ÜÇ MEHDİ İDDİASI VE HAZRETİ İSA (A.S.) NÜZULÜ
Abdülkadir Badıllı’nın
İfhamname adlı
kitabındaki Mehdi ve İsa (as) ile
alakalı kısımlardan derlenmiştir
M… bir Molla ve avanelerinin beş-on senedenberi yaptıkları neşriyatlarıyla ve şimdilerde de onlarla aynı paralelde bazı şahıslar, dergi ve kitaplarındaki fikriyatlarının özeti olarak, Mehdilik meselesinde ön plana çıkarak bir çeşit huruçlarının özet ve mahiyeti ise şöyledir ki:
Hazret-i Üstad Bediüzzaman bir hadis-i şerifin ebcedî işaretleri ile gösterdiği kıyamet hadisesinin H.1546 da (Allahü a’lem) diyerek vukubulacağını……
Ve yine Hazret-i Üstadın;
يُرِيدُونَ اَنْ يُطْفِوءُا نُورَ اللَّهِ ِباَفْوَاهِهِمْ وَيَاْبَى اللَّهُ اِلاَّ اَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ
ayetinin نُورَ اللَّهِ cümlesinin ebcedî hesabiyle ve şeddeli lamlar birer ve şeddeli mim asıl kelimeden olduğundan iki mim sayılmak cihetiyle 1324 eder. Eğer şeddeli lamlar ve mim ikişer sayılmazsa, 1284 eder ki Hazret-i Mevlana Halid ve Talebelerine işaret eder. Eğer şeddeli lamlar ve mim ikişer sayılsa “ye” sayılmazsa 1411 eder ki; bundan bir asır sonra Mehdinin Şakirdleri [1] olabilir diye yazmasına…..
Ve ayrıca kendileri Duhan Sûresinden bir ayet cümlesinin ebcedi değeri aynı rakamı göstermesine dayanarak; kendiliklerinden bazı taksimatlar yapmışlardır.
Bu taksimatları da özetle şöyledir: “Asıl Mehdî olan ikinci Mehdî 1414 de vazifeye başlamıştır. Ve 1422 de vazifesinin yönü değişmiştir.. Ve H.1432 de zahirî hurucu olacaktır. Bu büyük Mehdî’nin vazifesi kırk sene devam edecektir. Sonra İsa (A.S.) nüzul edecek, bir müddet sonra da bu ikinci Mehdi vefat edecek ve sonra üçüncü bir Mehdî meydana çıkacaktır. Onun ömrü de kırk sene olacaktır…”
Ve hakeza safsatalı hayalatları!.. İlâ hayalatihim….
İşte, tüm yazılarını bu hesap üzerine ayarlayarak uydurmuşlardır. Ve bu yolda bir sürü hadis namı altında şeni’ iftiralı mevzuları da eklemişlerdir. Ve bu gaye ve maksadın hazırlığı ve tahakkuku için de Cihad namını verdikleri ve hiç münasabeti olmayan mukaddes Kur’an ayetlerini ve bazı ehadis-i şerifeyi de kırarak, kırparak anlayış ve görüşlerine destek yapmışlardır.
İşte bizim cevabî yazımızın hedefi ise, bu fâsid ve indî ve gayb ilmi ceplerinde imiş gibi bir sürü münasebetsiz te’villerleri uydurarak sarih hükümler tarzında aleme ilan etmelerinin yanlışlığını ortaya koymak ve müskit cevablarla karşı koymaktır.
· · ·
ÜSTAD BEDİÜZZAMANDAN SONRA GELENLER DAHA YÜKSEK MAKAMLARA MAHZAR OLABİLİRLER Mİ?
Evvela, bu meselede delilsizce konuşmak ve hayalî bir takım mülahazalarla hükme varmak, hikmet ehli kimselerin kârı değildir. Zira fazilet, yüksek makam, Allah’ın yanında âlî dereceler; ancak din-i İslâma hizmet derecesi ile ölçülür. Misal için; Aşere-i Mübeşerenin dünyada iken Cennetle tebşir edilmelerinin ve dünyada bulundukları müddetce beşeriyet icabı kendilerinden sudur edebilecek bütün günahları da af olmuş olduğunun sebebi ise; UHUD harbinde Resulullahın etrafında halka tutup, düşmanın ölüm oklarına karşı feda-i can edip metanetle ve sebatla durmaları değil midir? Yine Bedir, Hendek ve Uhud savaşlarına katılmış sahabelerin, sonra Biat-i Rıdvanda Resulullaha ahd ve vaad vermiş zatların derecelerine diğer sahabelerin yetişememeleri; din-i İslâma en çetin şartlarda hizmet etmelerinden değil midir? Hem dört halifenin sair sahabelere karşı üstünlüklerinin sebebi, Resulullaha ve din-i İslama samimiyetin en son derecesi ile bağlılıkları ve en üst seviyede sadakat, fedakârlık ve samimiyetleri değil midir?
Demek, yüksek makamlar, faziletli âlî dereceler ancak ve ancak din-i İslâma hizmet derecesine göre tahakkuk eyler. Yoksa hayalin ve aşırı hüsn-ü zannın kuruntuları ile: “Falankes kutb-u azamdır, büyük gavsdır, ya da mehdidir, ya da Bediüzamandan ona miras geçmiştir” şeklinde söz etmeleri ise, hakikat kitabında yeri yok, değeri yoktur.
Bu hakikate binaen; Bediüzzamanın hizmetine, eserleri olan Risale-i Nuruna ve onun mualla ve şerif zatına binden ziyade gaybî işaretler, îmalar ve remizlerin bakması ve onu âhirzaman sahibi olarak göstermeleri yanında Hazret-i Üstadın eliyle tashih edilmiş otuzüç hadisten yirmisekizinci hadisteki يبعث يوم القيمة امّة وحده yani: “Tek başıyla bir ümmet’’ kelimesinin Üstad tarafından bu hadise eklenmesi ile mezkur mevzua parmak basar. Ayrıca bunun yanında beş altı kadar işaretlerde, yine Hazret-i Üstadın güneşinden münakis olup yansıyarak H.14. asra bakması da vardır ve bu doğrudur. Ve bu işaretler de biiznillah normal ve fıtrî seyri ile gerçekleşecektir.
Demek ki; manevi makamlar, faziletler ve Allah katında şerefli rütbeler kendi kendine ve sebepsiz oluşmazlar. Din hizmeti yolunda çekilen cefalar, sıkıntılar, hapisler, sürgünler ve bir çok defalar su-i kasıtlara maruz olmalarla tahakkuk ederler. Bu meselenin hakikatını izah ederken, Hazret-i Bediüzzaman, Risale-i Nurun iman hizmeti ana merkez ve temel esas olduğunu ve geniş dairelerde hizmet görecek kimselere de bu eserler program olacağını ve Risale-i Nurun hizmetleri müteakib yapılacak hizmetler ikinci ve üçüncü derecede olduğunu ve olacağını Risale-i Nurun lahika mektuplarında defalarca söylemiş ve bildirmiştir
Buna göre, elbette ve hiç şüphesiz Bediüzzamanın şahsiyet-i maneviyesi ve Kur’anın hakiki nurlu tefsiri olan Risale-i Nuru sahib-i ahirzamandır. Sonra gelecek ve zahirde ve avam halka göre parlak hizmetler icra edecek zatlar ancak ve ancak Bediüzzaman Hazretlerinin birer talebeleri ve Risale-i Nurun çizgisinde ve istikametinde birer tatbikatçıları olan şakirdleri olabilecektir. Eğer değil ise, hiç değillerdir. Dolayısıyla Bediüzzaman Hazretlerinin eli ile ve vasıtası ile programlanmış hizmet safhaları hep Nura ve Nur Cemaatına ait olacaktır, biznillah.
Tafsilat isteyenler -Envar Neşriyat- Emirdağ Lâhikası-l sh: 266 ya ve bu mevzu’da yazılmış sair mektublara bakabilirler.
Bu hale göre; bazıları, Hazret-i Bediüzzamandan sonra gelecek ve onun birer şakirdi olacak olan zatlar için: “İkinci mehdi daha büyüktür ve hadislerde mehdi ile alakadar olarak gelen bütün haberler bu ikinci mehdiye aittir” ve saire gibi kafadan atılan laflar ancak birer safsata olabilir.
Evet, zahir halde Hazret-i Ebubekir ve Ömerin (R.A.) fütûhat-ı İslâmiye noktasındaki muvaffakiyetlerine nispeten, Peygamberimizin kendi zamanında muvaffak olduğu futuhatlar hayli azdır. Acaba bu zahir hale bakarak; Hazreti Ebubekir ve Ömer, Peygamberden (A.S.M.) daha büyük makama sahiptir denilir mi?. Asla!.. Çünki bu iki halife-i Resulullahın İslâm hizmetindeki muvaffakiyetleri ise, ancak Hazret-i Peygamberin programlamış olduğu hatt-ı hareketi üzere ve tam onun izinde gittikleri için olmuştur. Aynen bunun gibi…
Saniyen: Asırlar ve seneler gösterilerek gelen gaybî işaretler, herhalde o işarete mutabık ve muvafık ve halin muktezasına uygun olan kimseler olmalıdır. Yoksa, mesela o işaretler bir mareşale işaret ederlerken, basit ve adî bir neferi o büyük işaretlerle alakadar zannetmek ve hayali kuruntularla onu şişirerek sanmak, elbette hakikat ehline yakışan bir hal olamaz. Nasıl ki darb-ı meselde; “büyük ve yığın yığın karlar ancak yüksek dağların başında yağar” denilmiştir.
Hülasa: Biz eğer Risale-i Nur talebeleri isek; amiyane tasavvufî hallere ve hayalî kuruntulara kapılmamalıyız. Aksi halde büyük yanlışlıklar eder, yanılgılara düşmüş olur, inkısar-ı hayallere uğramış oluruz.
***
Münazarat kitabına şerh diye esere ilave ettikleri şeyler, bir sürü yanlış ve fuzulî gevezeliklerden başka bir şey değildir. Evet, fuzulî ve israf-ı kelamdır. Bu şerhteki hatalar yüzlercedir. Hatta baştan sona kadar hatalarla doludur diyebiliriz. Biz bunlardan sadece ibret için birkaç nümune arz etmek istiyoruz. İşte:
l- Bu cihan-baha eserin başına koymuş oldukları mukaddemede yine mehdilik ve yine üç tane mehdi ve bunlara zamanları taksim eyleme vesaire gibi bir takım boş-boğazlıklar.. ve eserin metni ve muradı ile alakası olmıyan bir sürü fuzulîlikler. .
2- Aynı mukaddeme sahife 5’de “…Mehd-i ahirzaman denildiği zaman ikinci mehdî kasdedilmektedir. (Yani biçare heyulaî, hülyaya kapılmış Muşlu Molla) zaten Münazarat isimli eserin asıl muhatabı da bu ikinci mehdî ve nuranî cemaatıdır. Eserin ders verildiği Kürt Aşiretleri ve o günkü Osmanlı Devleti zahiri muhataptır. Birinci mehdinin tecdid-i iman vazifesi gören eserleri ve ciddî okuyucuları ise, işarî muhataptır.” diye herzelemişlerdir.
Burada şu mütehammık adamın ve adamlarının şarlatanlı bu herzelemelerine karşı ilim mülayemeti hududunu aşmak durumunda kalıyoruz. Evet, Hazret-i Bediüzzamanın kurduğu ve teşkil eylediği Risale-i Nurlar ve onun nuranî hakikî talebeleri ve nurlu cemaatleri için işarî muhataplarmış!.. Asıl muhatap ise, mehdi imiş, yani kendileriymiş.(!) Ayrıca, Münazarat eserinin ders verildiği Kürt Aşiretleri ve o gün ki Osmanlı Devleti zahirî muhatapmış diye hayalî kuruntular hevasıyla Risale-i Nurun mesleğini ve Nur Talebelerinin hizmetini bir nevi boş, vahî ve sadece işarî bir mana imiş diyerek; binden ziyade gaybî işaretlere mahzar olan Hazret-i Bediüzzaman ve Risale-i Nur Cemaatini ve Nur Hizmetini hiçe saymaya yeltenmeleri, ahmaklıkları yanında, bence şeytanî bir vesveseden ve belki de menfi bir parmakla alakalı bir gizli teşebbüsten gayri bir şey değildir sanıyoruz.
3- Yine aynı mukaddeme sahife 6’da, bakınız ne kadar tecavüzkarane ve aynı zamanda eblahane bir tarzda Nur Cemaatine dil uzatıyorlar görünüz. İşte: “…Müslümanların maruz bırakıldığı dehşetli din tahribatı sebebiyle, zihinler İslâmın esaslarına yabancı kaldığı için (yani bunların kafasız kafalarının fehmettikleri tarz ile: kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukahaya karşı yabancı kalmak) bu zatın (Bediüzzamanın) eserleri de, dünyevî efkarın te’siriyle yorumlanarak murad edilen mana-i maksudun dışında ruh-u şeriattan uzak olarak anlaşılmıştır.”
***
Davetnamenin 19. sahifesinde aynen şöyle yazmışlar: “Bu hadis meallerinden anlaşılıyor ki: Hazret-i Mehdi ile Hazret-i İsa’nın (A.S.) toplam hizmet süreleri 85 yıldır. Bunun 7 veya 9 yılı Hazret-i İsa ile ikinci Mehdi beraber hizmet ettikleri için, bu 7 veya 9 yılı toplam hizmet süreleri olan 85 yıldan çıkarırsak, 78 veya 76 yıl kalır. Bu süre 1411 ile 1506 [2] yılları arasında din-i İslâmın bütün cihanda hâkim olacağı sürenin toplamıdır. Şimdi hicri 1411 yılındayız 1506’ya [3] kadar toplam 95 yıl var. Bu 95 yıldan İslâm hakimiyetinin toplam süresi olan 78 veya 76 yılı çıkarırsak l7 veya 19 yıl gibi bir boşluk süresi ortaya çıkar. Bu 17 veya 19 yılın da, 1411 yılı müteakib mi, yoksa 1506 dan evvel mi olacağı şüphelidir”
Kalemşörleri olan M. K. ise, Vakit Gazetesinde daha açık, serbest ve kesin bir dil kullanarak aynı mevzuda gayb-âşinalık taslanıyor, şöyle diyor: “Büyük Mehdi… o zat-ı nurani H.1414, miladi 1993 senesinde çalışmalarına başlıyacaktır. H.1422-23 (M.2001-2) senesinde çalışmalarının yönü değişecektir. H.1432 (M.2010-ll) tarihinde zuhur hadisesi olacak. Yani İslâm devleti kurularak, o Muhammed Mehdi (A.S.) herkes tarafından görülüp bilinecektir.”
İşte bakınız, şu gayb-âşinalık ve kehanet furuşluklara ki; gayb ilmi kendi ceplerinde ve ellerinde, malları imiş gibi, kesin hükümlere varıp tarihler bildiriyorlar. Bu davranış ise, Cenab-ı Hakkın “La yalem-ül gaybe illallah” yasağına karşı bir su-i edeptir, bir saygısızlıktır ve aynı zamanda bir cehl-i mürekkeptir.
Cenab-ı Allahın meşiet ve hâkimiyeti her bir meselede ve her bir işte hükümran ve hüküm sahibi olduğu için; şu verilen o tarihler kat’î ve şüphesiz bildirilip aynen olsalar dahi, gayb ilminin hikmetli sırları için ve meşietin hâkimiyetini muhafaza noktasından onları herhalde Allam-ül Guyub değiştirecektir.
Çünki şimdiye kadar hiçbir veli böyle istikbalî şeylerde ve umuma göre gayb perdesi altında olan şeyleri açık tarzda bildirememiş ve kesin olarak konuşmamışlardır, konuşamazlar. Anlaşılan odur ki; bu adamlar Hazret-i Bediüzzamanın Sırr-ı İnna A’tayna’sının arkasındaki akideye dair parçayı ve Emirdağ-2 deki istikbale bakan, izah eden mektubunu okumamışlardır. Okumuşlarsa da ehemmiyete almamışlardır. Zaten bu adamlar Üstad Bediüzzaman karşı –merciiyet meftunu, makam ve şöhret zebunu olan Muşlu Mollanın yüzünden– saygılarını yitirmişler, teslimiyetleri kalmamıştır. Çünki bunlara göre Bediüzzamanın vazifesi bitmiştir.. artık büyük mehdinin (M.Muşînin) zamanıdır. Fetva ve kumanda artık onundur.
Evet, bu basit adam adına konuşan M. K. bakınız bir makalesinde ne diyor: “Hayreddin Gümüşer’in “Beklenen Mehdi” adlı kitabında Naim bin Hammad’dan naklen “Dördüncü fitne 18 yıl devam edecektir” diye yazılı… Bediüzzaman Hazretlerinin Beşinci Şua’ında da “dördüncü gün ve devresi adileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır…” denmiştir.
M. K. devam ediyor: “İki kitaptaki bilgiyi yan yana getirince, bu dördüncü devrenin 18 sene olacağını anlıyoruz” dedikten sonra, devam ediyor “Hazret-i Mehdi Şakirtleri ile beraber küfre karşı mücadaleye başladığı H.1414 senesinde ortaya çıkıyor. (Allah Allah! acaba bu adam kimdir, nasıldır ve nerededir yahu.?!) 18 sene devam edincede H.1432 de sona eriyor” diyor. Yani kendilerine göre bu tarihte Hazret-i Mehdi artık büyük İslâm devletinin başındadır.. ve o da, şu şu diye tarihlerini verdikleri ve ilan ettikleri bîçare Mollalarıdır.
M. K. şu pervasız ve gaybe karşı perdesiz gibi tavrı doğrusu bana endişe vermektedir. Çünki daha önceleri de türbedar-ı Nebevî şeyh Ahmedin vasiyeti tarzında girişimi gibi bu işe gizlice parmak karıştran bir menfî elin işin içinde rol oynadığına şüpheleniyorum. Evet masum ve safdil Müslümanları böyle tantanalı sözlerle akıbeti meçhul ve meşkûk macerelara sürükleyebilecek olan gaybî ve perde-i gaybde ve Allam-ul Guyubun ilminde perdeli ve örtülü vaziyetleri, siyaset lisanı olan bir gazetede ilan etmesi hakikaten düşündürücü bir durumdur.
M. K. yazısının son cümleleri de şöyledir: “Korkmayın be kardeşler, gelecek zatın en büyük müceddid olması, Üstadımız Hazretlerinin Allah indindeki mualla makamını aşağıya düşürmez. Sizin hayalî Ziyaeddin sevginiz ise, kaderin hükmünü değiştirmez.”
İşte burada bu şahsın bala-pervazane ve tepeden bakan pervazsız sözlerinin ufacık bir mukayesesini yapmak istiyorum. Kendisinin kaderin manevî levhalarına hâkim ve nazırmış gibi “Sizin Üstadı hayalice büyük tanıyıp sevmeniz, kaderin hükmünü değiştirmez” diye şaklabanlık yapıyor. Bundan başka az üstteki yazısında: “O zat-ı nuranî H.1414 (M.1993) senesinde çalışmalarına başlıyacaktır” demiş. Bununda sebebi aşağıdaki yazısında, yani üstteki yazısının aşağıki kısmı, Deccaliyetin dördüncü devresinin Naim bin Hammadın bir sözüne dayandırarak –ki o söz, ahirzamanın umumi fitnelerinin dördüncüsü demektir.– 18 sene süreceğini, (bu 18 senenin başlangıcı için de H.1414’ü göstermiş) ve bu 18 senenin bitiminde Hazret-i Mehdinin zuhur tarihidir diye dünyaya ilan etmiştir.
Bu adamın Mehdi ile alakadar tüm yazıları şu H.1414 den sonra yazıldıkları halde; adam kalkıyor, maziyi müstakbelin içine koyarak orada dikiyor ve öylede konuşuyor. Bunlarla M. K. acaba birilerini kandıracağını mı sanıyor? Hayır hayır, hiç sanmasın.. Onun ne dedikleri apaçık görünmektedir. Çünki gaybî olan işleri madem bazı tarihlere bindirerek aleme ilan ediyor ve bu tarihler hakkında kesin konuşuyor. Bu tarihleri kat’î bildiğine göre, herhalde mehdisinin ismini de kat’î biliyordur. Eğer zahirî mertlikler, pervasızlıklar gösteren hakikatta ilm-i gabya karşı saygısızlıklar içeren yazıları alenî olarak aleme ilan ettiği tarihler gibi mehdiciğini de göstermezse, yani isim ve ünvanını izhar etmezse, mertlik davası sukut eder. Evet, mehdinin çıkış tarihlerini madem bu kadar kesin biliyor, (hatta Esrarnamede Filistinde kurulacak olan İslâm Devletinin başına geçeceğini de bildiriyor) o halde kendilerince mütehayyal mehdilerini bilmiyorlar olmaz.
Yazısının son cümlelerinde tahayyül ettikleri mehdilerinin (yani M.-İ Muşînin) en büyük mehdi olacağını söylüyor. Oysa haliyle Hazret-i Bediüzzamandan çok daha üstün bir şahsiyet olduğunu gösteriyor. Yazısının devamında ise: “Sizin hayali Ziyaeddin sevginiz kaderin hükmünü değiştirmez.” diye kendileri gibi hayalperestane bir tarzda düşünmiyen umum Nur Talebelerini Hazret-i Bediüzzamana karşı sevgilerinde, müsellem makamı ve binden fazla işarat-ı gaybiyenin müntehi bulunduğu ve gösterdiği delilleriyle; ve din-i İslâma Hazret-i Peygamberden sonra en büyük hizmet ettiğini düşünmede bir hayali Ziyaeddinlik olarak kabul ediyor. Evet hayallere kapılan bu adam bunu böyle kabul edebilir. Çünki hadis-i şerifin hükmiyle: “Mü’minler ayinedirler başkaları kendilerini o ayinede görürler.” Bu zamanda Nur Talebeleri ise en halis mü’minlerdir. Başkaları ve (Muşlu Molla ve M. K. gibi) ancak kendilerini ve vaziyet ve hallerini onda gördükleri için, Nur Talebelerini hayalperestlikle ittiham ediyor.
***
Evet, sahih hadislerde mehdinin zuhur hadisesi vardır. Öncesinde ve sonrasında olacağı ihtilaflı olan “CEHCAH” isminde bir zat olacaktır. Ve sonra KAHTANİ diye tesmiye edilmiş bir zat vardır. Muhyiddin-i Arabinin (K.S.) gösterdiği remiz ile bu iki zat Mehdinin vezirleridir. ([4]) Amma zaif olan hadislerin bazılarında ise; Mehdiden sonra “Mensur ve Muk’id” isimlerinde iki zat gelecek diye yazılıdır. Bu rivayet şekilleri dışında herhangi bir ifade, bir kelam mevcut değildir
Hazret-i Üstadın ifadelerinde ise; Mehdiyetin ikinci ve üçüncü safhaları, birinci safhasından daha parlak ve şa’şaalı olmakla birlikte, birinci safhaya göre ikinci ve üçücüncü derecededir diye sarihan ifade etmektedir.
Malumdur ki; Mehdinin zuhuru ve onun tarifi hakkında gelmiş, hadis şümulune dahil sahih hadisler, zaif hadisler ve bunların rivayet şekilleri ve muhaddislerin istinbatlı sözleri yüzlercedir. Hem ayrı ayrı ve muhtelif manalardadır. Her bir asır ve zamanın birer Deccalı ve birer Mehdisi olduğu için, hadislerde bütün bu deccal ve mehdilere de işaretler vardır. Birde ahir zamanda gelecek son müceddid olan Mehd-i A’zama bakan işarî tarifler ve manalar vardır. Mutlak mehdi hakkında gelmiş olan bütün hadis ve rivayetleri dinliyen insanlar, çoğu kez bütün onları toplayıp ahirzaman mehdisi üzerine yığdıkları görülür. İş böyle olunca, mesele müşkil bir mesele halinde kalır. İşte bu meseleyi hall ve fasleden ve birbirinden ayıran İmam-ı Rabbanînin tabiriyle, ([5]) bir arif-i tamm-ül marifet lazımdır ki, o da son Mehdî’dir. İşte zaman göstermiştir ki; o marifet-i tamme sahibi Hazret-i Üstad Bediüzzamandır. Öyle ise, bu meselede Bediüzzamana müracaat edip kulak vermek mecburiyeti vardır ki; haysa beysadan kurtulalım. İşte dinliyoruz.
Hazret-i Üstad bu meseleyi evvela Onbeşinci Mektupta kül halinde ve fezlekeli bir şekilde, lakin onu kökten tam faslederek şöyle yazmıştır: “…Şöyle ki o hadisin (yani bunun az üsttünde sual edilmiş olan hadisinin) “Yeryüzünde Allah Allah diyen bulundukça kıyamet kopmaz” deyip meselenin şemasını çizmiştir. ve süfyan ve mehdi hakkındaki hadislerin ifade ettikleri mana budur ki ….ilh.” diyerek, nuranî izahat vermektedir.
Daha sonra ise, aynı bu meseleyi 29. Mektubun Yedinci Kısmının sonundaki ikinci sualin birinci ve ikinci işaretlerinde biraz daha açarak izah eylemiştir. Birinci İşarette Mehdinin âlemi ıslah etmesinin imkanını hem Kudret-i İlahiye noktasından, hem esbab dairesi ve Hikmet-i Rabbaniye açısından ispat ettikten sonra, ikinci işarette:
“Hazret-i Mehdinin cem’iyet-i nuraniyesi süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’atkaranesini tamir edip, sünnet-i seniyyeyi ihya edecek. Yani Alem-i İslâmiyette risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr niyetiyle Şeriat-ı Ahmediyenin tahribine çalışan Süfyan Komitesi Hazret-i Mehdi Cemiyetinin mu’cizekar kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak…”
Bunun devamında da, Hazret-i İsa’nın (A.S.) yapacağı hizmet ve vazifelerini şerh eylemiştir.
İşte dikkat edilirse; Hazret-i Üstad Onbeşinci Mektupta:
“Süfyanın Risalet-i Muhammediyeyi inkar ile Şeriat-ı İslâmiyeyi tahrib etmeye çalışmasına karşı âl-i beyt-i Nebeviyenin silsile-i nuraniyesine bağlanan ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek âl-i beytten Muhammed mehdi isminde bir zat-ı nuranî o süfyanın şahs-ı manviyesi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.” diyor
Şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışan süfyan ve komitesini kim ispat etmiş, ortaya koymuş ve göstermiş ise; ve onun müthiş ve komiteli tahribatını gün yüzüne çıkarmışsa, Kur’anın en keskin elmas kılınçlı bürhanlarıyla din-i İslâmın esasatını ve imanın erkanını delail-i akliye ve hadsiyat-ı vicdaniye ile ispat edip tamir etmiş ise; ahirzamanın sahibi odur. Ve o ise hiç şüphesiz Hazret-i Bediüzzamandan başka kimse değildir ve bu noktada onun eşi ve benzeri alemde görülmüyor.
Demek beklenen Mehdi-i A’zam mutlaka O dur ve onun teşkil eylediği Risale-i Nur cemiyeti ve cemaatıdır ki biiznillah kıyamete kadar devam edecek ve Mehdinin varisleri olarak bütün hizmetleri yerine getireceklerdir inşallah.
Amma “Muhammed Mehdi” şeklinde isim ve unvan belirtmesi ise, hadislerin zahirleri itibariyledir. Ancak hadis rivayetlerinde Mehdinin ismi Muhammed mi, Ahmed mi olacak ihtilaflıdır. Çünki sahih hadiste:
“Onun ismi benim ismime, babasının ismi babamın ismine tavatu’ edecek” yani tevafuk edecek demekle, Peygamberimizin MUHAMMED isminden sonra en büyük bir ismi de Ahmed’dir. Bununla beraber, istikbale bakan hadislerin ifadelerinde mutlaka zahirlerine göre hüküm edilmez, edilse, yanlışlıklar ve boşuna beklemeler olur. Hem mehdi kelimesi, “El İşa’a” gibi kitaplarda [6] Mehdinin şahsiyet-i nuraniyesi hidayet abidesi olduğu için ona unvan olmuştur denilmiş. Aksi halde hadisin zahirî metnine göre, Mehdiyi isim ve ünvaniyle bekleme mecburiyeti olsa; babasının da ismi Abdullah olması ve bununla beraber isim ve ünvanlar tam tutsa da, makamın muktezası ve o şahsiyetin hali makam ile münasebeti gerekecektir. Buna göre Hazret-i Muhyiddin-i Arabînin dediği gibi; Mehdinin ismi Abdullah olacak. Oysaki bu, bütün Abdullahların ismidir. Amma onun hâs ismi ise, onda i’rab izhar edilmez, İ’rabın san’atından da munsariftir… Babası da tanınan bir kimse olmıyacaktır. [7] diyor. Hülasa: Hz. Üstadın şu yukarıdaki yazısında ve Onbeşinci Mektup ve Yirmidokuzuncu Mektuptan naklettigimiz parçalar da; Süfyanın bid’atkar rejimini dağıtacak olan ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Mehdiden ve onun cem’iyet-i nuraniyesinden bahsediyor. Acaba bu nurani cemiyet nasıldır? Şekli ve biçimi neye benzer? Süfyanilerin bid’atkar rejimini hakikat meydanında tar-ü mar eden kimler olabilir? Bence az bir ferasete sahip olan kimseler Mehdi ve cemiyeti nasıl ve kimler olduğu hakkında hemen intikal etmelidir.
Burada, can damarı pek mühim olan husus şudur ki; şu zahir ve bahir olan Hazret-i Mehdi ve onun Nuranî Cemiyeti, acaba asrı ve müddeti sona erince, vazifesi ve hizmetide mi sona erecek? Ve bu Mehdiden sonra (M.-İ Muşînin zu’m ettiği gibi) bir ikinci ve en büyük mehdi mi gelecek?
Bunun cevabını başka yerde değil, Hazret-i Üstadın şuradaki tespit ve teşhisleri içinde hemen arayıp bulabiliriz. Evet, Hazret-i Üstadın Onbeşinci Mektupta hem Yirmidokuzuncu Mektupta kat-î ve nass olarak verdiği şu:
“Al-i Beytten Muhammed Mehdi isminde bir zat-ı nuranî o süfyanın şahs-ı manevisi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtaktır.” Ve Yirmidokuzuncu Mektupta ayrıca “Hazret-i Mehdinin cemiyet-i nuraniyesi, süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’atkaranesini tamir edecek, sünnet-i seniyeyi ihya edecek; yani alem-i İslâmiyette Risalet-i Ahmediyeyi inkâr niyetiyle Şeriat-ı Ahmediye tahribine çalışan süfyan komitesi Hazret-i Mehdi cemiyetinin mu’cizekâr kılıncıyla öldürülecek ve dağıtılacak” diye olan hükümleri gösteriyor ki; kendisinden sonra onun kurduğu nuranî cemiyeti ve onun zat-ı şerifiyle Risale-i Nur ve Nur Talebeleri devam edecekler..
Bilahare lahika mektuplarında üç merhaleye ayırdığı Mehdiyetin icra ve tatbik vazifelerini de Nur Cemaati yapacaklarını bildiriyor. Üst tarafta mevzu’ içinde temas ettigimiz gibi; Mehd-i A’zam olan Hazreti Bediüzzamandan sonra gelecek ve büyük Nur cemaatinin ve İslâm alemindeki seyyidler cemaatinin mümessilliğini deruhte ederek şa’şalı büyük hizmetler başaracak olan zatlar da, Bediüzamanın şu sarih ifadeleriyle şimdiki nur cemaatinin ifa eyledikleri vazifeden daha üstün ve büyük olamıyacağı ve hatta Nur Hizmetine göre ikinci ve üçüncü sıralarda kalacağı gibi; o zatlar Hazret-i Bediüzzamandan hiçbir zaman üstün olamayacağı ve ileri geçemeyecegi anlaşılmaktadır.
İşte bütün bu bariz ve zahir hakikatler ortada iken; ve Hazret-i Üstadın Kastamonu Lâhikasında Hafız Ali (R.A.) mektubuna verdigi cevaptaki şu:
“…Çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevkeden dehşetli esbab altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütûhatı ve zındıkların ve dalaletlerin savletlerini kırması ve yüzbinler bîçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mü’min talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sadık’ın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuat ile isbat etmiş ve inşâallah daha edecek.
Hem öyle kökleşmiş ki, inşâallah hiçbir kuvvet, Anadolunun sinesinden onu çıkaramaz. Tâ âhir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahibleri, yâni Mehdi ve şâkirdleri, Cenâb-ı Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlendirir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allaha şükrederiz.” (Osmanlıca Kastamolu-1 sahife 204)
Ve Emirdağ-2 sahife 112 de: “Eski Said’in o rü’ya-yı sadıka gibi olan hiss-i kabl-el vuku’ ile o dar daireyi bütün Osmanlı memleketini ihata edeceğini görmüş. Belki inşâallah o görüş, yüz sene sonra Nurların ektiği tohumların sünbüllenmesi ile, aynen o geniş daire Nur dairesi olacak, onun yanlış tabirini sahih gösterecek.”
Ve daha Risale-i Nurun içinde benzeri işaretler çokça varken; bilmiyorum, acaba hangi akıl ve fikir ile hiçbir hadis kitabında ve Hz. Üstadın hiçbir eserinde bulunmadığı halde, kendi basit daracık kafalarıyle Hazret-i Mehdi gibi umum İslâm Âlemini, hatta bütün dünyayı alakadar eden dünyanın şu en muazzam hadisesi olan bir meselede ileri geri konuşmak, tarihler ve taksimatlar düzmek; ve ins ve cinn’in kudumunu beklediği Hazret-i Bediüzzamana basitlerin basitinden birisini ve iktiza-i makamla hiçbir münasebet ve alakası olmayan biçare bir şahsı ondan üstün ve yüksek telakki eylemek ise bence, ya beynin içine kadar yerleşmiş bir safdillik ve bir humuktur.. ya da karıştırıcı bir parmağın müdahalesidir. Allah ayıklık vere.
Hazreti Üstadın, ahirzamanın Büyük Mehdisi olduğunda, Risale-i Nur Talebelerinden ileri gelen zatlardan bir ikisi (hadislerin metn-i zahirilerine ve ya da Hazret-i Üstadın hakikat-ı sırr-ı imtihana göre bir derece setr-i gayb perdesine sararak yaptığı te’vil mecalli izahlarına te’vilsizce dayanarak) kabulünde tereddüt göstermişlerse de fakat Nur Talebelerinin kahir ve mutlak ekseriyeti de, binden ziyade olan gaybî işaretlere istinaden Hazret-i Bediüzzamanın ahirzaman sahipliğini, yani Mehdi-i A’zamlığını bila tereddüt ve kat’î bir itikat ile kabul etmişler, kabul ediyorlar ve daima da böyle kabul edeceklerdir.
Bu mesele, Peygamberimizin mi’racı ile alakadar; ruhiyle beraber cismi de semavata uruç eylediğini tereddütsüz kabul ve telakki eyleyen sahabeler topluluğunun ekseriyet-i mutlakası olduğu halde, Hazret-i Aişe (R.A.) gibi bir iki sahabîde Mi’racı cisimsiz sadece ruh ile olduğunu telakkî etmişlerdir. İşte Hazret-i Üstad için Mehdiliği meselesinde de, diyelim Kastamonulu muhterem M.Feyzi Efendi ve Nurun ilk ve birinci talebesi Hacı Hulusi Bey gibi iki mühim ağabeyler kabulde tereddüt göstermiş olsalar da, rey ve kabul ve hüküm, umum cemaatindir. Yani icma-ı ümmetindir.
Nasıl ki Hazret-i Üstad Sikke-i Gaybiyenin baş tarafında kendisi hakkında mehdilik telakkisini taşıyan Nur talabelerine karşı yaptığı hitabında, bakınız ne kadar latifane ve nazikane meseleyi gül yapraklarına sararak anlatmaktadır:
“…On seneden beri kanaatlarını ta’dile çalıştığım halde, o bahadır kardeşler ileri gidiyorlar. Evet onlar Onsekizinci Mektuptaki iki ehl-i kalp çobanın macerası gibi hak bir hakikatı görmüşler. Fakat tabire muhtaçtır…” Ve bunun devamında Mehdinin üç vazifesini izah ile ifade ettikten sonra: “…İmam-ı Ali ve Gavs-ı A’zam ve Osman-ı Halidî gibi zatlar bu nokta için (iman hizmetinin azameti için) o gelecek zatın makamını Risale-i Nurun şahs-ı manevisinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazen o şahs-ı maneviyi bir hadimine vermişler. O hadime mültefitane bakmışlar… ilh.” (Sikke-i Tasdik sh: 9)
İşte Hazret-i Üstadın bu tarz ile telakkî olunan ve manayı latifane kabullenen latif ve zarif ifadeleri ve hem sırr-ı imtihana uygun beyanları yanında, Risale-i Nurun ehl-i kalb ve çok büyük veli bir talebesi olan Denizli kahramanı merhum Hasan Feyzi Efendinin yazdığı bir kasidesinde bakınız diyor ki: “Vallahi ezelden bunu ben eyledim ezber, Risale-i Nurdur vallah o son müceddid-i ekber. Yüzlerce sened, hem nice yüzlerce işaret, eyler bu mukaddes koca davaya şehadet.” (Sikke-i Tasdik sh: 222)
İşte bu kasideyi de Hazret-i Üstad, içindeki manaları kabul ederek neşretmiştir. Hem yine merhum Hasan Feyzi Efendi Sirac-ün Nurun arkasında neşrettirilen bir başka kasidesinde: “Kabe kavseynden alıp dersimi bildim ki ayan, o güzel nur-u bedi’ manevi sultan olacak.” (Osmanlıca Sirac-ün Nur sh: 373)
Evet, Nur Talebelerinin ekseriyet-i mutlakasının kanaati aynen merhum Hasan Feyzinin kanaatı gibidir. Ve mutlak ekseriyetli Nur Talebelerinin kanaati ise, ([8]) bir icma-ı azimi taşımaktadır, Feteemmel !
***
HAZRET-İ İSA’NIN NÜZULU
Bu meseleyi de yine ancak sahib-i ahirzaman olan Bediüzzaman halletmiştir. Evet her müslümanın Hazret-i İsa’nın nüzulune inanması mecburiyeti vardır. Ve İslâm akidesine göre bu vacibtir ve zaruridir. Lakin istikbalî olan diğer hadiselerde olduğu gibi, bunda da hadislerin zahirî metinleri ile değil, te’vil edilmiş tarzıyla kabul etmek mümkün olmaktadır. Yoksa hadislerin zahir metinlerinde ve kısmen de ravilerin istinbatlarında görüldüğü üzere, gelen şekli ve özü ve hülalası şöyledir:
“Hazret-i İsa (A.S) semavattan Dimeşk Şamda Emeviye Camisinin doğusunda bulunan beyaz minareye iki meleğin kanadı üzerinde, alnı terle olduğu halde gelip inecektir. O günü ikindi namazını, Müslüman, Hıristiyan ve Yahudilerin toplandığı büyük bir cemaata imam olarak [9] kılacak. Sonra Şam’dan Kudüs’e gidecek, orada Mescid-i Aksa’nın “Lüdd” kapısı önünde Deccalı yakalayacak ve öldürecektir. Ve orada Hazret-i Mehdi ile buluşacak ve sabah namazında Mehdiyi imamlığa buyur edecek, kendisi de Mehdiye tabi olarak namaz kılacak. Daha sonra Medine’ye gidecek, evlenecek ve orada vefat edecek. Onun cenazesi Peygamberimizin kabri yanında halen boş bulunan yere defnedilecek ilh…”
Evet Hazret-i İsa’nın nüzulu ve ifa ve icra edeceği hizmet ve vazifeleri hakkında gelen hadislerin zahirleri böyle gösteriyor, böyle haber veriyorlar. Şimdi acaba hadislerin, rivayetleri ve belki de hadislerden çıkarılmış istinbatların zahirî metinlerinin aynını beklemek mümkün olur mu? Ve ya da zahirlerindeki ifadeleri aynılarının zuhuru, kainatta cari olan adetullahın cereyanı içinde mümkün müdür?
Bence hayır, mümkün olamaz. Zira hem Deccal hem Süfyan ve hem de Mehdi hakkında gelen hadis ve rivayetlerin tamamı, yani öz ve zübdeleri Hazret-i Üstad tarafından tashih ve te’vil istihalesinden geçirildiği gibi; Hazret-i İsa (a.s.) hakkındaki hadis ve rivayetlerin de kısmen aynı te’villerin istihalesinden geçirilmiş ve makul ve münasib ve sırr-ı imtihana uygun tatbikatları yapılmıştır.
Nitekim büyük İslam allemelerinden İbn-i Haldun, Hüseyn-i Cisrî Molla Halil-i Siirdî ve İbn-ül Hazem El-Endülisî gibi zatlar diyorlar ki: “Eğer İslâmın kitap ve sünnetinden gelen bir meselenin nass-ı zahirisiyle hükmeylemenin imkanı yok ise, mutlaka onu te’vil ediniz.”
Misal için Hazret-i Bediüzzaman’ın Muhakemat eserinde ve onbeşinci mektup risalesinde “Bir zat-ı muhakkik diye tavsif eylediği büyük allâme Molla Halil-i Siirdî (Nehc-ül Enam) adlı eserinde Kürtçe: [Nusûsey kü dallın lışolan muhal, Müevvelke mespeyre ehl-i dalal] (Eser sh:3)
Kürtçe beytin manası bazı işlere, hadiselere delalet eden nasslar, eğer zahirî alemde tatbikatları muhal ise, onu te’vil edip ehl-i dalalete bırakma. Yani ehl-i dalaletin itirazlarına hedef olmalarına terk eyleme.
Nasıl ki, Bediüzzaman Hazretleri de, Beşinci Şua’ mukaddemesinin sonunda: […Hakikî te’villeri ispat ve izhar edilmekle, akide-i avamı kuvvetlendirmeye mühim bir sebeb olmasını Rahmet-i Rabbanîden rica edip, hatiatımı ve ğalatatımı afv ve mağfiret altına almasını Rabb-i Rahimimden niyaz ederim] demiştir.
Evet, istikbale ait hadiseleri haber veren ehadis-i şerifelerin çoğu müteşabihat nevinden olduğu için, mutlaka te’vile ihtiyaçları vardır. Yani hakikatlarını insanlara anlatmak için ancak te’vil ile tefhim edilebilir. Amma bu te’vil işi rastgele herkesin kârı değildir. İlimde rasih olanlar ancak te’vil işini yapabilirler.
Biz burada Üstad Hazretlerinin Beşinci Şua’ mukaddemesinin ahirindeki beyanındaki şu dersi de almalıyızki: Te’vil işi her Arapça bilen insanın yapacağı bir iş olmadığı gibi; te’vil yaparken de Hazret-i Bediüzzaman gibi her bir te’vilin ardında istiğfar eyleyip “La ya’lem-ül ğaybe illallah, vel ilm-ü indallah, vallah-ü a’lem-ü bissevab” gibi ifadelerle işin hakikatını yine Allaha tefviz eyleme öğüdünü öğrenmeliyiz
Şimdi bu tahkikattan sonra, Risale-i Nur Talebeleri Hazret-i İsa’nın mutlak nüzulune bila-şek iman ederler ki, zaten bu iman akidece zarurîdir. Lâkin nüzul keyfiyetinin sair hadiseler gibi te’vile ihtiyacı olduğundan ve Hazret-i Üstadın Nurun bazı yerlerinde kısaca, diğer bazı yerlerinde ise, tafsil vererek yaptığı te’villerden sonra, beyan ettiği tarz ile olacağından; buna da aynı şekilde ve şüphesizce iman ederiz. Gerçi Hazret-i İsa cism-i beşerisiyle semavatta ikibin senedenberi yaşamasıyla ve yine Hazret-i Üstadın tabiriyle bir cesed-i necmî (yani melekî bir cesed) vaziyetini kesbetmiş olmasıyla; onun nüzulu bir melek veya ruh tarzında olacağını da işaret buyurmuştur.
Buna göre, Hazret-i İsa’nın nüzul hikmetinin asıl ve birinci hedefi; Hrıstiyanları Müslümanlaştırmak olduğundan, büyük ihtimalle şimdi ruh hafifliğindeki onun cesed-i necmîsi, yeri semavat olsa da, yeryüzüne sık sık nüzul etmekte olduğuna ve Hrıstiyanlar içinde başka suret ve şekillerde görünerek hizmetinin mukaddematını hazırlamakla meşgul olabildiğine büyük ihtimal vardır.
Bu hususu te’kid bakımından merhum, ehl-i kalb ve velî insan doktor Sadullah Nutku’dan bizzat dinlediğim şu hatırayı –mahrem iken– kaydediyorum. Demişti ki: “Ben Üstadımızı ziyaretimin birisinde, bir ara fırsat bularak şöyle bir sual tevcih eyledim: “Efendim, Hazret-i İsa nüzul etmiş midir? Hazret-i Üstad az bir düşündü ve sertçe: “Evet, inmiştir” dedi. Ben suali yeniledim: “Efendim şimdi acaba nerededir? ” Hazret-i Üstad yine biraz düşünür gibi yaptıktan sonra, daha biraz sertçe: “Ya Avrupada ya Amerikadadır” dedi.
Bu münasebetle, Muşlu Mollaya gelip bir bakalım, acaba bu meselede ne diyor? Evet adam broşürlerinde, kaydetmiş olduğu bazı hadis veya rivayetlerin manaları ile hiçbir münasebeti olmıyan kafadan atma bir takım te’villerle yorumlar getirmiştir. Mesela Sahih-i Müslimde Temim-i Darî’nin gözü ile görüp, sonra Peygamberimize anlattığı hadise ki; “Bir adada zincirlerle bağlanmış Deccalı veya onun ruhunu müşahede ettiğini söylemiştir. Peygamberimizde bu hadiseyi sahabelerine önemle nakletmiştir.” Muşlu Molla Efendi o hadisi sözde te’vil ediyor gibi; “O İngilizlerdir” diye söylemiş.
Hem mesela: Hadislerdeki “Ashab-ı Kehf, Mehdinin yardımcıları olacaklar” ifadesini, Afganistanda mağaralarda saklanıp gerilla savaşını yapan Üsame bin Laden’e tatbik eylemiş.
Hem mesela: Eski peygamberlerin kitaplarında “Babil şehrinden ve bir zaniyeden bahseden” ifadelerini, Amerika ile Washington ile, te’vil eylemiş. Ve daha bir çok benzeri te’vil örneklerini sergiledikleri halde, Hazret-i Üstada tebaiyyeti reddeder tarzda bir iki defa haricinde hiçbir vakit لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللَّه gibi ilm-i Allam-ül Guyuba karşı bir edeb vaziyetini iktiza eden bir tavrı gösterememiştir. Amma bu adamın aynı zamanda en acib ve tezatlı hali şudur ki: Hiç te’vil edilemiyecek rivayetleri de te’vil ederken; Hazret-i İsa hakkında gelen hadisleri hiç te’vil etmeden metn-i zahirilerini ele alarak: Bunlar aynen ve olduğu gibi zuhur edecektir” diyor.. Ve bunlara böyle iman etmiyen küfre ve dalalete gider” diye eklemiştir. Eh ne diyelim adamın kârı böyle.. Kâh tezatlarla, kâh mevzu asılsız hadisleri nakletmekle ve kâh da fuzulî, alakasız ve münasebetsiz te’villerle ömrü geçmektedir.
[1] M. Muşî burada Hz. Üstadın “Mehdinin Şakirtleri olabilir” ibaresine zımnen itirazvari bir eda ile karşı çıkmış; “Hayır; Hz. Mehdi ve şakirtleri olacaktır” demiş ve bir şeyler gevelemiştir. Evet, Hazret-i Üstadın ibaresi der ki: H.14. asırda gelip büyük hizmetler başaracak olan zatlarda Hz. Mehdinin, yani R. Nurun şakirtleri olacaklar. Kendi başına bir mehdi olmayacaktır. Lakin Molla-i Muşi başka kuruntularda olduğu için; asıl büyük Mehdi olan zat mezkûr çıkacaktır diyor. Bu mesele yazımızın ileriki sayfalarında da ele alınacaktır.
[2] l506 rakamı Hz. Üstad Bediüzzamanın Kastamonu Lâhikasında ve Sikke-i Tasdik kitabında bir hadis-i şerifin son cümlesi olan حَتَّى يَاْتِىَ اللَّهُ بِاَمْرِهِ nin ebcedi hesabıyla l506 ettiğini yazmıştır. Amma bunu yazarken onun yanına birkaç kere “la yalem-ül gaybe illallah” diyerek bunun ancak bir işaret olabileceğini, kati nasslı bir hüküm olmadığını da söylemiştir.
[3] Bak. Davetname sahife 15
[4] Anka u Mağrib, M.Arabî sahife 75 ve El İşa, Berzencî sahife:109
[5] Mektubat-ı İmam-ı Rabbanî, 228’ci Mektup
[6] El İşaa li Eşrat-is Sa’a sh: 87
[7] Anka-i Mağrib, Muhyidin-i Arabî sh: 75
[8] Bütün Nur Talebeleri merhum Hasan Feyzi gibi aynı kanaatı taşıdıklarını, lahikalarda Üstad tarafından neşrettirilen fıkraları ile sabittir. Hafız Ali, Muğlalı Halil İbrahim ve Nurun manevî avukatı Ahmet Feyzi Kul, Tahirî Mutlu, Mustafa Sungur, Zübeyr Gündüzalp ve saireleri gibi büyük âlim ve ferasetli zatlar bu kanaatlarını çekinmeden hayatı boyunca izhar etmişlerdir. Hele merhum Ahmet Feyzi Kulun Maidet-ül Kur’anı bu kanaatı delilleriyle hem izhar hem ispat eylemiştir.
Hakikatlı bir hatıra: 1955 yılı sonbaharında Isparta’da Üstadımızın yanında birkaç gün kalmıştım.. Orada iken, birgün Ahmet Feyzi Kul“Bütün dünya reddetse, hiçbir kimse kabul etmezse ve sizde hep inkâr etseniz; ben daima sizi ahirzamanın Mehd-i A’zamı olarak bileceğim ve tanıyacağım” demesine karşılık, Hazret-i Üstadın mübarek gülmelerinin sesi odasının dışında işitiliyordu. Ben (Abdülkadir) bizzat bu hadiseye şahid oldum ve konuşmalarını aynen işittim. Elhamdülillah. Ağabey Üstadımızın ziyaretine gelmişti. Beraberinde bir iki arkadaşı da vardı. Üstadımızın odasına ziyaret için girdiklerinde, yüksek sesle Üstadımıza karşı:
[9] El- İşaâ, Berzencî sh: 112