Risale-i Nurlar aslına uygun olarak Bediüzzaman Hazretlerinin varisleri tarafından neşredilmektedir. Bunun dışında lügatçeli, tahkikli, dipnotlu, bilgi ilaveli v.s. olarak da dört veya beş yayınevi tarafından da neşriyatı yapılmaktadır.
Şimdi ise Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında İşarat-ül İ’caz kitabı yayınlanmıştır. 1918 yılında o zamanın Diyanet İşleri sayılan kurum tarafından aslı olan Arabça olarak yayınlanmış ve Osmanlı vilayeti ekser müftülerine gönderilmiştir. Hatta Kurtuluş Savaşının fitilini o risale ateşlemiştir ki, Kurtuluş Savaşı ekser müftüler eliyle başlamıştır. Şimdi de yaklaşık bir asır sonra bu neşriyat adeta kaldığı yerden devamı gibidir.
Diyanet yayınevi, Türkçeye tercüme ile birlikte Arapçasına, dipnot ve tahkik ilave ederek neşretmişse de bir başlangıç olması bakımından takdir ve tebrike şayandır.
Fakat devamı neşriyatında inşaallah tahkike ve dipnot da ilave edilmeden orjinal şekline sadık kalınarak yayınlanır. Yani Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında iken bizzat kendi tasvib ve tashihli şekliyle yayınlandığı gibi yayınlanır..
Çünkü Diyanetin şimdi yayınladığı İşarat-ül İ’caz, Üstadın sağlığında ve bizzat tasvibiyle ve tashihiyle yayınladığı İşarat-ül İ’caz değildir.
Üstadın neşriyat için vazifelendirdiği Ahmet Aytimur ağabeyin görüşleri böyledir. Keşke bu neşriyattan evvel kendisine sorulsaydı. Kitabın iç sayfasında bulunan jenerik kısmındaki bu tarz (tahkikli, dipnotlu v.s.) neşrine karar verenler, bu konuda yetkili kimseler değildirler.
Diyanetin yayınladığı İşarat-ül İ’caz bir nevi Söz Basım Yayım’ın kitabı gibi olmuştur. Halbuki Diyanetin Yayınevinin ayrı bir yeri olması lazımdı. Diyanet’in özelliği kaynaklara sadık kalmaktır. Herhalde burada bir itimat söz konusu ve yanlış bilgilendirme vardır. Fakat, daha çok yayılmamıştır.
İnşaallah Diyanet İşleri Başkanı bu yanlışı fark eder ve tashih eder öyle yayınlar ve öyle basılır.
Said Nursi Hazretleri ta 1947’de bu eserlerin resmi hükümet tarafından yayınlanacağını ifade eder. Fakat aslına uygunluk şarttır. Ta ki maddi manevi belalara bir nevi sadaka makbule olsun.
Şöyle ki:
“AFYON EMNİYET MÜDÜRLÜĞÜ’NE
..Ben dünya işlerini bilmiyorum, halklar ile görüşemiyorum. Senden başka burada kimsem yok ki re’yini alayım. Benim şahsıma ait mes’ele gerçi çok ehemmiyetsizdir, cüz’îdir; fakat Risale-i Nur’a ait mes’ele; bu vatan ve millette pek çok ehemmiyeti var.
Size kat’iyyen ve çok emarelerle ve kat’î kanaatımla beyan ediyorum ki; gelecek yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükûmet, âlem-i İslâm’a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak; mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini, mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir.
Said Nursi”
(Emirdağ Lahikası l sh: 78)
Üstadımızın neşriyata verdiği ehemmiyeti belirten bu gelen mektub da çok manidardır. Bediüzzaman Hazretleri geçici olarak isim belirtmeden yayınlanmasına razı olmakla birlikte en kısa zamanda aleni ve resmi olarak yayınlanmasını ister. Belki de şartlar yayınlanmasına mecbur edecektir. O mektup şöyledir:
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Mesmuatıma nazaran, Şemsi ve isimlerini söylemeyi münasib bulmadığımız müellifler, Zülfikar’dan ve sair Risale-i Nur’dan bazı kısımları kendi namlarına neşretmelerine razıyım ve helâl ediyorum ve memnun olurum. Onlar da Nur’un şakirdleridirler, bu surette Nurları neşrederler. Yirmi seneden beri çoklar, hattâ büyük hocalar, eserlerinde ve müellifler de Nur’un mes’elelerinden çoklarını almışlar ve alıyorlar. Hattâ değil böyle dost zâtları, belki resmî makamları bulunan ve eserler yazan ve Nurların intişarlarına taraftar olmayan ve eserleri revaç bulmak niyetiyle Nurun neşrine mani’ olanları dahi helâl ediyoruz. Çünki onların men’leri başka bir tarzda ve daha faideli intişarına ve fütuhatına vesile oluyorlar. Ben hal-i hazıra bakmadığım için bilemiyorum. İstemeyerek işittim ki: Eser yazan ve Nur’dan çalan resmî büyük zâtlar diyorlar: “Risale-i Nur’u okuyabilirsiniz, başkasına vermeyiniz.” Güya Nurlar onların eserlerini setrettirecek. Halbuki Nurlar, o eserlerdeki hakikatları tasdik eder, onlara kuvvet ve revaç verir. İnşâallah bir zaman onlar resmen neşrine mecbur olacaklar. Fakat İzmir’li hâkimin dediği gibi, “Risale-i Nur gizlenmiyor ve başka kitablara benzemiyor ve temellük edilmiyor, nerede bulunursa bulunsun, ben Nur’dan gelmişim” der.
Hem Risale-i Nur’un sekiz senedir en mühim parçaları İstanbul’a gidiyordu ve kemal-i şevkle müellifler okuyorlardı. Esasen Risale-i Nur ise; ona şakird olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.” (E: 258)
Demek hiçbirşey ilave etmeden aslına sadık kalmak şartıyla neşriyat yapmalı. Çünkü şakird-talebe olmak kendi malı gibi bilmekle yani asliyetine sadık kalmakla olur. Ta ki Kur’anın halis tefsirindeki kudsiyet kaybolmasın.