tikadiyatın zaruri hükümlerinde söz sahibi olan Ehl-i Sünnet imamlarının icmaını aşmak, kat’iyetle caiz değildir. Bediüzzaman Hazretleri diyor:

“Zaruriyat-ı Diniye” denilen ve kabil-i tevil olmayan ve “Muhkemat” denilen düsturları ise, hiç bir cihette kabil-i tebdil değildir ve medar-ı içtihad olamaz. Onları tebdil eden, başını dinden çıkarıyor;

 يَمْرُقُونَ مِنَ الدِّينِ كَمَا يَمْرُقُ السَّهْمُ مِنَ الْقَوْسِ kaidesine dâhil oluyor.” (Mektubat:435)

Keza, “ Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş:

كُلُّ بِدْعَةٍ ضَلاَلَةٌ وَكُلُّ ضَلاَلَةٍ فِى النَّارِ

Yani اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ sırrı ile: Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniye, tamam ve kemalini bulduktan sonra, yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid’aları icad etmek, dalalettir, ateştir. Sünnet-i Seniyenin meratibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garra’da tafsilâtıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır, hiçbir cihette tebeddül etmez.” (Lem’alar:53)

Yine Bediüzzaman Hazretleri diyor:

“Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.

Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.” (Kastamonu Lahikası:75)

Bu kısımda d
a ayrım yapmadan ve iddiada denildiği gibi herkese merhamet gözüyle bakmak,  Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir.” Şeklindeki tavsif dikkat çekicidir.
İşte kısmen tesbit edilen bu beyan ve ifadelerde, böyle dinî ve imanî esaslara ve ehl-i sünnet imamlarının ittifakla tesbit ettikleri zaruriyat-ı diniyeye yapılan muhalefetin felaketi anlatıldı.

Kur’an (48/28,29.)âyetlerinde şöyle buyruluyor:

هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ 

لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيداً

Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberini hidayet ve hak din ile gönderen O’dur. Şahid olarak Allah yeter.

مُّحَمَّدٌ رَّسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاء عَلَى الْكُفَّارِرُحَمَاء بَيْنَهُمْ

Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler……”

Mezkür âyeti Elmalı Tefsirinde şöyle izah eder:

O (Allah) indirdiği âyetler ve fiilen ortaya koyduğu mucizeler ile şehadet eder ki Muhammed Allah’ın resulüdür. Bundan dolayı, ona olan vaadlerini fiilen gerçekleştirerek ispat edecek olan da O’dur. Allah’ın bu şehadetine karşı Muhammed Allah’ın Resulüdür demek istemeyen kâfirler gerçekte kendileri zarar etmiş olurlar. Onunla beraber olanlar da (yani sahabeleri de) kâfirlere karşı çok çetin, çok şiddetlidirler, onların küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık göstermez, sert ve güçlü davranırlar. Onun için barış görüşmeleri sırasında kâfirlerin sözlerine karşı galeyana gelmişlerdi. Fakat kendi aralarında merhametlidirler. Birbirlerine karşı çok yumuşak, çok nazik, merhametli hareket ederler.

İleri sürülen iddia ise, burada anlatılan sahabe ahlâkının tam tersidir.

Hz. Bediüzzaman, Peygamberimizi unutanların halini şöyle tavsif eder:

Meselâ: Nasılki bir saray bulunsa, büyük bir dairesinde büyük bir elektrik lâmbası bulunur. O elektrikten teşa’ub etmiş ve onunla bağlı küçük küçük elektrikler, küçük menzillere taksim edilmiş. Şimdi birisi o büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirip ziyayı kapatsa, bütün menziller derin bir karanlık içine ve bir vahşete düşer. Ve başka sarayda büyük elektrik lâmbasıyla merbut olmayan küçük elektrik lâmbaları, her menzilde bulunuyor. O saray sahibi büyük elektrik lâmbasının düğmesini çevirerek kapatsa, sair menzillerde ışıklar bulunabilir. Onunla işini görebilir, hırsızlar istifade edemezler.

İşte ey nefsim! Birinci saray, bir müslümandır. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, onun kalbinde o büyük elektrik lâmbasıdır. Eğer onu unutsa, el’iyazü billah kalbinden onu çıkarsa, hiçbir peygamberi daha kabul edemez. Belki hiçbir kemalâtın yeri ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanımaz. Mahiyetindeki bütün menziller ve latifeler, karanlığa düşer ve kalbinde müdhiş bir tahribat ve vahşet oluyor.” (Sözler: 363) Biz müslümanları sinsi yollarla dinden uzaklaştırmak isteyen çok kere gizli şer cereyanıdır. Zahiren parlak laflar ederek insanları ve bilhassa hakiki müslümanları aldatmak isterler.

İslâm Prensipleri Ansiklopedisinde şu tesbit var:

Masonluk cereyanı mensubları, masonluğu tarif ederlerken: “Din ve ırk farkı gözetmeden insanlar arasında sevgiyi geliştirmek gayesini güden” şeklinde ifade ederler. Bir cihette Hümanizm’in de mahiyetini teşkil eden bu ifade, zahiren parlak görünürken, hakikatta dine ve Kur’ana şiddet derecesiyle muhaliftir. Çünki ırk farkı olmamalıdır, fakat din farkı gözetmeden kâfir ve mü’minleri birbirini sevmeye, yani Allah’ın sevmediği ve buğzettiği münafık ve kâfirleri sevmeye davet etmek, müslümanı sinsice dalalete atmak ve dalaletle hidayeti, imanla küfrü müsavi görmek ve göstermek demektir. Halbuki Kur’anın müteaddid âyetlerinde mü’minler kâfire muhabbetten şiddetle menedilmişlerdir. Ezcümle bir âyette şöyle buyurulur:

“(60:1) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا عَدُوِّي وَعَدُوَّكُمْ أَوْلِيَاءَ “Ey o bütün iman edenler! Adüvvümü ve adüvvünüzü dostlar yerine tutmayın.” Allah düşmanı, Allah’a adavet eden, Allah dinini, Allah hukukunu tanımayan Allah ve Resulü ile yarışa kalkışan ve Sure-i Mücadele’de (58:5) إِنَّ الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ ve emsali âyetlerde halleri beyan olunan kâfirler, müşrikler, zâlimlerdir..” (Elmalı Tefsiri. 4890-4895)

“Bir hadis-i şerifte: (3) اَلْمَرْءُ دِينِ خَلِيلِهِ فَلْيَنْظُرْ اَحَدُكُمْ مَنْ يَخَالل

Kişi, halilinin yani sır dostunun dini üzeredir. Onun için her biriniz iyi bakın, kime dostluk ediyor, kiminle sevişiyor buyuruluyor.” (Elmalı Tefsiri: 4459)

  • (3) Ebu Davud Edeb/l6; Tirmizi Zühd/45; İbn-i Hanbel 2/303,334; Tac 5/59

Mezkûr misalleri hayli çoğaltmak mümkündür. Demek masonların din farkı gözetmeden bütün insanları sevmek iddiası; Kur’ana, dine tamamen aykırı bir iddia ve sinsice bir idlaldir.

Bilhassa son zamanlarda en üstün insaniyet olduğu iddiasıyla yapılan ve yaptırılan telkinler ki: Bütün insanlara bakışta “evrensellik” ve “küresellik” diyerek ortaya atılan ve müslümanı sinsice aldatmak isteyenlerin, insanları bu anlayışta ortak kılıp “tek insan sınıfı”, yani bir nevi hayvan sınıfı meydana getirmek gibi saptırıcı cerbezelerle efkar-ı ammenin ifsad edilmesi isteniyor.

Halbuki Allah Kur’anda mü’min ve kafirlere eşitlik nazarıyla bakmaz ve baktırmaz. Çünkü Allah’ın hakimiyetine inanmayan kafirler ve müşrikler, kendilerini yaratıp yaşatanı ve O’nun esas gayesini inkâr etmeleri sebebiyle ebedi ceza ve nefrete layık olmuşlardır.

Bu hakikatı en veciz tarzda anlatan Hz. Bediüzzaman şöyle diyor:

“Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka kanununa zıddır. Çünki Fâtır-ı Hakîm, kemal-i kudret ve hikmetini göstermek için, az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sahifede çok kitabları yazdırır ve birşey ile çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nev’i ile de binler nev’in vazifelerini gördürür.

İşte o sırr-ı azîmdendir ki: Cenab-ı Hak, insan nev’ini binler nevileri sünbül verecek ve hayvanatın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta yaratmıştır. Sair hayvanat gibi kuvalarına, latifelerine, duygularına hadd konulmamış; serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidad verdiğinden, bir nevi iken binler nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın sultanı hükmüne geçmiştir.

İşte nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayesi ve zenbereği; müsabaka ile, hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.” (Lem’alar:171)

Evet mezkür fâsid iddialar, Allah’ın sonsuz hikmet ve iradesiyle vahyen gönderdiği ahkâm-ı Kur’aniyesine ve kâinatta koyduğu şeriat-ı fıtriye-i kübrasına karşı bir isyandır ve beşerî anlayışı ve temayülat-ı nefsiyeyi, Allah’ın sonsuz ilmine karşı çıkarmak çılgınlığıdır.

Kontrol et

KİME OY VERECEĞİZ?

Bediüzzaman Hazretleri Kime Demokrat Der? Soruluyor: -Bu seçimlerde oyumuzu kime vereceğiz? Cevap: Ehvenüşşer kaidesi devam ettiği …