Risale-i Nur'a İftira Edenlerin Başına İnen Ateşli Şahaplar!

Hakikat Semâsından Müfterilerin Başlarına İnen

ATEŞLİ ŞAHAPLAR

"Türkü Hristiyanlaştırma, İslamı Tasfiye Taşeronlarına, Diyalogçulara Kur’an Dersi" yazarı A.Tekin ve "Kendi Belgeleriyle Said Nursi ve Nurculuk" yazarı Z.Beyaz’a ve K.Mısıroğlu’na Cevaplardır

İTTİHAD YAYINCILIK

TANITIM HİZ. LTD. ŞTİ.

Çatalçeşme Sokak No: 27/19

Defne Han

Cağaloğlu / İstanbul

Tel: (0212) 520 51 47

http://www.ittihad.com.tr

ittihad@ittihad.com.tr

Sertifika No: 17183

Baskı&Cilt

Çınar Matbaası

Tel: 0212 628 96 00

İstanbul / 2010

© Her hakkı mahfuzdur.

Gizli bir fesat komitesinin taşeronlu­ğunu ya­pan,

Allah’ın yaktığı nur ve meş’aleyi ağız­la­rıyla sön­dürmeye çalı­şan,

yalan, tahrif ve ifti­ralarla güneş gibi hakikatları setret­meye yel­tenen,

maşalık bedbaht müfterilerin başla­rına hakikat semâsından inen;

ATEŞLİ ŞAHAPLAR

Dr. Abdülkâdir BADILLI



İÇİNDEKİLER

TAKRİZ……………………………………………………………………………………… 10

TAKDİM……………………………………………………………………………………. 13

MAHUT KİTABIN İSMİ………………………………………………………….. 17

GİRİŞ…………………………………………………………………………………………. 19

BİRİNCİ FASLIN BİR MUKADDİMESİ………………………………. 25

BİRİNCİ FASIL

BÜYÜK İSLÂM ULEMÂSININ GÖRÜŞLERİ 29

BİRİNCİ FASLIN BİRİNCİ MADDESİ…………………………………. 29

BİRİNCİ FASLIN İKİNCİ MADDESİ…………………………………. 34

Bu zamanda insanlık aleminde “Fetret” devrinin bazı iz ve kalıntıları olup olmadığı hakkındadır. 34

BİRİNCİ FASLIN ÜÇÜNCÜ MADDESİ……………………………….. 36

Cehenneme girecek (çok zayıf imanlı da olsa) ehl-i imanın azap müddetini bitirip geçirdikten sonra, cehennemden çıkartılıp cennete idhalleri nasıl olacaktır?……………………………………………. 36

BİRİNCİ FASLIN DÖRDÜNCÜ MADDESİ……………………….. 37

Ebedi cehennemlik olan kafirlerin cehennemdeki halleri nasıl olacaktır, hep aynı tarz dehşetli ve şiddetli olan azapları bitmeden devam mı edecektir?……………………………………………….. 37

İKİNCİ FASIL

TAHRİFCİLERİN İFTİRALARINA KARŞI CEVAPLAR 43

BİRİNCİ İFTİRALI DAVASI İÇİNDEKİ İDDİASI………………. 43

Sözde Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî: “Hristiyanlar kendi dinlerinden ayrılmadan da Müslüman olabilirler” demiştir” şeklinde kaydetmiş. Dipnotunda da Üstadın Arabî “İşârât-ül İ’caz” eserinin Türkçe tercümesinden bir parağraf koymuştur. Bu tahrife karşı cevabımız:………………………………….. 43

İKİNCİ KERİH VE KABİH TAHRİFLİ İFTİRASI………………. 51

Tekin şöyle yazmış, kasıtlı, iftiralı, tahrifli bühtanını: “Anadolu’da öldürülen Ermenileri şehit sayan, buna kendi keşfi, kerametini delil gösteren…”………………………………………………………………………. 51

ÜÇÜNCÜ İFTİRALI BÜHTANI ……………………………………………. 63

İftiraları şunlardır:………………………………………………………………….. 63

1. Hazret-i Üstad’ı kasdederek: “Camie ‘bid’at yeri" diyen”….. 63

2. “Cumayı keyfe keder bir ibadet sayan”………………………………. 63

3. “Müslüman-misyoner ittifakının bozulmamasını tavsiye eden” 63

4. “Üstad gibi İslâmın temel kaynaklarına muhalefet eden tarihte görülmedi” 63

5. “Kendini Mesih (Hz. İsa) olduğunu söyleyen”……………………… 63

BİD’AT NEDİR, VAR MIDIR?………………………………………………… 67

CUMA NAMAZI VE CAMİ CEMAATI…………………………………… 68

İKİNCİ MADDE: YİNE CUMA HAKKINDA…………………………. 71

ÜÇÜNCÜ İFTİRA VE BÜHTANININ ÜÇÜNCÜ MADDESİ 75

Hazret-i Üstad Bediüzzaman için: “Kendinin Mesih olduğunu söyleyen” diye yazmış?!.. Yani, bedbaht müfteriye göre, Hazret-i Üstad kendinin Hazret-i İsa (A.S.) olduğunu söylemiş?!..……… 75

DÖRDÜNCÜ YALAN: ŞAHS-I MÜFTERİ VE MUHARRİFİN DÖRDÜNCÜ YALANI, AYNI ZAMANDA CEHALETLİ BÜHTANI………………………………………………………….. 79

“İşarat” eserindeki “Aşura” isimli makale gayet beliğ, cevâmiü’l-kelîm ve hakikat ilminin son derece derin ve garip lûgazının bir örneği olduğu halde, bu müfteri Ahmet Tekin isimli şahıs, tutmuş, hiç akıl ve hayale gelmeyen bir yöne çekip çevirmeye çalışmıştır.……………………………………………. 79

BEŞİNCİ YALANI; VE ÜÇÜNCÜ BÜYÜK İFTİRASINA BAĞLI BEŞİNCİ TEZVİRLİ TAHRİF VE İFTİRASI 88

Demiş ki şahs-ı muharrif: “Müslüman-Misyoner ittifakının bozulmamasını tavsiye eden…” Yani, Hazret-i Üstad kasdedilerek ……………………………………………………… 88

VE ŞAHS-I MÜFTERİNİN BEŞİNCİ YALANLI VE TAHRİFLİ İFTİRASININ HÜLÂSASI: 91

“Hazret-i Üstad’ın askerliğe karşı olduğunu” söylemesidir.….. 91

ORDUYA KARŞI MUHABBET VE MÜNASEBETİ…………….. 96

MÜFTERİ ŞAHSIN ALTINCI CAHİLÂNE İFTİRASI………… 98

Şöyle herzelemiş cahil şahıs: “Hazret-i Bediüzzaman, sözüm ona, dinde tahrifat yaparak küfrü ve şirki, geçmiş eski (semavî) kitap ehlinin sırtından alarak mektepli inançsızların üstüne yığmak üzere ehl-i kitabı kurtarmak için, يا اهل الكتاب hitabının, يا اهل المكتب e de baktığını söyler” diye cahilâne ve asılsızcasına gevelemiş. 98

ALTINCI İFTİRASININ İKİNCİ MADDESİ………………………. 106

Hazret-i Üstad’ın “ehl-i kitap” lâfzını ehl-i mektebe de şümullendirmesi bir oyundur. Çünkü ehl-i kitabın, ehl-i mektep anlaşılması mümkün değildir” diye herzelemiş bu şahıs. 106

ALTINCI İFTİRASININ ÜÇÜNCÜ MADDESİ………………….. 107

Şöyle gevelemiş şahs-ı nâdân: “Bu anlayış (yani ehlil-kitabın, ehlil-mektebe de şümûlü anlayışı) ne bugünkü Arapçada, ne Kur’an’ın geldiği dönemde, ne de cahiliye döneminde yoktur.” 107

ALTINCI İFTİRASININ DÖRDÜNCÜ MADDESİ……………. 108

Şöyle gevelemiş, biçare ve abeskâr şahıs: “Resûlullah (A.S.M.) ve sahabe döneminde ehl-i kitabın ne manaya geldiği açık seçik ortaya konmuştur.”…………………………………… 108

İKİNCİ BÖLÜM

CAHİLLİKLERİNİN ÖRNEKLERİ…………………………………….. 111

BİRİNCİ ÖRNEK:………………………………………………………………….. 111

“Hristiyanlığın ve Yahudiliğin menşei itibariyle hak din olduğunun söylenilmesi de mümkün değildir…” 111

“Din dedikleri şeylerin adı itibariyle de hak peygamber ve hak kitap ile de bağı yoktur. Bunlara menşe’ itibariyle de “hak din” diyenler, kocaman bir yalan söylüyorlar.” ……………. 111

Cehaletli hatalarının İKİNCİ ÖRNEĞİ:……………………………… 114

1. Meclis-i Meb’usandaki Hristiyan ve Yahudiler Hakkında.. 116

2. “Gayr-i Müslimlerle Nasıl Müsavi Olacağız?……………………. 117

3. “S: Rum ve Ermeniler’in hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kerre tecavüze başlıyorlar, bir kerre ‘Hürriyet ve Meşrutiyet bizimdir, biz yaptık’ diyorlar; bizi me’yus ediyorlar.……………………………. 119

4. “S: Yahudi ve Nasârâ ile muhabbetten Kur’an ’da nehiy vardır; لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ Bununla beraber nasıl dost olunur? Dersiniz.……………………………………… 119

Kasdî, ifsatlı, ama cehaletli hatalarından ÜÇÜNCÜ ÖRNEK: 134

Cehaletli, idraksiz ve donukluklarının DÖRDÜNCÜ ÖRNEĞİ: 138

Nurun parlak, keskin hüccetlerine karşı gizli şebekeler adına çıkanların humuklu teşvişlerinin BEŞİNCİ ÖRNEĞİ:………………………………………………………………… 139

Cehl-i mürekkep ile hakikatı tersinden alarak tahrif edip değerlendirmelerinin ALTINCI ÖRNEĞİ:………………………………………………………………… 142

Ve haddi aşarak kafalarında sakladıkları donuk, karanlık anlayışlarını ve akidelerinde biriken ve kursaklarında yığılan zehirleri kusan YEDİNCİ ÖRNEK: 148

Gerçeği tersine çeviren, Hristiyanlık inancını öne çıkaran Tekin’in ve hempâsının ürettikleri SEKİZİNCİ ÖRNEK:……………………………………………………………… 151

Ve tenakuzlu ve sünnette (Hadis-i şeriflerde) yeri olmayan, amma Tekin Ahmet’in kafasından uydurduğu ve hadis diye ileri sürdüğü gülünç iddialarından DOKUZUNCU ÖRNEK: 160

Ve şimdi de, önceleri Süleymaniye Vakfı yobaz Vahhâbilerinin dillerine doladıkları şeyi ki: “Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın, İzhar kitabından sonra, üç ay zarfında medrese usûlüne göre on beş senede okunabilen ilimleri okuyup bitirdiğini inkârları tarzında, karşı gelmesinin cehâletli ONUNCU ÖRNEĞİ: 162

MEVLÂNÂ HALİD HAZRETLERİNİN CÜBBESİ……………. 166

TEKİN AHMET’İN DİĞER ZIRVALAMALARI:……………….. 168

Ve yine abes ve mevzu’la alakası olmayan cehaletli bir şeyler karalayarak, gûyâ Müslümanların idarecierinin kendilerinden olmasını emreden bazı ayetlerin meallerini vermek suretiyle sergilemiş olduğu abeskârlığının ON BİRİNCİ ÖRNEĞİ:………………………………………………………….. 172

Ve mütezendikâne bir edâ içinde rezil iftira ile Bediüzzaman’a mal etmek istediği karalama bühtanlarının ON İKİNCİ ÖRNEĞİ:…………………………………………………………….. 174

Ve bu eşhasın câhilâne ve İslâm şeriatının uygulamasına ters olarak indî ve şahsî yorumlarından ON ÜÇÜNCÜ ÖRNEK:………………………………………………………….. 177

Tekin Ahmet, zırvalamalarının bir yerinde Hazret-i Üstad hakkında ne diyor biliyor musunuz, diyor ki: “Üstad’ın içine düştüğü açmazlar, içinden çıkılabilecek gibi değildir.” 180

Ve yine Tekin Ahmet ve hempâlarının şahsen mahrum ve uzak oldukları Allah’ın bazı has kullarına bahşeylediği vehbî ilim ve nuru, kendi şahıslarına kıyas ederek, inkâr ve uzaktan hükmeyleme gibi hamâkatlıca dil uzatmalarının ON DÖRDÜNCÜ ÖRNEĞİ: 180

ON BEŞ GÜNDE KUR’AN’I HIFZETMESİ…………………………. 183

VE NETİCEYE BAĞLARKEN 186

BİR ZEYL

KADİR MISIROĞLU’NUN EĞRİ TERAZİSİ 193

Hülasalı bir fezleke: Kadir Mısıroğlunun, Bediüzzaman hakkında hakikate, yazılı kayıtlı gerçek metinlere ve Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat yazılı kendi ifadelerine dayanarak değil, hurefelere, uydurmasyon hayalî beyanlara istinaden yazdığı ve aleme ilan ettiği eğri terazili iddiasına karşı şu ispatlı, senedli, tahkikli yazımızdaki birkaç temel esasları fezlekeli bir şekilde başta burada sıralamak istiyorum:………….. 193

Mısıroğlunun yazdıklarını dayandırdığı kişilerden birisi Prof. Dr. Osman Turan; ikincisi Celaleddin Ökten hocadır. Bu iki şahsın ki, (eğer gerçekten anlatmışlarsa) Mısıroğluna anlattıklarının aslı-faslı olmadığını belgelerle ispatını yapacağım.………………………………………………………………………………………………… 199

Birinci Bölümü: “II. Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said Nursî merhum, o zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II. Abdülhamidin hakkında ileri geri sözler söylemiş. Güya demiş ki: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım…” demiş. 199

İkinci Bölümü: “Bediüzzamanın Mısıroğlunun batıl yorumlarına göre- bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş.”……………………………………….. 199

Üçüncü Bölümü: Yine fasid yorumlarına göre: “Bundan sonra Mabeyne gelmiş, Padişahla görüşmek istemişse de, belindeki hançerini -ısrarlara rağmen- çıkarmadığı için görüşme vaki’ olamamıştır.” 199

“Daha sonra Sultan Reşatla görüşen Said-i Nursi, ondan (Sultan Reşattan) Van’da te’sis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır. Vefatında, bu altınlardan arta kalanlar, benim Eskişehir Askeri ceza evinden hapishane arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşakta kalmış. O da bunları bozdurarak bu günkü “Hayrat vakfı”nı kurmuştur.” 212

Şimdide gelelim, Mısıroğlunun Prof. Dr. Osman Turan’dan işittim dediği nakil ve rivayetine: 219

Rivayetin metni şöyledir: “Bediüzzaman Said-i Nursi, 1960 yılında vefatıyla nihayetlenen Urfa seyahatine çıkarken, Ankara’daki evlerini (Osman Turanın kayin validesi Sultan II.Abdulhamid’in torunu Namıka Sultan Hanımla beraber yaşadıkları evlerini) ziyaret etmiş ve Namıka Sultandan dedesi adına helallık istemiş ve Said-i Nursi merhum şu sözlerle kendisinden helallık dilemiştir:…………………………………………………………………. 219

Güya Bediüzzaman demiş: “Biz gençlik saikasıyla ittihatçıların propagandalarına kapılarak dedeniz merhum Sultan Abdülhamid Han Hazretleri hakkında itale-i kelamda (dil uzatma) bulunduk. Onun (bir) varisi sıfatıyla sizden helallık diliyorum. Bende bir ölüm yolcusuyum. Kabre az mesafem kaldı. Onun namına bana hakkınızı helal ediniz!…” 220

Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Görevlisi, değerli edebiyatçı, sa­dık kardeşim, arkadaşım muhte­rem Maksud Belen Hocanın tak­rizidir.

TAKRİZ

Bu vatanda düşmanlarının elinden garip olmuş, akla gelmeyen maceralara sürülmüş, ağlamış, ağlatıl­mış birçok fedâkâr vardır. Onlar vatan ve millet uğ­runa kendilerini feda etmişler, hain diye damgalan­mışlar, sürgün edilmişler, öz yurtlarında gurbet hayatı yaşamışlardır. Bu gariplerin garibi, küfür ve dalâlet as­rının zifiri karanlığını dağıtan muhteşem bir güneşi, zamanın bir benzeri ve örneği olmayan büyük şahsiyeti Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleridir.

Hayal dünyasında yaşamıyoruz. Olayları olduğu gibi kabul ediyor, gerçeklerin ortaya çıkarılmasını isti­yoruz. Rastgele yürüyerek koşarak gerçekler görülmez. Alain: “Düşünmek için durmak lazımdır” der. İlim adamı, filozof ve sanatkâr durur, derinleştirir ve uzun uzun yoklar. Ama ne yazık ki, bugüne kadar, yıllardır, ideolojik şartlanmışlıkla karşı görüşün varlığına bile tahammül edilemeyen günümüz Türkiyesinde her önüne gelen, Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleriyle alakalı olarak, yoklamadan, derinleşmeden, çalakalem, rastgele yazılar yazmış, düzmece tefrikalarla onu göz­den düşürmeye çalışmıştır. Nice nice, yazar diye tak­dim edilen kimseler, Bediüzzaman güneşini balçıkla sı­vayıp örtmeye yeltenmişler; isim yapmış şöhretler, devlet adamları ve tanınmış yazarlar da kitaplarında, makalelerinde Said-i Nursî gerçeğini tamamen ters yüz ederek takdim etmeye çalışmışlardır. Bunlardan bazı­ları kendi sahalarında her ne kadar bilgili ve otorite ol­salar da Bediüzzaman konusunda son derece cahildir­ler, bilmiyorlar, bilemiyorlar ve de bilmek istemiyorlar. Ziya Paşa’nın: “Erbâb-ı Kemâli çekemez nâkıs olanlar

Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan” beytinde dile getirdiği gibi, yarasanın gözünün ışıktan incinmesi gibi, onların da Bediüzzaman nurundan, ışığından gözleri rahatsız olmuştur, incinmektedirler.

Ortada, masumiyeti yüzlerce mahkemelerde kaziye-i muhkeme halini almış, ilim dünyasınca kabul görmüş ve bilirkişilerce tasvip edilmiş; olayları objektif açıdan ele alan, gerçekleri akla uygun şekilde izah ederken Kur’an ve Hadis beraberliğinde kâinat kitabını sayfa sayfa okuyan, İslâm âleminin geleceğine temel teşkil edecek düşünceler, metotlar sunan ve Müslümanların ilim ve teknik sahasında hakimiyetini hazırlayan, in­kârı imkansız bir “Risale-i Nur” olayı vardır. Sosyal hayatın maddi, manevi ve siyasi ortamında derin izler bırakan bu fikir hareketine ve “Nurculuk” tabiri ile “Said-i Nursî” ismine asla, sınır çekilip şüphe gölgesi düşürülemez!..

Muhterem Abdülkadir Badıllı’nın, Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerine ve Risale-i Nurlara gelen tenkit ve itirazlara, bundan önceki ki­taplarında olduğu gibi bu defa da, “Hakikat Semasın­dan Müfterilerin Başlarına İnen Ateşli Şahaplar” kita­bında, “Kur’an, Hadis, Risale-i Nur ve Sadık Şahitler” kaynaklı ve mesnetli olarak; gerçekçilik zeminine tesbit edilmiş, ilim ahlâk ve geleneğine yakışır bir şekilde verdiği muknî, müsbit cevaplar gerçekten tebrik ve takdire şa­yandır. O, Hazret-i Bediüzzaman’ın: “Talebe­liğin hâs­sası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.” vasiyetine bi-hakkın uya­rak Üstadına ve Risale-i Nurlara gerçek ve sadık bir talebe olduğunu yaşayarak gösteren bir Nur talebesi­dir.

Kitabı bitirince ve hatta ilk sayfalarını okuyunca aynı kanaata sizler de varacaksınız. Bunda hiç tereddütüm yok. Bu kitap için hak ve nur yolunu tu­tanların, marşı, neşîdesidir desem sezâdır…

Yürüdüğün bu sadakat çizgisinde yeni istidatlar seni takip edecektir, gönüller dolusu tebrik ve teşek­kürler Abdülkadir Badıllı Ağabey!.. Nice sağlıklı, uzun ömürler dilerim.

Selam, Hüdâ’ya tabi olanlara olsun.

Maksut Belen



بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ

TAKDİM

Bana bir kitap gönderdi bir dostum; meşguliyetle­rimden dolayı açıp da bakamamıştım. Sonra bir gün açıp baktım, gördüm ki: Hâşâ!.. Kitap, ismiyle alakası olmayan bir iftirânâme düzmecesi… Hem gördüm ki, yalan, bühtan ve tahrif halitasından yoğurulmuş bir saldırganlık fezlekesi… Hem onda gördüm ki, İslâmın müçtehit, muhaddis ve mücedditlerinin Kur’an’dan ve sünnetten aldıkları nurlu, müstakim fehim ve anlayış­larının zıddıyla, haddini hadsiz derece aşmış ve Kur’an ayetlerini kendi şahsi rey ve keyfine göre uydurmaya çalışan, ama kitabına da “Kur’an Dersi” diye ad koyan bir şahıs olarak karşıma çıktı.

Evet, adı geçen kitabın mahiyeti aynen böyle. Bu iddiamı ispat etmezsem o vasıflarla ben muttasıf ola­yım.

Kitabı yazanın ismi “Ahmet Tekin”. Yani Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) en büyük ikinci ismi olan “Ahmed” değil, Ahmet.([1])

Bu ismi ben tanımıyorum; kimdir, neyin nesidir?.. İslâmın icmâ-i ümmetinin akide ve anlayışı çerçeve­sinde İslâmı anlayan ve anlatan ve Allah’ın Kur’an’la gönderdiği mukaddes dine hizmet yolunda istikametli, nurlu eserler vermiş ve hakka hizmetlerde bulunmuş birisi olarak işitmemişim. Her ne kadar, bu adamın kendisine uygun bazı televizyon kanallarında bir takım sohbetler yaptığını ve bazı kitapları olduğunu internet­ten öğreniyoruz. Fakat onun o sohbetleri ve kitapları, şu elimizdeki “Diyologculara Kur’an Dersi” tipi şeyler ise ve yalan, iftira ve cehil halitasından ibaret ise, Allah korusun…

Peki bu adam kimdir acaba?!.. Bence o, kimliğini kendisi izhar eylemiş, yani yazdığı kitabı, İslâm dininin ikinci ana direği ve büyük rüknü olan hadis ve sünnet ilmini ve mefâhimini bilmeyen, belki de görmeyen, görmüşse de hiç nazar-ı itibara almayan, ayrıca da İslâmın dört hak mezhebinin dahi imam ve müçtehitle­rinin din namına istikametkarane teşrih eyledikleri nurlu içtihatlarına hiç iltifat etmeyen bir şahıs olarak karşımızda arz-ı dîdâr etmektedir.

Yazarın vaziyeti böyle olunca, kitabında görülen tarz-ı üslûp ve menfice bozma hâl ve hareketi ve buna uyan tahripçi girişimi ile, bir gizli ifsat komitesinin mi­litan bir elemanı, ya da maşası olduğu hakkında kuv­vetli işaretler veriyor gibidir.

Böylece, mezkûr hal ve vaziyetleriyle menfi işaretler veren bu kitabın şu vaziyetlerini, hakikatli ve müskit cevaplar ihtiva eden kitabımızın sahifeleri arasında şeksiz ispatlarla ortaya koyacağız inşaallah.

Kitabın yazarı iftiranamesinde sergilediği müte­reddi tavırlarla çok aleni olarak, o muazzez Üstadü’l- enâm Hazret-i Bediüzzaman’a gayet bî-edebane özel bir maşalık üslûpla saldırgancasına olan iftiralarına karşı, bizim de من تكبّر على المتكبِر صدقة kaziyesine uya­rak, hilim ve kavl-i leyyin ile değil, onun üslûbuyla, ama iftira ederek değil, hakikatın keskin kılıncıyla mukabele etme durumundayız. Bu bizim bir hakkımız­dır. Bu şahıs, gerçi yer yer “Merhum Üstad, rahmetlik Said Nursi” gibi kelimeler kullanmaktadır. Ama arka­sında tahrifli iftiralarını da düzmektedir ki bu, bir adam birisine : “Haşa senden ama, sen şusun, busun.” diye şetmetmesine benzer. Yani bu adamın zahir suret­teki bazı lâfları samimi olmadığı gibi, bir aldatmacadır.

Evet meseleyi künhüyle bilemeyen, hakikatını tam müdrik olamayan ve yakından alakadar olup tetkik edemeyen ve uzaktan bakan bazı din alimlerimizin veya safîkalp bir kısım din kardeşlerimizin, belki de kendine göre iyi bir niyetle Nurlara ve mesleğine karşı bir takım itiraz ve tenkitlerini elbette hoş görürüz; ve hilm ve sekinet içinde medar-ı tenkit olan meseleyi izah ederek anlatırız. Bunu Cenab-ı müellif Üstadımız da hep tavsiye eder.([2]) Amma bu vaziyetin, bilerek kasıt ve garazla düşmanâne bir tavırla sırf Nurları ve Nur Mü­ellifini çürütmek; gizli düşman bazı komiteler adına tenkit ve itirazlarla, iftira ve yalanlarla Nurlara karşı cephe almak ise, işte o zaman durum değişir. Üstadı­mızın: “Ben şimdiye kadar hilaf ile vifakı bir yapmak fikrinde idim. Enaniyete karşı gelmek, daha ziyade ka­barmak havfiyleانّ للباطل صولة ثمّ تضمّحلّ eme­liyle hakikatı sükut içinde sakladım” ya da, Yunanis­tan’lı büyük din alimi (Aslen Balıkesir Gönen’li) Hafız Ali Reşad’ın:

“Zenbe nâdim, gayri hadim, din için hep hadimiz

Neşr için nur mesleği satvetli seyf-i sârimiz” dediği gibi.

Ve yine Üstadımız Hazret-i Bediüzzaman’ın “… Benlikleri firavunlaşmış derecede imana ve Risale- Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedâfü vaziye­timizde tevazu ve mahviyet göstermek büyük bir cina­yet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlak-ı rezile olur.”([3]) dediği gibi, artık sulh yolu ile bile­rek yanlış telakkilere alınmış meseleleri sükûnet içinde anlatma işi kapanmış, sinsi muarızları hak ve hakikatın haydarane darbeleriyle tar u mar edip, hâk ile yeksan etmeye gücümüz bi-iznillah vardır.

İspat edip ortaya koyacağımız meseleleri, yani iftira ve yalanlarla saldırıya uğramış meseleleri deşifre edip yazarken, kimseye yalan ile iftira etmeyeceğiz. Ben ifti­rayı bir namertlik, bir münafıklık şiarı kabul edenler­denim. Umum Nur Talebeleri de öyledir. Hele yalanı Allah’a olan imanıma zıt, muğayir ve çirkin bir şey bi­lenlerdenim.

MAHUT KİTABIN İSMİ

Kitaba, daha ilk başta isminden, çirkin bir yalan ve kabih bir iftira mekanizması olduğu anlaşılmaktadır ki, “Türkü Hristiyanlaştırma, İslâmı Tasfiye Ta­şeronla­rına, Diyalogçulara Kur’an Dersi” şeklinde isim veril­miş.

Bu tabirle ünvanlaştırılan kitap, bir müfsit komi­teye mensubiyeti ifade ediyor ki, o zaviyeden doğru if­tira şaklabanlıklarının baykuşluğunu yapacağı anlaşı­lıyor. Bu ise, Türkiye’de yaşamakta olan Türk, Kürt, Arap vd. tüm Müslümanlara fevkalâde çirkin bir haka­rettir. Yani Türkiye Müslümanlarının cahil, müzebzib ve dinlerine bağlılıkları ince bir iple bağlı olduğu, basit bir propaganda ile hemen Hristiyanlaştırılabilecek kimse­ler olduğunu iddia etmekdir. Böylesi bir iddia ise, ya çatlak ve oynak bir aklın hamakatındandır, ya da Hristiyanlık için çabalayan misyonerler tarafından ki­ralanmış menfi yönden propagandacı bir militanlıktır.

İngilizler dört yüz sene Hindistan’da hakim olarak kaldı, Hristiyanlaştırmak için her çeşit araç ve gereci kullandı da, acaba kaç kişiyi Hristiyanlaştırabildi?..

Tarih gösteriyor ki, Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar hiçbir Müslümanın akli muhakeme ile İslâmı bırakıp Hristiyan olduğu görülmemiştir. Ama taklit, makam, para vesaireye kanıp Hristiyanlaşanlar olmuşsa da bunlar pek azdır. Lâkin Hristiyanlardan gelip Müslü­man olanlar pek çoktur, milyonlarcadır. Bugün dahi, dünyada Müslüman olanlar günlük yüz kişiden aşağı değildir.

Mahut kitapta, Fethullah Gülen Hoca, İlahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve eski Diyanet reisliği yapmış Prof. Dr. Süleyman Ateş’e ağır hakaret ve çir­kin yakış­tırmalar var. Bu zatlar hayatta oldukları ve her birisi bu şahıs gibi yüz tanesini yüz sene okutacak İslâmî ilim ve bilgiye sahip oldukları ve buna cevap vermekten aciz olmadıkları için, bizi bu zatlar namına müdafaaya sevk etmemektedir.

Bununla beraber, mahut kitabın yazarı, mezkur üç zat-ı muhteremin kitaplarından naklen aktardığı: “Kur’an’daki Yahudi ve Hristiyanları tevbih edip azar­layan ayetler, eski zamanda Asr-ı Saadet’te yaşamış Yahudi ve Hristiyanlara aittir, bu zamandakilere de­ğil.” bir de yine o zatlardan naklen: “İslâm dini ile, Ya­hudi ve Hristiyan dinleri her üçü de, bugünkü haliyle de aynı seviyede hak ve semavî dinlerdir” gibi bir takım iddialar hakikaten varid olmuşsa (Şahsen bu üç zevat-ı kiramın o kitaplarını bizzat görüp tahkik etmiş deği­lim). Lakin Tekin Ahmet’in, elimizdeki bu kitabında Hz. Üstad Bediüzzamandan diye aktardığı tahrif ve if­tiralı şekildeki gibi ise, o zaman iş değişir. Ben bir Ri­sale-i Nur talebesi olarak o gibi telakki­lere, ya da içti­hatlara katılmadığımı, hatalı ve hatarlı gördüğümü bu­rada peşinen belirtmek isterim.

Abdülkadir Badıllı



GİRİŞ

Kendilerini Kur’ancı takdim ederek, lâkin hakikat noktasında Kur’an’ın Kâinat-şümul mefahim ve ka­nunlarından habersiz ve bî-behre iken, Kur’an isminin gölgesine sığınan ve o ismi menfi ideolojik mefkurele­rine alet ve siper yapmaya yeltenen Ahmet Tekin isimli şahsın yazdığı, belki de ona yazdırıldığı, “Diyalogçulara Kur’an Dersi” adlı tezvirnamesinde yer alan tahrif ve iftiralar pek çoktur. Bunları biz birkaç madde halinde ele alarak, açık ve seçik bir tahlil süzgecinden geçirip tartacağız ve ehl-i hakikat ve basiretin gözleri önüne vaz’edip hakemliklerine bırakacağız, ta ki zahir ve ba­hir görülsün ve bilinsin ki, bu yalanların, bu iftiraların kökü derindir. Şimdi değil, eskilerden beri aynı metot, aynı sistem ile gizli mihrakların emirberliği namına yapıla geldiğini herkes görsün. Evet, Üstat Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleriyle düşmanlık içinde böyle uğraşanların kimler olduğunun, gayeleri­nin ne olduğunun deşifre edilip meydana çıkarılması gerekmektedir.

Sual: Acaba hakikaten, şimdi olduğu gibi, eskilerde Bediüzzamanla menfi ideolojik akımlar hesabına, ya da sinsi ifsat komiteleri adına, düşmanlık içinde uğra­şanlar oldu mu?.. Ve bunlar son derece namertçe ve münafıkâne çirkefli iftiraları sıçratmaya teşebbüs et­tiler mi?.. Ve bu sinsi, münafık gibi insanlar neler yazıp neler dediler?!..

Cevap: Evet, Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, hikmetinin iktizası olarak, bir dâr-ı imtihan olan dünyada imti­hana tabi tuttuğu insanları, bilhassa insanların rehber ve mürşitleri olan peygamberleri ve peygamberlerin vâ­risleri olan büyük ulema, müçtehit ve evliyaları, onun dinini tebliğ vazifesinde, o imtihanın en zor ve çetin olanından -derecelerine göre- geçirmeyi âdet etmiştir. Şu ahir zamanın en dehşetli şer ve fitneleri zamanında enbiyaya mutlak surette tabi olmuş olan Bediüzzaman gibi bir müceddid-i ulülazmı da âdetullah olan o imti­hanla imtihan eylemiştir. O zat ise, bu imtihandan mu­zaffer olarak salim ve ganim çıkmıştır.

Evet, bu sırr-ı imtihanla kaderin hikmetli kanunu ve izniyle ona düş­manlık eden, sûikastlar hazırlayan, zehirler yutturan; ayrıca da münafıkâne iftiralarda bulunan, onun hak ve hakikat olan, Kur’an’ın ve sün­netin malı bulunan ifade ve beyanlarını (ya cehalet ve gabavetlerinden veya münafıkane sinsi garazlarından) tahrif ederek, zıtla­rıyla manalandırmaya yeltenen gruplar, resmî ve gayrı resmî şahıslar, onun hayatı bo­yunca bulundukları gibi, şimdi halen de bulunmakta­dırlar. Ama hususiyle Haz­reti Üstadın vefatından sonra, “derin devlet”in direk­tifleriyle çeşitli sahte bro­şürleri, reddiyeleri, adı sanı ol­mayan matbaalar adını vererek dağıttılar. Şu söyledi­ğimiz hadiseler ispatlıdır, kat’îdir. Belgeleri tarihçe­lerde, hususiyle Mufassal Ta­rihçe-i Hayat’ta tafsilen kayıtlıdır. Ayrıca da merhum Eşref Edip Fergan Bey’in (Sebilürreşad mecmuası sa­hibi) araştırıp yazdığı “ Ri­sale-i Nur Muarızları Yazar­ların İsnatları Hakkında İlmî Bir Tahlil” adlı kitaba da bakılması tavsiye olunur. İsterseniz, mevzuun maka­mıyla alakalı olarak, önce cenab-ı müellif-i Nur mübeccel Üstad’ı dinleyelim, sonra da diğer bazı ör­neklere atf-ı nazar edelim:

1. T.C. ilk devre meb’usu (milletvekili) Erzurumlu Muhammed Salih Yeşiloğlu’nun, Üstad’ın hayat men­kıbesiyle ilgili sorduğu suallerine karşı Üstad’ın yazdığı bir mektubundan:

Otuz sene evvel([4]) Dâr-ül Hikmet a’zası iken, bir gün arkadaşımızdan ve Dâr-ül Hikmet a’zasından Seyyid Sa’deddin Paşa dedi ki: "Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve ken­disi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremiyeceğiz. Bu­nun vücudunu kaldırmalıyız." diye senin i’damına hükmetmişler. Kendini muhafaza et." Ben de "Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etmez" dedim.

İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü’ etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa([5]) imha için hapse ve onbir defa da beni zehirlemeye çalışmış­lar (şimdi ondokuz defa oldu.)([6])Emirdağ Lahi­kası-1 (193)

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, sözünü ettiği şu gizli zendeka ve gizli ifsat komitelerinden çok defalar mektup ve müdafaalarında bahseder. 1948’de Afyon hapsine alındığında Savcı Abdullah Gönen: “Türkiye’de öyle gizli komiteler falan yoktur” şeklindeki iddiasına karşı, Hazret-i Üstad: “Savcının bu davası yalandır ki, Kominist ve Mason ve Taşnak gibi komiteler lisan-ı halleriyle. “Bu iftiradır, biz meydandayız.” derler; ve otuz seneden beri emsalsiz bir tarzda Said’in başına gelen elim hadiseler, hususan bu on ay tecrid-i mutlak (Afyon hapsindeki tecrit) ve Said’in her şeyi bırakıp bü­tün kuvvetiyle Kur’an için o mütecaviz din düşmanla­rına karşı yüz Nur Risaleleriyle galibâne çalışması, o yalan davayı yüz cihetle tekzip eder…”([7])

Evet, daha ilk başlarda, İttihad-Terakki fırkası içinde çöreklenen Farmason gizli zendeka grubuyla başlayan ve sonraları birbirlerinden görevi devralmala­rıyla silsile halinde devam eden ve gele gele 1947’lerde İçişleri bakanını kandırmaları sonucu, Hazret-i Üstad’ı öldürmek için gelen iş’arlar üzerine bir bedbaht amirin emriyle bir memurun eliyle Emirdağ’ında Üstad’ın su testisine zehir koydurtulması gibi, aynı günlerde, vazi­feli üst bir memurun emri altındaki bir polisin girişi­miyle de son derece şeni’ bir iftirayı düzmeye kalkışıldı. Bir kağıda: “Her akşam tepsilerle yemek ve baklavalar ve içkilerle birlikte fahişe kadınların onun evine girip çıktıklarını gördüm.” diye yazarak bu kağıdı herhangi bir adama şahit olarak imza ettirmeye çok çalışmışlar, fakat bu vicdansızca şahitlik için kimseyi bulamamış­lar. En son bir sarhoş ayyaşı yakalayıp tehdit ederek: “Gel bunu imza et.” demişler. O adam ayyaş ama vic­danı kiralık olmadığı için, kağıdı görünce: “Tevbeler tevbesi, bu rezil iftirayı kimse imza etmez. Çünki her­kes o zatı bilir ve tanır.” demiştir. Bu feci hadise “Emirdağ Lâhikası-1” kitabında hülasayla ve “Mufassal Tarihçe-i Hayat” eserimizde tafsilen kayıtlıdır.

Şimdi de, bu son üç dört senelerde “Süleymaniye Vakfı” adamları, hususan “Bayındır” soyadlı bir hoca ve arkasından bu Ahmet Tekin, öncelerinde ise, Haydar Baş isimli bir şahsın damad-ı hümayunu ve “Yeni Me­saj” gazetesi başyazarı Muharrem Bayraktar ve aynı gazetenin diğer bir yazarı Emin Koç ve başka bir yazar Aytunç Altındal gibi şahıslar, adı geçen gizli ifsat ve zendeka komitesinin kumandası altında iş ve ağız bir­liği yaparak herbirisi başka bir yandan iftiralı saldırı­larına mukabil “Güneş Üflemekle Sönmez” adı kitabı­mızla, bütün yalanlı iftiralarını, bühtanlı hokkabazlık­larını gün yüzüne çıkarıp ve hakikat meydanına döküp ayaklarımızla çiğner tarzında tarumar eyledik, elham­dülillah.

Şimdi ise, yeniden aynı ağız, aynı metot, aynı üslûp ile, iftira mekanizmasının komutasını eline alan şu Ahmet Tekin’e dönüyoruz. Gerçi bizim adı geçen “Gü­neş Üflemekle Sönmez” kitabımız, yeni ve Masonik bir ağızla meydana çıkan bu şahsın ve benzerlerinin iftirakâr sözlerine de cevap ise de, lâkin manevi harp ve cihat seccal olduğu için, yeniden ve tekraren hakikat süpürgesini elimize alarak iftira ve bühtan kazuratla­rını temizlemeye başlamak durumundayız. Allah (CC) tevfik ihsan eyleye.

Abdülkadir BADILLI



MÜHİM BİR MÜLAHAZA

Kitabımızın “Giriş” bölümünden sonra, Ulemâ-yı İslâmın en mümtaz, en a’lem ve en büyüklerinden sa­yılan İmam-ı Gazalî, İmam Celaleddin-i Süyûtî ve İbnu Hazemel Endülüsî ve İmam-ı Tahavî gibi zatların akide-i ehl-i İslâm noktasından hakikatlı, ilmî ve müs­takim görüşlerini kitabımıza Birinci Bölüm yaparak derc etmek istiyoruz. Akide ve tahkikli müvazeneler et­rafındaki tartışmalar şu birkaç maddeler etrafındadır.

Birinci Madde: Peygamberimiz Efendimiz Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) risalet ve tebliğini işitenlerin ve ona iman etmeyenlerin tamamı kâfir ve ehl-i cehennem midirler? Bunları bir sınıflandırmanın (yani Resulullah’ın risaletini işitme şekil ve telakkilerinin) imkânı, (akıl dini olan İslâma göre) yok mudur?

İkinci Madde: Bu zamanlarda da, nev-i beşer içinde Fetret devrinin bazı iz ve kalıntıları yok mudur? Çünki Fetret ehli, ehl-i necattırlar?

Üçüncü Madde: Cehenneme giren çok zayıf imanlı da olsa, ehl-i imanın azap müddetini geçirdikten sonra, Cehennemden çıkartılıp kurtulmaları nasıl olacaktır?

Dördüncü Madde: Ebedi cehennemlik olan kâfir­lerin cehennemdeki vaziyetleri nasıl olacaktır, hep aynı tarz dehşetli ve şiddetli olarak azapları bitmeden mi devam ede­cektir?

İşte bu maddelerdeki suâllerin cevabını bulmak, ufak bir araştırmayı gerektirmektedir. Buna göre kita­bımız üç fasıllı olacak.

Birinci faslı, az üstteki dört madde ve suâllerin ce­vabı etrafında olacak. İkinci Faslı, Tekin Ahmet’in ve benzerlerinin tahrif ve iftiralarına karşı cevapları ih­tiva edecek. Üçüncü Faslı, aynı şahsın dindeki cehalet ve bilgisizliklerini ortaya koyacaktır.



BİRİNCİ FASLIN BİR MUKADDİMESİ

Eskideki Haricîler ve bir kısım Mu’tezileler bazan kendilerini Kur’ancı ve Kur’an’a karşı sadakatlı kim­seler addediyorlardı da, hadis ve sünnete iltifat etmez, hatta belki inkâr edip kabul etmez bir vaziyette idiler. Şimdi de, o zamanki hadisçe “Mârikîn” ünvanını almış o Haricîler yerine, bu zamanda da kendilerine “Selefî” veya “Kur’ancı” adını vermiş kimseler de Resulullâh’ın (A.S.M.) hadis ve sünnetini inkâr ve kabul etmeme su­retinde arz-ı endam edenler görünmektedirler. Ehl-i sünnet ve’l-cemâat icmâının ittifakıyla: “Sünneti bil­meyen Kur’an’ı anlayamaz.” Evet, çünki hadis, Kur’an’ın şerhi, tercümesi ve tatbikatıdır.

Bu makamda teberrüken İmam Celâleddîn-i Süyûtî’nin (R.A.) “El-Hâvî li’l- Fetava” kitabından çok mühim birkaç sözünü nakletmek istiyorum, diyor ki:

“Malumdur, Kur’an’da mücmel, müphem ve muh­temeller vardır. Bu her üçü de sünnete (yani hadîse) muhtaçtır ki, onu açıklasın, tayin etsin ve izah eylesin. Kat’iyyen sabittir ki, Hazret-i Ömer bin el-Hattab (R.A.) demiştir ki: “İleride bir kavim çıkacak, sizinle Kur’an’ın müteşabihatıyla mücadele edecek. Siz onları hadislerle tutun. Çünkü ashab-ı sünen (hadis alimleri) Allah’ın kitabını (Kur’an’ı) daha çok iyi bilirler.”

İmam Süyûtî Hazretleri devam ederek der ki: “İbn-i Sa’ad,([8]) Abdullah bin Abbas’tan (R.A.) tahriç etmiş ol­duğu bir rivayette demiş ki: “Hazret-i Ali (R.A.) beni Hâricîlerle gidip konuşmam için gönderdiğinde, bana dedi ki: “Onlara git, onlarla mühasame yap (yani tartış) fakat Kur’an ile deliller getirerek tartışma. Çünkü Kur’an çok vücûha sahiptir (yani, ayetin çok çeşitli ma­naları vardır). Amma sünnet ile onlarla tartış. Hazret-i İbn-i Abbas (R.A.) Hazret-i Ali’ye (R.A.): “Ya Emîre’l-mü’minîn, ben onlardan çok daha Kitabullahı bilirim. O, evlerimizde nazil oldu. Hazret-i Ali (R.A.) demiş: “Evet doğru söylüyorsun, fakat Kur’an, çok yüzleri olan bir cemaldir (bir güzelliktir). Sen Kur’an’dan söylersin, onlar da söyler. Amma eğer sünnet ile onlarla tartışır­san, onlarda kaçacak bir yer kalmaz.”

Hazret-i İbn-i Abbas (R.A.), onlara gider, sünnetin delilleriyle onlarla tartışır, onların elinde bir delil, ka­çacak bir yer kalmaz olur.

Yine Hazret-i Celâleddîn-i Süyûtî (R.A.) demiş ki: “Yahya bin ebî Kesir demiş: ‘Sünnet, Kur’an’a kadîdir. Yani onun manalarını izhar eyleyip tefsir edendir.”

Hem yine İmam Süyûtî demiştir ki: “İmam Fahredin-i Râzî demiş: Kur’an hem muhkemata, hem de müteşabihata müştemildir. Müteşabihat kısmının anlaşılması teviller tarikıyla olan ilme muhtaçtır. Bu ilmin öğrenilmesi için ise, birçok ilimlere ihtiyaç göste­rir, lûgat, nahv, maânî, beyan ve usûlü’l-fıkıh vesair gibi ilimler lazımdır.”([9]) İmam Süyûtî (R.A.) bahsin so­nunu bağlarken der ki: “Ben de derim: Madem hakikat böyledir, nasıl olur, Kuran’ın fehmi için şart kılınan şu ilimlerden birisinde dahi yakîniyet elde edemeyen bir adam, ki (bu ilimler on beş kadardır) Kur’an’da alimmiş gibi, konuşması nasıl helal ve câiz olabilir. Ve Kur’an’ın ayetleriyle, herhangi bir hüküm, ya da her­hangi bir meselede, istidlâl yolundan cahil ve şartları­nın tahsi­linden aciz iken, deliller getirmeye nasıl cür’et edebilir. İşte bu kabil kimseler hakkında varid olmuş olan şu hadis-i şerife dikkat etmek gerekmektedir:

من قال فى القرآن بغير علم فليتبوّأ مقعده من النّار

Başka bir rivayette hadisin son cümlesi yerine : فقد كفر denilmiştir. “Yani, kim ki, ilimsiz bir tarzda Kur’an’ı kendi görüşüyle tefsir ederse, o kişi cehen­nemde yerini hazırlasın.” İkinci rivayette ise: “O kimse küfre girmiş olur.”

İşte görüldüğü üzere, Kur’an’ın geniş manalarının hakkıyla anlaşılabilmesi için, az üstte adları geçen on beş kadar ilimlerin gerçek manasıyla tahsilinden gayrı, Resulullah’ın (A.S.M.) sünnetinin çok geniş ilimlerinin kâmil manasıyla bilinmesine vâbestedir. Evet, çünkü hadis, Kur’an’ın manalarının şerhli tatbikatıdır. Ehl-i sünnet ve’l-cemaatın dahi müçtehit ve kamil müceddit alimleri de bunu böyle kabul etmiş ve böyle amel et­mişlerdir. Hadisçe “Mârikler” diye vasıflandırılmış. Ha­ricîler ve onların bu zamandaki mukallit çömezleri ise, varsınlar Mârikliklerinde ısrar etsinler.



BİRİNCİ FASIL

BÜYÜK İSLÂM ULEMÂSININ GÖRÜŞLERİ

BİRİNCİ FASLIN BİRİNCİ MADDESİ

Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa’nın (A.S.M.) peygamberlik veya risaletinin tebliğini işiten­lerin birkaç sınıf ve fırkada olduğunu tahlil ve teşrih edip izah eden İmam-ı Gazâlî (R.A.) ve İmam-ı Celâleddîni’s- Süyûtî’dir (R.A.)([10]) Ve bir de bu iki zatın kitaplarında araştırma yapan Dârü’l-Fünûn-ı Osmâ­niye muallimlerinden ilm-i kelâm hocası Abdüllâtîf-i Harpûtî’dir.

Önce İmam-ı Gazâlî’den (R.A.) başlayalım: Gazâlî Hazretleri (R.A.) Hazret-i Aişe’den (R.A.) rivayet edil­miş bir hadis-i şerifi naklettikten sonra, çok mühim ve rahmet-i vâsia-i İlâhiyye noktasından gayet değerli, nâfiz bir içtihat ve kıyaslarla bir meseleyi vuzûha ka­vuşturmuş­tur. Hadis-i şerif şöyledir (meâlen): “Hazret-i Âişe (R.A.) demiş ki: Bir gece Peygamberi (A.S.M.) kay­bet­tim. Onu bulmak için etrafa baktım, gördüm ki, “meşrube” denilen üstü açık odacıkta namaz kılıyor. Onun başı üstünde üç nurun parladığını gördüm. Resulullah (A.S.M.) namazını bitirdikten sonra: “O kim?” dedi. Dedim: “Ben Aişe Yâ Resulallah!” Dedi: “Sen o üç nuru gördün mü?” Dedim: “Evet, Yâ Resulallah.” Bunun üzerine ferman etti ki: “Rabbimden (Rabbim tarafından) birisi bana geldi, bana şöyle bir müjde verdi ki, Allâhu Teâlâ ümmetimdem yetmiş bi­nini hesapsız ve azapsız cennete koyacaktır. Sonra, ikinci nur içinde Rabbim tarafından gelen birisi de beni şöyle müjdeledi ki: Allâhu Teâlâ ümmetimden o yetmiş binden herbirisinin yerinde yetmiş binini daha hesapsız ve azapsız cennete koyacaktır. Sonra, üçüncü nurun içinde Rabbim tarafından gelen birisi de beni müjdeledi ki: Allâhu Teâlâ ümmetimden herbirisinin yerinde yetmiş bin olarak fazlalaşanların herbirisinin yerine de yetmiş binini daha hesapsız ve azapsız cennete idhal edecektir.”

Hazret-i Âişe (R.A.) der ki: “Ben, Yâ Resulallah se­nin ümmetin bu sayıya ulaşmıyor ki!” dedim. Resulullah Efendimiz (A.S.M.) ferman buyurdular ki: “Size, namazı, orucu olmayan A’raptan bu sayıyı Allah tekmil edecektir.”

Bu hadis-i sahihin naklinden sonra Hazret-i Gazâlî der ki:

“İşte bu hadis ve emsali haberler gibi rahmet-i İlâhiyenin genişliğini bildiren rivayetler çoktur. Ve bu iş, has olarak ümmet-i Muhammed (A.S.M.) hakkında olmakla beraber derim ki: O (geniş) rahmet-i İlâhiyye geçmiş ümmetlerin çoğuna da şâmildir. Her ne kadar o ümmetlerin birçoğu ateşe arz olunurlarsa da. Onlardan bir kısmı, ya bir lâhza, ya da bir saatte, yahut da, öyle bir müddette olur ki, ona, “ateşe gösterildi” diye isim verilmesi olacak.

Hatta ben diyebilirim ki, bu zamanda da Rum Hristiyanlardan çoğu ve Türkler de rahmet-i İlâhiyenin şümûlü içinde olacaklardır, inşaallahü Teâlâ. Yani, onlar ki Rum diyarlarının en uzak semtlerinde, Türkler de (Uzak Doğu gibi) yerlerde bulunduklarından, Kur’an ve Resûl-i Zîşân’ın daveti onlara ulaşmayanlardır. Bunlar ise üç sınıftırlar:

1. Sınıf: Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) ismi ken­dilerine hiç ulaşmamış kimselerdir. İşte bunlar ma’zurlardır (tekliften muaftırlar).

2. Sınıf: Peygamber’in (A.S.M.) ismi ve vasfı, pey­gamberden zuhur etmiş mucizeleri kendilerine ulaşmış ve İslâm beldelerine mücavir, komşu olup Müslüman­larla görüşmeleri olanlardır. İşte bunlar, eğer İslâm davetini kabul etmemişlerse, o durumda bunlar mülhid kâfirlerdir.

3. Sınıf ise: Evvelki iki sınıfın ortasındadırlar ki, bunlara Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) ismi ulaşmış, ama sıfat ve vasfı ulaşmamıştır. Belki de bunlar ço­cukluklarından beri Peygamber (A.S.M.) hakkında işit­tikleri şudur: “Yalancı, aldatıcı birisi çıkmış, ismi Mu­hammed olup peygamberlik davasında bulunmuştur. Nasıl ki bizim Müslümanların çocukları duymuşlar ki: “Adı Mukaffi’ olan bir yalancı, Allahın kendisini pey­gamber olarak gönderdiğini yalandan dava etmesi” gibi bir şey.

İşte bunlar da, bana göre, evvelki sınıf manasında­dırlar. Çünkü, bunlar Peygamber’in (A.S.M.) hakiki isim ve vasfını değil, evsafının zıddını işitmişlerdir. Bunun için o işitme bunları gerçeği araştırma husu­sunda tahrik edici olmamıştır.”

İşte Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (R.A.), halis ve ra’nâ ve isabetli bir içtihad ile fasledip Dîn-i Muham­medî adına ortaya koyduğu hükmü ve re’yi budur. O zât-ı müçtehid, ne Eş’arîlik, ne Matürîdîlik, ne de Şafi’î ve hanefîlik adına konuşmuyor. Çünkü o zat, hem müç­tehittir, hem müceddittir. Yani avamlar gibi mukallit değildir. Kur’an ve sünnet adına hüküm veriyor.

Hakikat-ı hâl böyle iken, bazı molla ve hocalarımız, Hazret-i Bediüzzaman’ın İkinci Cihan Harbinde bom­balar ateşi altında helâk olup felâketler çeken, mazlum ve bîhaber Hristiyanların masum çoluk çocuklarının, çaresiz kadın ve hastalarının o zulüm ve ceberut içinde ölümleri hakkında: “On beş yaşına kadar olan çocukla­rın, hangi dinde olursa olsun, şehit hükmündedir. On beş yaşından yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu cehennemden kurta­rır. Çünkü, âhirzamandamadem fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkâydlık gelmiş, ilh…

İşte İmam-ı Gazâlî’nin (R.A.) zamanı H. 450 (M. 1058) dir ki, Üstad’ın o mektubu yazdığı seneden 882 sene evveldir. Hicriye göre olsa, 900 küsûr sene olmuş olur. Hazret-i İmam’ın zamanı ki, İslâmın şa’şaalı dev­ridir, hem Asr-ı Saâdet’e daha çok yakındır. O zamanda o tarz bir çeşit fetret hükmediyorsa, dokuz yüz sene sonraki zamanda o fetretlik herhalde daha fazla ola­caktır. Bununla beraber, Hazret-i Üstad büyük İslâm alimleri arasında tartışmalı bir mevzu’ olan “Fetret var mı, yok mu?” kritiğine girmeden “fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkâytlık gelmiş” diyor, mahzâ fetret hükmediyor demiyor. O gibi felâ­ketlerde helâk olan Hristiyan çocukları için “Şehit hükmündedir” diyor. Bunun esbâb-ı mûcibesini ise; suç­suz olarak o dehşetli harplerde felâketlerin içindeki ölümlerini gösteriyor. Hükmî şehitlik İslâm şeriatında, Müslümanlar için kat’î varlığı sahih hadislerle ortada. Hristiyanların da o gibi savaşların çıkmasından tama­men habersiz ve bîgünah olanları da rahmet-i İlâhiyeden hiç nasipleri olmaması mümkün değildir.

Bir hocamız, haddini aşmış bir gazetecinin kendini dinin her umûrunu biliyormuşçasına, Hazret-i Üstad’ın az üstte bahsi geçen mektubundaki rasih içtihadına dil uzatınca, ona İmam-ı Gazâlî’nin mezkûr eserindeki iç­tihadını bildirmiş ama, Gazâlî Hazretlerinin Eş’arî ve Şâfi’î olduğunu iş’âr ederek Bediüzzaman’ın da aynı mezhepte olduğunu ve kendi mezhebi hesabına konuş­tuğunu söylemiş.

Oysa ki Gazâlî Hazretleri aynı eserinde Hanbelîle­rin Eş’arîlere, Eş’arîler de Hanbelî ve Hanefîlere bazı yanlış zanlarla tekfir izafe etmelerini çok hatalı gördü­ğünü yazmıştır. (Bkz. Aynı eser s. 79)

Netice olarak, İmam-ı Gazâlî de, Hazret-i Bediüzzaman da, birer ulü’l-azm müçtehid ve müceddid olarak doğrudan vâris-i Nebî olup din adına hükme varmış ve karar vermişlerdir.

Diğer basit bazı mollaların bu mevzudaki zıt sözleri, abes lâkırdılardan ibarettir.

Ve İmam-ı Celâleddin-es Süyûtî ne demiş?

İşte o zat-ı müceddid’in bu bahis ile alâkadar hü­kümlü sözleri şöyledir:

وما كنّا معذّبين حتّى نبعث رسولا

kavl-i celîline ittibâen, ehl-i kelâm ve usûlden Eş’arî imamlarımızla beraber, Şafi’î fukahaları da bu ayetin hükmüne göre, Resulullah (A.S.M.) ve Kur’an’ın daveti ulaşamamış kimselerin vefatları vuku’ bulduğu tak­dirde ehl-i necat olacaklarında müttefiktirler. Bazı fukaha ise, bu ayete dayanarak demişler ki: “Davet kendisine ulaşıp da inat etmemiş ise ve bir elçi kendi­sine gelmiş de, o elçiyi yalan­lamamış ise, öldüğü za­man azap görmeyecektir. Çünkü öyleleri fetretin asliyeti üzerindedirler…([11])

Ve bu iki müceddit ve müçtehit zatların müçtehidâne olan nafiz hükümlerini ele alan, bilhassa İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin teblîğ-i risalet hakkındaki hükmü ki Peygamberin (A.S.M.) risaletini duyma şek­linin üç çeşit olduğuna dâir beyanını tahlil eden kelâm alimi Abdüllâtif Harpûtî “Tenkihu’l-kelâm fî akâidi’l-İslâm” isimli eserinde o çeşit ve sınıfları ehemmiyetle kaydettikten sonra şu hükme varmaktadır: “Gazâlî’den nakil ile zikrolunan şu tahkik, beynennâs deveran eden birçok kîl ü kâli ref’ ve halletmiştir.”([12])

BİRİNCİ FASLIN İKİNCİ MADDESİ

Bu zamanda insanlık aleminde “Fetret” devri­nin bazı iz ve kalıntıları olup olmadığı hakkında­dır.

Bu meseleyi de, eski büyük İslâm ulemasından so­racağız.

Birinci madde İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Süyûtî’nin içtihatlı görüşleri içinde şu “fetret” meselesine de işa­retleri geçmiştir.

Şimdi burada meselenin (fetret meselesinin) bir kı­sım ana prensiplerinin izahını başta İmam-ı Süyûtî’den soruyoruz. O zat-ı müceddit der ki:

“Ehl-i fetret hakkında birçok hadis-i şerif varid ol­muştur ki, bunlar kıyamet gününde imtihana çekile­cekleridir. Ayetler ise, bunların ta’zib edilmeyecekle­rine işaret vermektedirler. Buna göre asrın hafızı Şayhülislâm Ebu’l-fadl bin Hacer bazı kitaplarında şu hükme meyletmiş demiştir ki: “Peygamber’in (A.S.M.) âlinin, yani bi’setten evvel vefat etmiş familyasının kı­yamet günündeki imtihanda, peygambere bir ikram olarak itâatı ikrar edecekleri umulur, ta ki Peygam­ber’in gönlü mahzun olmasın.”

Süyûtî Hazretleri devam ederek der ki: “Hafız ibn-i Hacer’in ‘El-İsâbeh’ nam kitabında gördüm ki der: “Birkaç tarike gelen bir hadiste, pîr-i fani ihtiyarların ve fetret devrinde vefat edenlerin ve anadan doğma gözsüz olanların (ekmeh olanların) ve sağır doğanların ve mecnun doğanların, ya da, kendisine davet ulaşma­dan, yahut da buluğ çağına yetişmeden evvel deliliğe uğrayanların ve daha bunlar gibi arızalı kimselerin kı­yamet gününde: “Eğer akıl ile düşünebilseydim, ya da tezekkür edebilseydim, iman edecektim” diye ellerinde hüccetli delilleri olabileceği için, onlar için cehennem azabı kalkacaktır, ilh…” İmam-ı Süyûtî bu hadisi, İmam-ı Ahmed bin Hanbel ve İshak bin Raheveyh’in “Müsned” kitaplarında ve Beyhâkî “El-İ’tikad” kita­bında tashih ile, Esved bin Şurey’, (R.A.) Resulullah’tan (A.S.M.) alarak nakletmiştir.” diyor.

İşte, fetret manasını ve zamanını her ne kadar bazı ulema, Hazret-i Îsa (A.S.) ile Hazret-i Muhammed (A.S.M.) arasındaki altı yüz küsur senelik zamana münhasır saymışlarsa da, büyük bir çoğunluktaki ulema ise, davetin tebliği (yani Peygamberimizin (A.S.M.) ve Kur’an’ın davetlerinin tebliği) ulaşılmamış ve ulaşılmayan herkes fetretin asliyeti üzerindedir de­mişlerdir. İsterseniz misal için Süyûtî Hazretlerinin “Mesâlikü’l-Hunefâ” adlı eserinin 42. sayfalarındaki ayetler, hadisler ve ulemanın bu mevzu’daki re’ylerini dikkatle okuyun. Ve büyük müfessir Elûsî’nin “Rûhü’l-Meânî” tefsiri, 15. cildinin 42. sayfasından itibaren serdeylediği delil ve hüccetlere dikkatle bakınız.

BİRİNCİ FASLIN ÜÇÜNCÜ MADDESİ

Cehenneme girecek (çok zayıf imanlı da olsa) ehl-i imanın azap müddetini bitirip geçirdikten sonra, cehennemden çıkartılıp cennete idhalleri nasıl olacaktır?

Bu maddenin ispatına delil getirmeye gerek yoktur. Çünkü pek çok sahih hadislerle sabit olduğu gibi, İslâm alimlerinin icmâı ile de kat’îdir. Ancak bu iş ve mua­mele, yine Peygamber’in (A.S.M.) şefaatıyla gerçekleşe­ceğinde ittifaklıdır. Bu mevzuda bir iki me’haz vererek geçmek istiyorum:

1. Fahreddin-i Râzî, Tefsîru’l-Kebîr, C. 3, s. 145.

2. İbnü Hazem el-Endelüsî, El- Muhallâ bi’l-Âsâr, C. 1, s. 3.

3. Kadi Ali ibnü’l-İzz ed-Dimeşkî, Şerhu Akîdetu’t-Tahâvîyye, C. 2, s. 521.

4. Taftazânî, Şerhü’l-Makâsıd, C. 5, s. 132-135.



BİRİNCİ FASLIN DÖRDÜNCÜ MADDESİ

Ebedi cehennemlik olan kafirlerin cehennem­deki halleri nasıl olacaktır, hep aynı tarz dehşetli ve şiddetli olan azapları bitmeden devam mı ede­cektir?

Önce bu Dördüncü Maddenin yazılmasına sebep teşkil eden Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî’nin “İşârâtü’l-İ’câz” isimli eserinde kaydetmiş ol­duğu bu mevzula alakadar nüktesinden başlayalım. Bu nüktenin kaynaklarını derince araştırmamış bazı muh­terem hocalarımızla beraber, yarım yamalak bilgilere sahip diğer bazı şahıslar da buna bir takım itirazları vaki olmuş, olmaktadır.

İşte Hazret-i Bediüzzaman’ın tefsir sadedindeki nüktesi: “Kâfirlerin cehennemde ebedî ve daimî kal­malarını uygun ve müstehak gören adalet-i İlâhiye ve onun hikmeti yanında İlâhî merhamet cihetine de uy­gun gelir mi?

Cevap: Ahirette kâfirler hakkında tasavvur edilebi­lecek şey, ya mutlak bir adem, bir yok olmadır, yahut da azap içindeki bir vücutta kalma ve bulunmadır. İşte buna göre, cehenneme dühul, velev ki daimî bir hulûd da olsa (yani onda ebedi kalmak da olsa) ve cehennem ebeden onların daimi kalacak evleri de olsa; lâkin yap­tıkları amellerinin cezası tamam olup bittikten sonra, lâyık ve müstehak olduklarından değil, belki dünyada işledikleri bazı hayırlı amellerinin mükâfatı olarak ce­hennem ve azabıyla bir çeşit ülfet ve onunla bir nevi in­tiba’ etmekle hayli bir tahfifat hasıl olacağına hadis­lerde işaretler varid olmuştur. İşte bu noktadan lâyık olmadıkları halde kâfirlere de bir nevi merhamet vechi!..”([13])

Şimdi Hazret-i Üstad’ın bu husustaki ihtilaflı ayrı ayrı görüşlerin üstüne çıkarak umumun ittifak edebile­ceği bir seviyede şerhli beyanı acaba eski İslâm mu­hakkikleri arasında da mevzu’ olmuş mudur?

C: Evet olmuştur. Birkaç me’hazın ismini nümûne ola­rak gösterip sonra da bu me’hazlarda geçen mühim bazı hadislerin metinlerinden ve ülemanın bunlar üs­tünde yaptıkları yorumlarından bazı örnekler verece­ğim:

Birincisi: Kadi Ali ibni Ebi’l-İzz’in, “Şerhu Akîdetü’t-Tahaviyye” kitabı.

İkincisi: Muhiddîn-i Arabî’nin, “Füsûsu’l-Hikem” eseri.

Üçüncüsü: Şemsüddin ebi Abdullahe’l-Ensârî el-Kurtûbî’nin, “Et-Tezkire” isimli kitabı.

Dördüncüsü: Osmanlı son devrinin ilm-i kelâm alimlerinden Abdüllâtif el-Harpûtî’nin, “Tenkîhu’l- Kelâm fî Akâidi’l- İslâm” kitabı…

Sırasıyla me’hazlardaki hadis ve yorumlarını getiri­yoruz:

1. “Şerhu Akîdetü’t-Tahâviyye” cilt 2, sayfa 624-628’de: Hazret-i Hasan (R.A.) Hazret-i Ömer’den (R.A.) naklen kaydedilen bir rivayette;([14]) ve İbnü Mes’ud’dan (R.A.) gelen ve Ebu Hureyre’den de (R.A.) aynen men­kul olan şu hadis mealen: “Cehenneme öyle bir zaman gele­cektir ki içinde hiçbir kimse olmayacaktır.”

Ebu Hureyre’nin (R.A.) rivayeti olan hadisi ki, İbnü’l-Kayyim “Hadiyl- Ervah” kitabı sayfa 252’de İs­hak bin Raheveyh’den senediyle Ebu Hureyre’ye da­yandırmıştır. Ebu Hureyre (R.A.) demiş, mealen: “Ben bildiğimi dememeklik içinde olamam ki: “Cehennem öyle bir gün gelecektir ki, içinde hiçbir kimse kalmaya­caktır.” İshak bin Raheveyh’in hocası Ubeydullah: “Bu rivayetin senedi sahihtir.” demiştir.

Ve muhaddis-i celil Abd bin Humayd meşhur tefsi­rinde senediyle beraber Hazret-i Ömer’den (R.A.) riva­yet ediyor ki: “Hazret-i Ömer (R.A.) mealen demiş: “Eğer cennem ehli ateşte “alic” çölünün kum taneleri kadar kalsalar da, onlar için bu meselede bir vakitleri olacak ve o vakit de cehennemden çıkacaklardır.’” Bu rivayetin râvisi olan zat, Nebe’ Suresi 23. ayeti olan لابثين فيها احقابا de kaydederek demiş ki: Cehennem, Al­lah’ın gazabının icabıdır. Cennet de rahmetinin ica­bıdır. Allah’ın rahmeti ise, O’nun gazabını sebkat et­miştir (geri bırakmıştır) mealinde sahih hadis-i şerif vardır.

2. Muhiddin-i ibnü’l- Arabî (K.S.) demiştir ki: “Ce­hennem ehli, ateş içinde azap çekeceklerdir. Amma bir zaman sonra, tabiatları değişecek ve ateşli bir tabiatla devam edeceklerdir.”([15])

3. Şemseddin ebi Abdullah el-Ensârî el-Kurtûbî’nin “Et-Tezkiretü fî Ahvâli’l-mevtâ ve’l-ahireti” isimli kita­bında, Ebubekir el-Bezzâr, Abdullah bin Amr bin el-As­tan, senediyle mevkuf olarak zikreylediği şu rivayet: “Cehennem üzerine bir zaman gelecek onun kapıla­rında rüzgarlar esecek, içinde hiç kimse kalmamış ola­cak.”([16])

Bu rivayeti Yakub bin Süfyan kendi tarih kitabında başka bir tarik ile şöyle zikreder: “Cehenneme öyle bir zaman gelecek ki, kapıları açık olarak sallanacak, onun için de hiç kimse olmayacak.”([17])

4. Abdüllâtif el- Harpûtî’nin, “Tenkîhu’l-Kelâm fi Akâidi’l-İslâm” eseri, sayfa 343’te: “Cehennemde da­imi kalacak olanlardan azabın tahfif olunması hakkında şefaatın kabul buyurulması…” diye bir izahı vardır.

BİR MÜLÂHAZA

Nümunelik olarak verdiğimiz kaynaklarda geçen sahih ve sarih haber ve eserlerin zahir metinlerinde: “Cehennemin mezkur hal ve vaziyetleri ehl-i tevhid içindir, kâfirler için değildir” diye bir sarahat olmadığı halde, İslâmın büyük alim ve muhakkikleri bu eser ve haberleri tefsir ederken: “Cehennemin kesbedeceği o vaziyet, ancak ehl-i tevhid ve iman için olup işledikleri büyük günahlar yüzünden cehennemlik olmalarına bakmaktadır.” demişlerdir. Çünkü o gibi haberlerin za­hirine göre, eğer cehennemde hiç kimse kalmayacak ve tamamen boş ve atıl kalacak olursa, fenaya ma’ruz olup yok olması ve bitmesi demek olur. Oysa ki cehennem ve cennet âlem-i bekâdandırlar, fena ve zeval onlara ârız olması mümkün değildir diye fikir beyan etmişlerdir. Ayrıca, bazı ayetlerin zahir metinleri ehl-i imandan is­yan ehli kimseler hakkında da “ebedî kalacaklar” gibi ifadelerinin manalarını “müksü’t-tavil” yani uzun za­man bekleme ile tefsir etmişlerdir. Bu hususta Sâd-ı Teftazân’i’nin “Şerhu’l-Makâsıd” eseri, 5. cilt sayfa 131’deki kısımlara bakılabilir.

Ulema-i İslâmın bu tercihlerine elbette ki edep içinde hürmetkârız. Ancak sahabe-i kiramdan nakle­dilmiş eser ve haberlerin zahir metinleri de nazar-ı i’tibardan tamamen uzak tutulması lazım olduğu gibi, cehennem denilen celal ve azamet-i İlâhiyenin bir tecellîgâhı olan o ülke sadece hapishane vazifesini gö­ren bir yer ve me­kan değildir ki, mahkumlardan ta­mamen boşaldığı za­man bütün bütün terk edilip harap olmaya yüz tutsun. Cennet ve cehennem âlem-i bekâ­nın menzilleridir, hal-i hazırda onun hapishane kısmı insanlardan boş bulun­dukları halde, vücutları ezel câ­nibinden var olarak de­vam etmektedir. Şayet ileride mahkumlardan tama­men boşalsa da, başka iş ve başka vazifelerde istihdam olunması hikmet-i İlâhiyenin ikti­zasından olması derkârdır. Bir aciz ve cahil olarak bu mevzuda sözü uzatmadan Hazret-i Bediüzzaman’ın hakikatı tayin eden bir iki hikmet-âmiz sözünü kay­detmek istiyorum:

“Evet cehennem ise, hayr-ı mahz olan daire-i vücû­dun Hâkim-i Zülcelâlinin hâkimâne ve âdilâne bir ha­pishane vazifesini gören dehşetli ve celalli bir mevcut ülkesidir. Hapishane vazifesini de görmekle beraber başka pek çok vazifeleri var ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekâya ait hizmetleri var. Ve zebani gibi pek çok zîhayatın celaldârâne meskenleridir.”([18])

“…Bir Zât-ı Zülcelâlin kemal-i hikmetinden ve aza­met-i kudretinden uzak değildir ki, cehennem-i kübrayı elektrik lambalarının fabrikasının kazanı hükmüne ge­tirip ahirete bakan semanın yıldızlarını onunla iş’âl et­sin, hararet ve kuvvet versin. Yani, alem-i nur olan cennetten yıldızlara nur verip cehennemden nar ve ha­raret göndersin. Aynı halde o cehennemin bir kısmını ehl-i azaba mesken ve mahbes yapsın…”([19])

Bu makamda ben acizin hatırına geldi ki, dilden dile dolaşan bir rivayette “Hazret-i Mehdi (A.S.) geldiği zaman, İslâm aleminde bazı içtihadî muhalefet içinde devam etmekte olan mezhepleri tevhid edip birleştirir.” Şu tevhid-i mezahib ameliyesi, herhalde fıkıh ve ilmi­hâlin çok teferruatlı ve dağınık amel ve tatbikatı ol­masa gerek. Belki akîde ve usûle taalluk eden kısmı olması lazımdır. İşte Hazret-i Bediüzzaman (R.A.) dinî usûl, akîde ve kelâmında bunu başarmıştır diyebilirim. Çünkü o zât-ı kerîm kader meselesinde olsun, fetret mevzuunda olsun ve şu üstünde durduğumuz mesele­lerde olsun, daima ehl-i sünnet ve’l- cemaatin müttefekun-aleyh görüşlerini öne sürmüştür. Akîde ve usûlüddin imamlarından Mâtürîdî ve Eş’arî arasındaki farklı görüşlerden birisini benimseyip de, (birçok ule­manın yaptığı gibi) kendi imamının görüşlerinde asabi­yet gösterenler gibi olmamıştır; daima Kur’an, Hadis ve icmâ-i ümmetin tarafına meyil göstermiş, muhalif ta­rafa itaplı sözlerden içtinab eylemiştir. Bütün bunların yanında da, kendi nâfiz ve râsih içtihadını da yeri gel­diğinde irae etmekten çekinmemiştir, elhamdülillah.

@@@



İKİNCİ FASIL

TAHRİFCİLERİN İFTİRALARINA KARŞI CEVAPLAR

“Diyalogculara Kur’an Dersi” yazarı Ahmet Te­kin’in zırvalamalı menfi, tecavüzkâr, iftiralı iddialarına karşı, hak ve hakikat, Kur’an ve Şeriat adına, müspet, mü­dellel cevaplarımıza([20]) başlıyoruz.

Bu İkinci Fasılda Ahmet Tekin’in yalanlı, iftiralı davalarına, sonraki Fasılda da cahilâne ve keyfice hü­küm ve iddialarına bakacağız.

BİRİNCİ İFTİRALI DAVASI İÇİNDEKİ İDDİASI

Sözde Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî: “Hristiyanlar kendi dinlerinden ayrılma­dan da Müslüman olabilirler” demiştir” şeklinde kay­detmiş. Dipnotunda da Üstadın Arabî “İşârât-ül İ’caz” eserinin Türkçe tercümesinden bir parağraf koymuştur. Bu tahrife karşı cevabımız:

Bundan üç dört sene önce “Yeni Mesaj” gazetesi başyazarı Muharrem Bayraktar ismindeki şahıs, Ah­met Tekin’in iftirasının daha büyüğünü ve iğrencini yapmış ve gazetesinde yayınlamıştı. O günlerde yazıp yayınladığımız “Güneş Üflemekle Sönmez” kitabımızın 76- 83. sayfaları arasında, Kur’an’ın meşhur ve her­kesçe makbul tefsirlerine müracaat ederek Hazret-i Bedüzzaman’ın tefsir eylediği tarzda aynı ayetin tef­sirleriyle müskit ve tahkikli cevap vermiş, ağızlarını tı­kamış idik. Şimdi aynı “güruh”un yandaş militanların­dan olan şu Ahmet Tekin denilen şahıs, meseleyi yeni­den mevzu yaptığı için, tekraren az bir temas edeceğim, şöyle ki:

Tekin Ahmet, sözde Hazret-i Üstad’ın I.Cihan Harbi içerisinde yazdığı Arabî “İşârât-ül İ’câz” tefsi­rinde Bakara suresi 4’ncü ayet olan:

وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِاْلاٰخِرَةِهُمْ يُوقِنُونَ

deki وَمٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ cümlesini tefsir sadedinde: “Ve sana indirilmiş olan kitaba, hem de senden evvel gelmiş peygamberlere in­dirilmiş kitaplara iman edi­yorlar” mealini, gayet mahi­râne bir tarzda şöyle tefsir etmiş (Türkçe mealini alıyo­rum): “Bu gibi tavsifatlar bir teşviki tazammun ediyor. Teşvik ise, inşaî hüküm­leri tazammun eyler. Mesela, şöyle şöyle iman ediniz ve tefrikaya düşmeyiniz.” gibi hükümleri (…) dedikten sonra وَمٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ nin makabliyle nazm, diziliş ve bağlanışında dört ayrı letaif bulunmak­tadır.” diye­rek, birinci, ikinci ve üçüncü letaifler (ince­likler) zikre­dildikten sonra, dördüncü letaifi kaydeder­ken şöyle de­vam eder:

“Dördüncü Letaif: Bu ayet cümlesinde ehl-i kitabı imana teşvik etmeye ve sonra ünsiyetlendirmeye ve onlara kolaylık göstermeye dair bir işaret vardır ki, sanki onlara der: “Sizin bu yola (Kur’an yoluna) bu çiz­giye girmenizde bir zorluk, bir meşakkat, bir sıkıntınız olmaması gerek. Zira siz, birdenbire eski kabuğunuz­dan çıkmayacaksınız, belki sadece inandıklarınızı tek­mil etmiş olacaksınız. Ve sizin yanınızda müesses olan inancınız üstüne bina edeceksiniz.”

Evet, aslı Arabî olan “İşârâtü’l- İ’câz” tefsirinin tam tercümesi böyledir. Diğer makbul tefsirlerin de tefsir ve şerhleri buna yakın bir tarzda olduğu “Güneş Üfle­mekle Sönmez” adlı kitabımızda kaydedilmiştir. Ve bu tarz tefsirdeki hüküm, Kur’an’ın o ayetinin bir ma­nası­dır.

Yalnız, müellifin kardeşi büyük alim Molla Abdülmecid’in ise, yaptığı Türkçe tercüme: “Kur’an size bütün bütün dininizi terk etmeyi emretmiyor. Ancak itikadınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor” şeklinde­dir. Yani İşârât-ül İ’câz’ın Arabî aslı: “Eski kabuğu­nuzdan birdenbire çıkmayacaksınız, belki sadece inan­dıkları­nızı tekmil etmiş olacaksınız ve sizin yanınızda mües­ses olan inancınız üstüne bina edeceksiniz” tar­zındadır.

İki tercümenin üslûbu arasında az bir fark varsa da, asıl manaya zarar vermemektedir. Hitap ise ehl-i kita­badır. Ehl-i kitap ise hem Yahudiye hem de Hristiyana beraber ve birlikte bakar. O ise, hiç kimse inkar ede­mez ki semavî bütün dinlerde, hususiyle Yahudî ve Hristiyanın aslı vahiy olan dinlerinde Allah’a, ahirete, peygamberlere ve semavî kitaplara ve melâikelere iman ve itikad mefhumu mevcuttu. Lâkin bilâhare tah­rifler vs.lerle bu iki din bozulmaya başladı. Kur’an dahi birçok ayetleriyle bu durumu gösteriyor. Kur’an’ın son kitap olarak gelmesi, elbette ki bozulmuş olan itikat­ları, tashih vazifesiyle de muvazzaf olduğunu söylemek yerinde olur.

Ayrıca, yukarıda da arz ettiğim gibi, İslâm aleminde yetişmiş ehl-i sünnet müfessir alimlerin hepsi aynı ma­naya dair şeyler söylemektedirler. İsterseniz Alûsî’nin “Rûhu’l- Maânî” tefsiri ve Fahreddin-i Râzî “Tefsir-i Kebir”inin aynı ayet hakkındaki tefsirlerine bir bakıve­riniz.

Hem Hazret-i Üstad’ın ayete verdiği manayı birkaç vecihle te’kid ve takviye eden ayetler vardır. Misal için 3/131, 5/82 son kısmı, yine 5/83, 28/52 ve 28/53,54, 57/27 ve 28 ayetlerine dikkatlice bakılır, teemmül edi­lirse, kök ve asıl itibariyle Hristiyanlık ve Yahudilik, yani bu iki din elbette vahye ve risalete dayandığı ve ona göre bir inanç ve akideyi iktiza ettiği görülecektir. Fakat tekrarlıca arz ettiğimiz gibi, bilâhere pek çok tahrifatlara maruz kaldıkları için, bugün artık ruh ve manadan soyunmuş bir kuru kabuk, bir isimden ibaret kalmıştır.

Lâkin gel gör ki, Ahmet Tekin ve Muharrem Bay­raktar([21]) isimli iki kafadar şahıslar, hiçbir tefsirin hü­küm ve reyine, hadîsî ve ilmî izahına bakmadan, kendi kafalarına göre keyfî ve hevesî yorumlarla Kur’an ayetlerini tefsir etmeye ve şahsî reyleriyle hükümler üretip çıkarmaya kalkışmışlardır. İslâmın büyük mü­fessir, muhaddis, müçtehit, müceddit ve fukahalarına sormadan cahilane içtihatlarda bulunmuşlardır.

İşte bunların temsil ettikleri ve arkalarındaki gü­ruhların telkinatıyla öne sürdükleri o keyfî ve hevesî yorumlardan şu bir iki örneği vermek gerekir:

Birincisi: Muharrem Bayraktar’dır ki demiş: “Said Nursi Hristiyanlara seslenir: ‘Kur’an size bütün bütün dininizi terketmeyi emretmiyor…ilh.” Bunu kaydettik­ten sonra da: “Halbuki Said Nursi’nin söylediğinin tam aksine Kur’an Hristiyanlara dinlerini tamamen terk etmelerini emreder” diye gevelemiş?!

Burada hemen bu şahsa dönüp desek ki, bir defa Hazret-i Üstad Bediüzzaman yaptığı tefsirde ne Hristiyan, ne de Yahudi dememiş, ehl-i kitap de­miş. Sen neden müfessir-i a’zamın umumi hitabını kendi canibinden hususiliğe çeviriyor ve kendi şahsî düş­manlığını Yahudilere değil, yalnız Hristiyanlara mün­hasır bırakıyorsun? Demek ki, senin bu halinin, bir ga­razı, pespayeli bir maksadı güttüğü anlaşılıyor. O halde ne sen, ne de refikin Ahmet Tekin, din adına, Kur’an namına konuşmuyorsunuz, konuşamazsınız. Nefis, his, garaz ve cehalet namına konuşuyorsunuz. Ama bilesinizki hak gelir, batılınızı siler süpürür. Bir de yine sorsak ki: “Senin ‘Kur’an Hristiyanlara dinle­rini tamamen terk etmelerini emreder’ dediğin hüküm Kur’an’ın neresindedir, söyler misin?!..” Çünki, Kur’an’da öyle bir ayet yoktur. Hele yalnız Hristiyanlara hitap eden hiçbir ayet yoktur.

İkincisi: Şu andaki, kabil-i hitap olmamakla bera­ber, muhatap Ahmet Tekin’dir ki: “Allah’ın Hristiyanlık diye bir din göndermemesi sebebiyle, Hristiyanlık terk edilmeden İslâm’a girilemez…” diye gevelemiş. Bu Te­kin Ahmet de, arkadaşı gibi Yahudiliğin teline de do­kunmadan yalnız Hristiyanlık demiş. Demiş de, “Allah öyle bir din göndermedi” hükmünü de basmış. Bu hük­müne de hiç alâkası olmayan iki ayeti sözde iddia­sına delil göstermiş. İki ayet diye verdiği ve iki numara ver­dik­ten sonra, müfessir kesilerek: “Bunlardaki şart edatı, kendisinden önceki hali kaldırır… ilh”([22]) demiş.

Şimdi buyurun bir de o iki ayetin tefsirlerini üç mü­him ve büyük ilim adamının birlikte çalışıp hazırla­dıkları “Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Me­ali” isimli tefsirinden okuyalım (Bu kitabı Suudi Ara­bistan Hükümeti milyonlarcasını bastırıp Mekke ve Me­dine’deki harem-i şeriflere vakfetmiştir):

[Onlar ki kat’î iman ettiler. (Bazı tefsirlerde: “On­lar ki kat’i iman ettiler’den maksat önceleri münafık iken sonra iman edenlerdir” denilmiş. Ve onlar ki Ya­hudî ve Nasara ve Sabiîlerden olup geldiler, Allah’a ve ahiret gününe iman edip salih amel işlediler. İşte onla­rın ecir ve mükafatları Rablerinin indindedir ve onlar için artık korku yoktur. Ve hem onlar hüzün ve kedere düş­mez­ler]

İkinci ayetin tefsiri (Aynı tefsirden): “Ya Muham­med! Ehl-i kitaba şöyle de: Bizim yalnız bir Allah’a ve bize indirilene ve daha önceki peygamberlere indirilmiş kitaplara iman ettiğimiz için mi intikamlıca bizden hoşlanmıyorsunuz?.. Bu halinizle (bu düşmanlığınızla) hak yoldan çıkmış fasıklarsınız.”

İşte Tekin Ahmet’in kendi boş lakırdılarına delil diye getirmiş olduğu iki ayetin çok kısaca mealleri böyle. Bay Ahmet Tekin’in: “Hristiyanlık terk edilme­den İslâma girilemez” diyerek, sözde (keyfi tefevvühkarane)([23]) delil diye getirdiği iki ayetle: “Şart edatı kendisinden önceki hali ortadan kaldırır” demiş. Sorarız, bu iki ayette şart edatı hangisidir? Ve öylesi bir şart edatı görünüyor mu?!… Malumdur, şart edat­ّları اِلاّ ، اِنّما gibi harflerle teşekkül eder. Bence bu şa­hıs, şart edatı nedir bilmiyor. Gerçi ikinci ayette bir şart edatı vardır, o da هل تنقمون منّا الاّ ان آمنّاdeki الاّ ان آمنّا dır. O ise, ehl-i kitabın (bilhassa Yahudile­rin) peygambere karşı intikamkarane adavetlerinin şart ve sebebi, Peygamberin (A.S.M.) ve onunla beraber ümme­tinin Allah’a, Kur’an’a ve diğer münzel kitaplara iman etmiş olmalarıdır. Yani bu ayetteki şart edatı, Tekin Efendinin ileri sürdüğü mana ile hiçbir alakası yoktur.

Az üstte de temas ettik, bütün semavî dinlerin kökü vahye ve münzel kitaplara dayanır. Bütün peygamber­lerin akide ve iman sahaları aynıdır, imanın altı rü­künleridir. Bunlar hiçbir zaman değişmez ve değiştiri­lemez. Ama sonraları Yahudilerin Üzeyir’i (A.S.), Hristiyanların İsa’yı (A.S.) ibnullah telakki etmeleri gibi inhiraf ve bozukluklarla karşılaşmalar vaki olmuş­tur. Bundan dolayı Kuran-ı Kerim ehl-i kitabı, bozul­muş olan iman ve akidelerini tashih ve tekmil etmeye davet eyler. “Eski akidenizin her türlüsünü terk edip öyle ge­lin, iman edin.” diye Kur’an’da bir şey yoktur.

Ama bu vardır ki: “Eski peygamberlerin şeriatları, yani amelî sahadaki uygulamaları pek çok tahrifatlara ve hatalı yorum ve tefsirlere maruz kaldığı için, Kur’an-ı Hakîm son kitap olarak geldi ve o kitapların şeriatlarını nesheyledi. Nesh olunan şeyler ise, tekrar ediyoruz, daha çok amelî sahadaki uygulama ve mua­melattadır. Yoksa, akide ve iman meseleleri nesih de­ğil, tashih edilmiştir.

Buna göre tekrar ediyoruz ki, bir Yahudi veya Hristiyanın esas-ı dininde var olan Allah’a, ahirete, melaikeye, peygamberlere ve kitaplara vesair iman rü­künlerine olan iman ve inançlarını tamamen terk edip bir kenara bırakarak İslâma ancak öyle girebilirsiniz diye bir şey ne Kur’an’da, ne hadiste yoktur, işareti de yoktur. Belki ancak Kur’an’la ve âhirzaman Peygam­beri ile, yanlışlıklara bürünmüş eski akaidlerini tashih ederler. Hadis-i Sahihte:

الانبياء اولاد علاّت (اخوة) من علاّت ودينهم واحد

“Peygamberlerin hepsi baba bir, anneler ayrı kardeşlerdir, dinleri de birdir.”([24]) Yani eski peygam­berlerin hepsinin dini İslâmdır buyurulmaktadır.

İşte Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî (R.A.) İşârâtü’l- İ’câz tefsirinde Bakara suresinin dör­düncü ayetini tefsir ederken, bütün tefsirlerdeki hükme uygun olarak ayetin ehl-i kitabı İslâm dinine girmeye teşvik ettiğine işarettir demiştir. Yapılan bu teşvik ve terğibin içinde de dört ince nükteyi, tefsir sadedinde gayet mahirane ve üstadane ve gayet derin ve bir Kur’an müfessirine yakışır bir tarzda ilm-i tefsir usû­lüyle yazmıştır. Üstad-ı Küll’ün bu tefsiri (İşârâtü’l- İ’câz) 1918’de, Osmanlı Harbiye Nazırı merhum Enver Paşa hayrına iştirak için kağıdını kesesinden vererek, tab’ edildikten sonra, Şeyhülislâmlık kanalıyla da Os­manlı ülkesinin bütün müftülüklerine “En kuvvetli ve en hakikatlı bir Kur’an tefsiridir” diye gönderilmiştir. O günden şimdiye kadar “Bir harp yadigârı” ve i’cazın ayinesi olan bu tefsiri pek çok ulema-ı İslâm görmüş ve takdir ile sena etmiştir.

Demek ki, Hazret-i Üstad Bediüzzaman havadan konuşmamış ve konuşmuyor. Kur’an’ın manasına, ayetlerin mefhumuna muğayir tekellüm etmiyor. Öyle ise, Hazret-i Üstadü’l- enâma itiraz edenler biçare ve hissiyattan mefluç çocuk mocuklardır. Şairin: “Ne bil­sin cahil-i nadân nedir mana, nedir terkip” sözüyle, muterizler ya da hususi bir kast ve garazı güden bir gizli ifsat komitesinin militanları olabilir diye hükme varmış bulunuyoruz.

“Güneş Üflemekle Sönmez” adlı kitabımızın 76-83’ncü sahifeleri arasında detaylı bir şekilde şerh ve hallettiğimizden, burada bu birinci maddeye son veri­yor, tafsilâtı görmek isteyenleri oraya havale ediyoruz.

İKİNCİ KERİH VE KABİH TAHRİFLİ İFTİRASI

Tekin şöyle yazmış, kasıtlı, iftiralı, tahrifli bühtanını: “Anadolu’da öldürülen Ermenileri şe­hit sayan, buna kendi keşfi, kerametini delil gös­teren…”([25])

Tekin isimli bu şahıs, son derece kabih ve kezzabane iftirasının sözde belgesi diye “Kastamonu Lâhikası” sahife 45’i göstermiş. “Kastamonu Lâhikası” sahife 45’te dediği şeyin olmaması ayrı bir iftirayı yu­murtladığı gibi, görmeden, araştırmadan, atma cahilli­ğini de yapmıştır. Mevzu-u bahisifadeler o kitabın Envar Neşriyat baskısının 75 ve 111’inci sahifelerinde iki ayrı mektup halinde vardır ki, bu şahıs onu tahrif etmiş ve kabih iftirasına şöyle ya­landan sermaye yap­mıştır:

“Birinci Dünya Savaşında bizimle savaşmış olsa da, bir Hristiyan ölmüşse şehit sayılır, ahirette mükafatı vardır.”

Ey ehl-i iman ve ehl-i vicdan! Gelin şu hakikaten münafıkane bühtan ve iftiralar düzen şahısların haba­setlerine bakınız ki, bu kabih ve kerih iftiraları aleme yayan şahıslar, bir gizli ifsat komitesi adına nifak me­kanizmasını işleten elemanlardan gayrı kimler olabilir, siz söyleyin.

Gelin beraberce Kastamonu Lâhikası kitabında ya­zılı asıl metinle, bu şahısların tahrifli iftiralarla yaz­dıkları şekli karşılaştıralım.([26])

İşte Kastamonu Lâhikası’ndaki metinlerin aslı:

(Gayet ehemmiyetlidir)

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ

Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felâket­ler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikka­time dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musi­betlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merha­met ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, ma­sumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçi­yor.

Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç bir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm elem-i şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:

O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâ­ketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Ce­hennem’den kurtarır. Çünki âhirzamanda ma­dem fetret derecesinde din ve din-i Muhamme­dî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve ma­dem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i ha­kikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza ge­lecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid bü­yük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve fel­sefenin dalaletinden ve küfründen gelen günah­lara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum.

Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.

Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imda­dına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uh­revî neticesi o kadar büyüktür ki; o musibeti on­lar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir. Said-i Nursî Kastamonu Lahikası (111)

İşte Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın hakîmane, nuranîyane ifadesi, ibaresi böyle. Bu tahkikli, rasih dinî görüşe karşı çıkan, bence, üç halden birisiyle müp­telâ ve mariz olmalıdırlar.

Birinci hal: Ya din-i İslâmın fıkıh ve şeriatını ve akide imamlarının bu mevzularda ne yazdıklarını bil­meyen, görmeyen ve yalnız kafasına göre, sözde bir İs­lâm taraftarlığının katı taassubuyla cahil bir hastadır.

İkinci hal: Ya da, Kur’an’ın, Peygamber’in ve İslâm dininin umumî, ihatalı irşad ve tenvirinin mahiyet ve hakikatını anlamadığı, ona karşı cahil olduğu halde, kendisinin yüksek din alimi olduğunu sanan alim-i ca­hil vasıflı, nadan bir hastadır.

Üçüncü hal: Yahut da, kuvvetlice tahmin ettiğimiz sinsi ve gizli bir ifsat komitesinin kiralık bir elemanı­dır, mübtelâ-yı ifsad ve tahriptir.

Evet, Hazret-i Üstad’ın şu taksimatlı hakikat dersi 1940’larda yazıldı ve o günden bu yana hem İslâm hat­tıyla, hem lâtin harfleriyle pek çok defa yazılıp basıldı ve neşrettirildi. Daha sonraları başta Arapça olarak bir çok dile tercüme edilip yayınlandı. Türkiye ve İslâm alemindeki diğer, pek çok din alimleri onu okudu. Şim­diye kadar hiçbir din aliminden bir itiraz gelmedi, ten­kit edilmedi. Öyle ise her yerden kabul ve tastik geldi demektir. Ama şimdi bu son senelerde (müellifin vefa­tından kırk beş sene sonra) neyin nesi oldukları bilin­meyen, hangi gayenin peşinde oldukları anlaşılmayan, ve din adına konuşmaya hiçbir selâhiyeti olmayan bir­takım gazeteci, yazar kılıflı kimseler kalkmış, Hazret-i Üstad’ın nurlu ifadelerini tahrif ile ilaveler yaparak, başka mecralara çekerek aleme yaymaya başlamışlar. Yani kendi sarhoş kafalarına göre Hazret-i Üstad’a, kendilerinde mevcut çirkefi sıçratmak istemişlerdir. Ama bilememişlerdir ki, çirkef içinde puyan olmuş kimselerin çirkefiyle kudsî ve mutahharlar lekelen­mezler, her ne ise…

Ahmet Tekin’in çirkin tahriflere uğratarak, hiç ala­kası olmayan kelimeler ilave edip tenkit ettiği Üstad-ı Pâk’in mevzu-u bahis mektubunu da az sonra, aleme ibret olsun diye kaydediyoruz. O mektuptan evvel şu uzun tahlilli ve ilmî mektubu kaydetmemizin sebebi , bu, onun bir şerhi ve dinî ve ilmî bir izahı olduğu için­dir. İşte o mek­tup:

Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin hari­cindeki bid’at ve dalalet yollarına sapanları çevi­ren bir hakikattır.

Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derece­sinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerek­tir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.

Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’an-ın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkâra-ne şefkat etmek, o bîçare hayvan­lara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mah­veden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kur­tulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir…” Kastamonu Lahikası (75)

Burada, Tekin Ahmet’in tahriflere uğratıp ilaveler ekleyerek iftirasına medar yaptığı asıl paragrafa (bu mektubun son paragrafına) az sonra geleceğiz de, Ah­met Tekin’e burada bir şunu sormak lâzım ki: Ey bay Tekin! Lozan Andlaşması mucibince, gaddar ve hain İngilizlerin is­tekleri doğrultusunda Türkiye insanları­nın; tarihinden, milliyetinden, dininden, İslâmî örf ve âdetlerinden cebrî ve keyfî kanunlarla koparıldığı ve sonra da Prutluğa girmeleri için zemin hazırlandığı ha­disesi hakkında bir müdafaa için sen ne gibi bir şey yazdın acaba?!.. Her ne ise.

Hazret-i Üstad’ın mektubundaki mevzu-ı bahis ifa­desinin asıl metnini veriyoruz:

Bir zaman, eski Harb-i Umumî’de, düşmanla­rın ehl-i İslâma ve bilhâssa çoluk ve çocuklara et­tikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azab çeker­dim. Birden kalbime geldi ki: O maktul masumlar şehid olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi’ olan malları sa­daka hükmünde olup, bâki bir mal ile mübadele olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri be­lalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki; eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, "Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah" diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli tees­sür ve elemden kurtuldum. Said NursîKasta­monu Lahikası (75)

İşte, Hazret-i Üstad’ın Kastamonu Lâhikası kita­bındaki sıraya göre birinci mektubundaki metnin ifa­desi böyle. Bunun üzerinde az duralım. Ne diyor muaz­zez Hazret-i Üstad:

“Eski Harb-i Umumî’de düşmanla­rın ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümle­rinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan taham­mülüm haricinde azap çekerdim” dedikten sonra, o masumların şehit ol­duklarını, zayi olan malları da sa­daka olduğunu, baki bir malla değiştiğini söylüyor. Ve bu meselenin hakikat olduğunu, Kur’an’da ve sünnette var olan beşaretlerin kalbine ihtar edilip geldiğini ifade ediyor. Müslümanla­rın bilhassa masum çoluk ve ço­cuklarının çektikleri meşakkat, katl ve ihanet mesele­sinin Kur’an’da ve ha­diste kat’î ve sabit olan hakikatını ifadeden sonra ise: “Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevî afattan çektikleri belalara mukabil, rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var­dır ki” diyerek Kur’an’ın, dinin, Şe­riatın ve akl-ı seli­min reddetmediği bir hakikatı da dile getirmiştir.

Evet, kâfirler de olsa, masum çoluk çocukları, hasta, zaif ve ihtiyarları ve biçare kadınları ve o harbin pat­lamasında hiçbir müdahalesi ve suçu olmayan insanları vardır. Bunlar bombaların ateşi altında, suçsuz yere parçalanıp ölseler, rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden hiçbir nasipleri olmayacak mıdır?!.. Tekin Ahmet’e göre: “Hayır, olmayacaktır.” Amma, hakka, hakikata, adalet ve rahmet-i İlâhiyeye göre olacaktır.

Bununla beraber, Hazret-i Üstad’ın ifadesinde ve ifadesinin mana ve medlûlünde de olmayan zaid ilave­leri ona ekleyerek: “…Anadolu’da öldürülen Ermenileri şehit sayan” ve “Birinci Dünya Savaşında bizimle sa­vaşmış olsa da bir Hristiyan ölmüşse şehit sayılır, ahirette mükafatı vardır” diye aleme yayan bir kişi herhalde vicdandan, insanlıktan insilah etmiş olması lazımdır. Ve tahmin ediyorum, Tekin Ahmet ve Mu­har­rem Bayraktar isimli şahıslardan gelen şu tahrifli manaladırmalara iyice bakan herkes: “Bunu böyle ya­yan ancak gizli ve sinsi bir müfsit komitenin eleman adamıdır, vicdanı kiralıktır.” diyecektir. Her ne ise.

Şimdi, acaba insan olarak bir vicdan taşıyan ve fıt­ratında bir şefkat ve merhamet hissi olan herkes, Haz­ret-i Üstad’ın bu nurlu ifadesine karşı “Lebbeyk, sadakte yâ eyyühel-Üstad!” demeyecek midir?.. Eğer böyle demiyor ve bu insanlıktaki fıtrî olarak var olan hakikata rağmen tınmıyor, vicdanı ihtizaz duymuyorsa, hele hele Hazret-i Üstad’ın ifadelerini kasd-ı mahsusla tahrifler ilave ederek bşka yan ve yöne çekiyorsa ve ona göre kendi mütefessih, nifaklı anlayışıyla manalandırı­yorsa, o durumda bizim onu bir insan sayarak, usül ve edebi içinde hitap etmemizin imkanı kalmamış oluyor.

Evet, cihan allâmesi necip ve aziz Üstad Hazret-i Bediüzzamanın: “Bizimle harp eden Hristiyanlar, ölse­ler şehit sayılır” veya “Anadolu’da öldürülen Ermeniler şehittir” diye bir sözü, bir ifadesi, bir hükmü asla mesbuk değildir, varid de değildir. Hazret-i Üstad-ı Küll: “Çoluk çocuk” demiş, “masumlar, o işte suç­suzlar, günahsızlar” demiş, “zalim müstebitlere karşı koyarken felaketler çekenler” demiş.

“Anadolu’da öldürülen Ermeniler şehit sayılır” cümlesi Tekin Ahmet’in tahrifli ilavesi olduğu halde, üstünde az durmak istiyorum. Şöyle ki:

1915 Ni­san’ında Talat Paşa ve ekibi tarafından gizli ve gayr-ı resmî alınan bir karar gereğince,([27]) Ermenile­rin dağa çıkmış, bilfiil devletimizle harbedenleri değil, geri kalan kadın, çoluk çocuk ve yaşlıları harp bölge­sinden alınıp güneye götürülürken, pek çok insan yol­larda, felâket­lerle karşılaşıp ölmediler mi? Bunların çoğu, masum çoluk çocuk değil mi idiler? Acaba bu in­sanların ahirette adalet ve merhamet-i İlâhiyeden hiç­bir nasip­leri olmayacak mıdır?!..

Mevzu ile ilgili Üstad’ın Kastamonu Lâhikası kita­bındaki ikinci uzun mektubunun bazı bölümleri üs­tünde de durmak lâzım ise de, az üstte kısaca temas edildiği için şimdilik ferağat eyledik. Yalnız şunu kay­detmek isteriz ki, Üstad’ın bu her iki mektubu, İkinci Dünya Savaşı sırasında yazılmıştır. Bu savaşta Tür­kiye herhangi bir yanda ve bir harpte değilse de, fikren ve siyaseten hükûmet İngiliz taraftarıdır. Mektupların yazılış sebepleri, beşerin fıtratında mevcut şefkat ve acıma hissiyle, Allah’ın şefkat ve merhametinin çizgi­sinden aşmamak ve taşmamak ile beraber, o musibet­lerde suçsuz, günahsız ve çaresiz insanların, masum çoluk çocukların, yaşlı, hasta, fakir ve biçare kadınların çektikleri felaket ve perişanlıklar, rahmet-i İlâhiyenin şümûllü ihatasından ve “Benim rahmetim, gadabımı geçmiştir.” hadis-i kudsîsi muktezasınca bir mükâfat­ları, bir hisseleri yok mudur? “Var ise nedir, nasıldır?” diye olan manevî bir suale, hakikat alemi ve canibinden o Üstad-ı küllün kalb-i münevver ve şefkatperverleri aydınlatıcı bir hakikatlı cevap i’ta edilmişse ve bu ce­vaba “hakikattan haber aldım” ihtarına “ilham” demişse; acaba Kur’an’a, sünnete ve Peygamberin va­hiy hakikatının bir hücceti, bir gölgesi olan ümmetinin yüksek tabakası, evliyanın kâmil ilhamlara mazhar kısmının umum ümmetçe kabul ve meşhurluğu ortada olan telâkkisine muhalif midir ki, bay Ahmet Tekin, Hazret-i Üstad’ın “Hakikattan haber aldım.” ifadesini, evliya ve ilham hakikatını inkâr eden camid, inançsız görüşüyle eleştirsin?.. Sadece bir kör döngü içindeki eleştiri ile kalmayıp Hazret-i Bediüzzaman’ı, “Mesihlik iddia ediyor.” kabih iftirasıyla da lekelemeye kalkışsın, öyle mi? Acaba şu alimlik taslayan bay Ahmet Tekin, انّ فى امّتى محدّثون hadis-i şerif ve sahihini hiç duy­mamış mı­dır? Duymuş ise, inkara mı kalkışıyor? Allah koru­sun.

Bu ikinci mektupta, birinci mektubun icmalli hük­münü izah eden beyanının başına dönersek, Birinci Dünya Savaşı’nda Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın biz­zat şahsen ve gönüllü alayına Miralay olarak, iki buçuk sene içinde bulunduğu vaziyetin, hususiyle 1915’ten sonraki zulümlü tehcir hadisesinin akabinde Ermeni çetelerinin Müslüman çoluk çocuklarına, ihtiyar ve hastalarına karşı kudurarak giriştikleri vahşice katli­amlardaki zulümleri sürüp giderken, bazı yerlerde Müslümanlar tarafından da Ermenilerin esir alınan, ya da kaçamayıp kalan çoluk çocukları zalim olan kaide-i bîmisil ile kesilip katiller uygulanıyordu. Fakat Üstad Bediüzzaman Hazretleri ise, Peygamberimizin (A.S.M.) bu gibi hallere dair emir ve tavsiyelerine uyarak kendi alayında öylesi zalim uygulamayı yasakladı. Gönüllü alayının eline geçen Ermeni çoluk çocukları ve çaresiz­lik içinde kalmış ihtiyarlar ve kadınlarını öldürtmeyip Ermeni çetelerine teslim ettirdi. Ermeniler bu insancıl muameleyi Bediüzzaman’dan görünce: “Madem Bediüzzaman bizim çoluk çocuklarımızı bize sağ teslim etti, bundan sonra biz de Müslümanların çoluk çocuk­larını öldürmeyeceğiz” dediler ve bunu yer yer uygula­dılar. Bu, pek çok mühim ve son derece lüzumlu olan hal bazı yerlerde müsbet şekilde oluşum gösterdi.

Şimdi burada bu münasebetle, Ahmet Tekin denilen şahsın kasdî bir garazla ve düşmanane bir tarzda ifti­ralarına medar gösterdiği nurlu metinlerin, nasıl sağını solunu makasladığını, yani Hazret-i Üstad’ın o hükmü­nün illet ve esbab-ı mucibesini nasıl kırpıp attığını be­raberce görelim. İşte Hazret-i Üstad, bu mevzuda yaz­dığı hükümlerin esbab-ı mucibesi ve illeti ile, meselâ şöyle söylüyor: “O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâ­ketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmün­dedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri o musibeti hiçe indirir…”

Şahs-ı müfteri ıtlakına şayeste olan A. Tekin adın­daki şahıs ise, hem metni tahrif etmiş, hem Üstad’ın iki ayrı mektubunun değişik ifadelerini ve iki mektubunun paragraflarını birbirine karıştırarak şöyle tahrif edip haram etmiş: “Ne dinde olursa olsun bir nevi şehit hükmündedir. Belki onu cehennemden kurtarır…”([28])

İşte görüyorsunuz, asıl metnin nuranî sütunlarını hainane bir sinsilik içinde nasıl tahrip ediyor ve esbab-ı mucibeli hükmü beyan eden kelime ve cümleleri nasıl kesiyor, yerlerinden koparıp alıyor ve alıp diğer bir cümlenin yanına koyuyor ve rezil iftiralarına me’haz gösteriyor?

Bu nuranî ve ruhanî manaları tahrif ve iftiralarla bazan ve garazlı bühtanlarına alet eden, yani Risale-i Nur’ların Kur’anî ve Peygamberî hüküm ve kaidelerine bilerek ihanet edenlere karşı, Denizli kahramanı büyük veli merhum Hasan Feyzi Efendi’nin söylediği beddua­sıyla mukabele etmek isteriz:

(Eğer bilerek kast ve ga­razla bu ihanete girmiş ise)

Ey Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bed­bahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ve ikbali ve şan ü şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve öl­mez bir nursun.” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 85)

İftiralı ihanetlerle Risale-i Nur’u ve Hazret-i Üstad’ı şaibelendirmek isteyen benzeri kimseler de bu bedduanın tokatını yemeye namzettir­ler.

———–+++———–

ÜÇÜNCÜ İFTİRALI BÜHTANI ([29])

İftiraları şunlardır:

1. Hazret-i Üstad’ı kasdederek: “Camie ‘bid’at yeri…’ diyen”

2. “Cumayı keyfe keder bir ibadet sayan”

3. “Müslüman-misyoner ittifakının bozulmama­sını tavsiye eden”

4. “Üstad gibi İslâmın temel kaynaklarına muha­le­fet eden tarihte görülmedi”

5. “Kendini Mesih (Hz. İsa) olduğunu söyleyen”([30])

İşte bu, dört beş çirkef kokan maddelerdeki bed­bahtça iftira ve bühtanların Hazret-i Üstad Bediüzzaman’a izafe edilmesi Allah’ın arşını titrettiği gibi, iftirayı yapanın ise, nifak perdesine bürünmüş, ruhu kararmış, esfel-i safiline sukut etmiş bir şahıs ol­duğunu izhar eyliyor. Kutsi, tahir, mutahhar, pâk ve münevver bir zat-ı mürşit Hazret-i Üstad’ın nezih damenine sıçratmak istediği, nifakla karışık iftiralı çamurları yanına da, sözde “Hazret-i Üstaddan” diye birer dipnot işaretini de bırakmış. Oysaki, bu şahsın me’haz diye gösterdiği şeyler, Nurların içinde kayıtlı olan o metinler çok başka bir tarz ve ayrı bir manada­dırlar. Gelin beraber tahlil edelim:

İşte, bu şahsın bu bölümde olan birinci maddesi ki: “Camie bid’at yeri deyen..” iftirasıdır. Sözde bunun me’hazı olarak da, Hazret-i Üstad’ın, bu müfteri şahsın yazdığının tam aksiyle, bir büyük ve mühim hakikatı ifade eden umumi, irşadkâr bir mektubundan ayrı ayrı hususları beyan eden iki parçayı yan yana getirip kay­detmiş bu şahıs. Gelin de mezkur mektubun ne kadar da çok şümullü ve Müslümanlar arasında uygulanması pek çok lâzım ve zaruri bir uhuvvet dersi olduğuna be­raber bakalım. Mektup, Risale-i Nur talebelerinden fa’âl ve gayyur bir zat olan Hasan Atıf Egemen isimli alim bir zata 1943 yazında yazılmış. Mektubun baş kısmı, selâm, hâl hatır sorma, üç ayları tebrik ve ihlâs işini iki ihlâs risalesine havaleden sonra, üçüncü pa­ragrafta şu pek çok mühim ve lâzım olan nasihatlar yer almaktadır:

Mesleğimiz, sırr-ı ihlasa dayanıp, hakaik-i imaniye olduğu için; hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve re­kabet ve tarafgirliğe ve mübarezeye sevkeden hâ­lâttan tecerrüd etmeğe mesleğimiz itibariyle mecburuz” (KL:246) dedikten sonra, bir ihtiyar alim ve vaiz zatın, Hazret-i Üstad’ın sakal ile diğer bir sün­neti, iki mühim mazerete binaen yerine getireme­mesi bahanesiyle, Üstad’ın şahsına ve Risale-i Nur’un mes­leğine ilişmek istemesine karşı şöyle devam etmiş­tir:

Evvelâ: Hem o zât, hem sizler biliniz ki: Ben, Risale-i Nur’un bir hizmetkârıyım ve o dükkânın bir dellâlıyım. O ise (Risale-i Nur), Arş-ı A’zam’la bağlı olan Kur’an-ı Azîmüşşan ile bağlanmış bir hakikî tefsiridir. Benim şahsımdaki kusurat, ona sirayet edemez. Benim yırtık dellâllık elbisem, onun bâki elmaslarının kıymetini tenzil edemez.” (KL:247)

Sonra, aynı mevzu ile alâkalı izahları kavl-i leyyin ve mülâyemetkâr üslûp ile “Saniyen” deyip devam eder. Bu “Saniyen”in üçüncü ve dördüncü paragraflarında neticeyi bağlamak üzere şöyle serd-i kelâm eder:

Hem, Hasan Avni ismindeki zât, madem ev­velce Risale-i Nur’a girmiş ve yazısıyla da iştirak etmiş, o daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da afvediniz. Biz, değil onlar gibi ehl-i di­yanet ve tarîkata mensub müslümanlar, şimdi bu acib zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, hristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza’ noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi; hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur’un Âlem-i İslâm’da intişarına karşı, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkma­mak için, Risale-i Nur şakirdleri musalahakârane vaziyeti almağa mükelleftirler.” Kastamonu Lahi­kası (247 )

Ve neticenin neticesi olarak, mevzuu “Saniyen”in dördüncü paragrafında şöyle bağlıyor:

Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine iliş­meyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkid etmeyiniz. Gerçi İmam-ı Rabbanî demiş ki: "Bid’a olan yerlere girmeyiniz." Maksadı, sevabı olmaz demektir; yoksa, namaz battal olur değil. Çünki selef-i sâlihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalırsa, halvethanesinde bulunması lâzımdır.” Kastamonu Lahikası (247)

İşte, Ey Allah’a, Peygambere ve ahiret gününe iman eden vicdan sahibi Müslümanlar! Geliniz, Hazret-i Üstad-ı Pâk’ın şu açık, beyyin ve vazıh ifadelerini ve nu­ranî irşadkâr beyanlarını beraber değerlendirelim ki, o zat-ı mürşid ve muallim-i mübîn ve hoca-i alem olan zat, İmam-ı Rabbanî’den naklen, bid’atlı yerler hadise­sinden bahsediyor. Ve bid’atların, yani dine ve sünnete zıt ve muğayir ecnebi ve frengi âdetlerinin, Müslü­manların cami’, mescid ve mabedlerini istilâ edip sardı­ğında, oraya ibadet için girmeyiniz demiş” diyor. Haz­ret-i Üstad ise, İmam-ı Rabbanî’nin bu hükmünü şerh ve izah ediyor ve müsbete çeviriyor .. ve: “Bid’atlar ca­mi­leri istilâ etseler de, siz yine camilere gidiniz ve giri­niz. Sevabı az olsa da, namaz battal olmaz” diyor, Şe­riat’ın ruhsat tarafını gösteriyor.

Ama bakınız ki, gizli müfsid bir komite adına konu­şan şu muharrif şahıs ise, Hazret-i Üstad’ın İmam-ı Rabbanî’den naklettiği “bid’at meselesi”ni şerh ile anla­tan kısmına, başka bir meseleyi ders veren uzun cüm­leyi alıp getirip bunun başına eklediği gibi, bunun son kısmını da, ki ruhsatla amel işinin cevazını anlatır, se­lef-i salihinin hal ve tavırlarıyla pekiştiren cümlesini de almamıştır. Ama buna rağmen bu muharrif şahsın, Üstad’ın ifadesini dessasane bozarak, hakikatın ahenk ve rengine, başka bir renk vererek menfi ve nifaklı mefkûresine uydurmaya çalışmasına rağmen, kendi ki­tabında, dipnota aldığı ve fakat başına ekleme, sonunu da kırpma ameliyesini uygulamasıyla beraber, Üstad’ın o tarz cümlesi de onu aksiyle tekzip etmektedir.

BİD’AT NEDİR, VAR MIDIR?

Geçmiş devirde, CHP’nin altı oku “Türk’ün amen­tüsü” diye Müslüman halka telkin ettirildiği zaman mukaddes camilerimize kabih bid’atlar girdi mi? Ve bu bid’atlar Müslüman halkın dinî ibadetlerine kanun ceb­riyle karıştırıldı mı?

Elcevap: Kısacasını söyleyeyim: Lozan Andlaşmasında, Türk Murahhas Heyeti başkanı sıfa­tıyla Türkiye’yi temsil eden İsmet İnönü ile, o günün İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Gurzon arasında arabulu­culuk yapmakta olan Mısır eski Yahudi Hahambaşısı Hayim Naum ile, ya da o bununla temas kuran ve o gün İngilizlerin şeytanetleriyle dünya siyasetinde şey­tanlıklarla önemli rol oynayan Yahudilerin plânlarıyla “Türkiye’de dini yok etme” şart ve yöntemlerini hiç iti­razsız kabul eden İsmet İnönü, Hayim Naum aracılı­ğıyla İngilizlerin istekleri istikametinde bütün şartlara kabul ile imza attıktan sonra, Türkiye’de dini yirmi beş sene içinde tamamen kaldırma programları uygulan­madı mı? Bu uygulamalar, okullarda din derslerini ta­mamen kaldırma, dini medreselerin, tekyelerin, zavi­yelerin hepsini kökten ilga etme, hatta Müslüman hal­kın kendi çocuklarına hususi ve gizli olarak Kur’an-ı Kerim’i öğretmeyi bile yasaklama, İslâm ve Kur’an hat­tını kökten silip atma, Ezan-ı Muhammedîyi ve namaz ikametini değiştirip onun yerine bir nakıs ve bozuk ter­cümesini basit bir şarkı manasında olan “Tanrı uludur, tanrı uludur”u ikame eyleme, Müslüman halkın İslâmî kıyafetlerini değiştirip, cebr-i kanunî ile Müslümanla­rın başına Hristiyanların serpuşunu giydirme vs. gibi binbir türlü bid’atlar uygulanmadı mı?!..

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm’ın: “Bütün bid’atlar dalâlettir ve bütün dalâletler de ateştedir.” fermanına, herhalde bu Ahmet Tekin isimli şahıs inanmamaktadır; bid’at diye bir şeyi kabul etmiyor!.. Kendisi, Peygamber’in sünnet-i seniyyesine ve ondan mütevatiren gelmiş ibadetlerin tarz ve usûlüne ve İs­lâm dininde yapılan ubudiyetin içinde Kur’anî, hadisî ve Arabî kelimelere aldırış etmeyebilir… Ve ırkçılığın çirkefi içinde dine gelmiş darbeleri ve bid’atlı uygula­maları, şahsı itibariyle hoş da görebilir. Ama hiçbir yan ve yönü ile Hazret-i Üstad Bediüzzaman’a teması ol­mayan ve hiçbir tahrifli, rezil te’ville de ona mal edil­mesine imkanı olmayan yalanlı iftiraları etmesin, et­mesin de cehennemin esfel-i safilînini boylamasın.

CUMA NAMAZI VE CAMİ CEMAATI

Hazret-i Üstad Bediüzzaman, Cuma namazı ve Müslümanlar’ın cemaatı ve mübarek cami ve mescitler hakkında, az üstte nitelik ve vasıfları sayılan bid’atlara rağmen, acaba ne dedi ve ne yaptı?..

İşte, bu hususlarda yazıp söyledikleri tavsiye ve davranışları:

1. “Kastamonu Lâhikası” kitabına bakıyoruz; üst ta­rafta mevzuu yapılmış ve tahlilini yaptığımız mektu­bundan bir müddet evvel sadık bir talebesi olan, Is­parta, Bedre köyünden Santral Sabri Hoca Efendi, kendi köyündeki camide bid’atlı uygulamaların istilâ ettiği sıralarda (tahminen 1939- 1940’larda) imamlık yaparken, üstadına soruyor: “Bu bid’atlar içerisinde îfa eylemekte olduğum imamlık vazifesinden çekileyim mi, yoksa devam mı edeyim?..”

Üstad-ı ekremi ona şöyle cevap gönderiyor: “Sabri kardeş! İmamet vezifesinde Risale-i Nur’a zarar yok. ‘ruhsatla amel ’ niyetiyle şimdilik çekilme!” (Kastamonu Lâhikası, sh: 9)

2. “Emirdağ Lâhikası-1” sahife 281’de: “… gurbeti, kimsesizliği tercih ederek ta ki dünyaya ve ha­yat-ı iç­timaiye ve siyasete temas etmesin. Ve çok sevaplı olan camideki cemaatın hayrını bırakıp odasında yalnız na­mazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hür­metinden çekinmek olan bir halet-i ruhiyeyi taşıyan…”

3. Yine Emirdağ Lâhikası-1 sahife 48’deki bir mü­him mektuptan: “… Said Cuma cemaatına gelmiyor, sakal bırakmıyor gibi tenkitleri var…

Elcevab: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki mes’elede büyük mazeretlerim var.

Evvelâ: Ben Şafiîyim. Şafiî Mezhebinde cuma­nın bir şartı; kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana cuma farz değil. Ben, mezheb-i A’zamîyi takliden, bazan sünnet olarak kılıyor­dum.

Sâniyen: Yirmi senedir haksız olarak beni in­sanlarla görüştürmekten men’ettikleri için, -hem bu âhirde, resmen dört ay evvel perde altında in­sanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş- hem yirmibeş senedir ben münzevi yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve herkesin arkasında mezhebimce iktida edip na­maz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fatiha’nın yarısını okumadan, imam rükua gidiyor. Bizde Fatiha okumak farzdır.” Emirdağ Lahikası-1 (48)

4. Yine bid’at ve ruhsatla amel mevzuuna dair, “Emirdağ Lâhikası-1” in “Mufassal Tarihçe”ye geçen bir mektubunda: “Risale-i Nur dairesi içinde yeni ezanı okuyan müezzin ve imamlar çoklar var. Bid’alara kal­ben taraftar olmamak yeter. Umum İslâmın mabedi olan camiler ehl-i bid’aya bıra­kılmaz. Gerçi İmam-ı Rabbanî gibi zatlar demiş­ler ki: ‘Bid’a olan yerlere gir­meyiniz.’ Fakat o za­man hususî idi. (Yani bid’atlar her yeri istilâ et­miş değildi) Böyle taammüm eden yerlerde, cami­ler Ehl-i Sünneti içinde bulmak ister. Bid’aya işti­rak ile değil, belki camiin ve cemaatın faziletini ka­zanmak iktiza eder. Ben de burada (Emir­dağ’da 1944-1948 tarihleri arasında) camie halî vakitte gidip o ma­nevî emre tevfik-i hareket edi­yorum, bizim de camimiz­dir. Kalben ehl-i bid’aya yardım etmemekle, bu müba­rek aylarda camilere mümkün olduğu kadar sünnet-i seniyye daire­sinde faziletinden istifade etmek, hafızları din­lemek; inşaallah mecburî bid’alara karşı gelebilir, zararı dokunmaz. لايضرّكم من ضلّ اذااهتديتم Fer­man-ı İlâhî teminat verir. Said-i Nursî” ([31])

İşte, Üstad-ı Küll’ün bu mevzuda yazdığı şeyler, yaptığı nasihatlar böyle!.. Tekin Ahmet’in ise, gizli ko­mitelerin fermanberliği adına o Üstad-ı Mükerreme bulaştırmak istediği çirkef kokan iftiralarının mahiyeti de gün yüzüne çıkmış oluyor değil mi?.. Şu Tekin Ah­met’in iftiralarla karalama kampanyasının kimlerin hesabına işlediği de meydana çıkıyor herhalde!.. Öy­leyse, bu şahsın Hazret-i Üstad hakkında iftiranamesinde ileri sürdüğü şeyler, ne Kur’an’ca, ne sünnetçe, ne de İslâmın icma-ı fukahasınca kabul edile­cek hiçbir tarafı yoktur. Kitabımızın ileriki sahifele­rinde de bunu daha da ispat edeceğiz.

İKİNCİ MADDE: YİNE CUMA HAKKINDA

Bay Tekin Ahmet’in Hazret-i Üstad Bediüzzaman hakkındaki zırvalamalarından birisi de: “… Allah’ın Kur’an’da zikrettiği, kendi evi saydığı mescitleri ancak mü’minlerin şenlendireceğini, zalimlerin mescitleri en­gelleyeceğini belirtmesine rağmen, merhumun (Üstad’ı kasdediyor) böyle bir sözü insanın kanını donduruyor. Cuma namazına iştirak, bir Müslümanın keyfine mi bağlı ki, ‘Müslüman iştirak edip etmemekte serbesttir’ ifadesini kullanıyor.”([32]) Aynı kitabın aynı sahifesinin baş tarafında da: “..Üstad gibi İslâmın temel kaynakla­rına muhalefet eden ikinci bir şahıs herhalde gelme­miştir.” diye yazabilmiş şu Bay Tekin…

Elcevap: Tekin Ahmet, Hazret-i Üstad’ın 1939’larda Kastamonu’da ve 1944-1948 arasında Emir­dağ’da yaz­dığı Lâhika mektupları kitaplarından alarak bu mev­zudaki söylediklerini az üstte aynı metniyle kaydettik sizler de gördünüz. Evet, o zat-ı azimüşşan olan Haz­ret-i Üstad Bediüzzaman’ın, yazdığı bütün eserlerin­deki ifade ve beyanlarından ve eserlerinin ya­zılış tarih ve zamanlarından ve hayatının bütün safha ve safaha­tındaki yaşayış ve uygulamalarından bî-ha­ber, İslâmın fıkıh ve şeriatından bî-behre, Risale-i Nur’un bu va­tanda ve dünyada, hususan İslâm ale­minde başardığı müsbet hizmetlerinden cahil ve malû­matsız ve üstelik de güneşin parlak ziyasını “karanlık” ile tavsif edebile­cek kadar kapkara vicdanlı, ya da bumbuz gibi camid ve donuk ve o nisbette de iftira gay­yasına sukut etmiş olmasıyla beraber, kendini aleme karşı şu cahilane ifti­ralarıyla kepaze edecek olan bu yazıları yazabiliyor!?.. Yani, bu şahs-ı nadana göre, o allame-i bî-adil, o bütün hayatını Kur’an’ın hakikatlarına, sünnet-i seniyyenin yerleşmesine vakf ve hasreden muazzez Üstadü’l- enamı “zalimler tar­zında mescitleri engelleyen, Müs­lümanları camilere gitmekten men’e çalışan ve cuma namazının bütün şart ve rükünleri müsbet olarak, bil­hassa mezkur tarih­lerde, ortada mevcut imiş gibi, cuma ve cemaatı keyfice, keyfe keder sayarak cuma namazına gidip gitmemeyi serbest bırakan bir insan” şeklinde gösterebilmektedir.

Bu şahs-ı müfterinin, şu utanmadan aleme karşı yaydığı asılsız lakırdılarına karşı şunu sorarız ki: “Sen İslâmın temel kaynakları diyorsun, söyler misin bu kaynaklar hangileridir acaba? Sana ve senin gibilere ben söyleyeyim: Cumanın farziyetini emreden elbette en başta gelen kaynak, şüphesiz Kur’an-ı Kerim’dir. İkincisi sünnet, yani Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) uygu­lamasıdır. Daha sonra kıyas-ı müçtehidin ve icma-i fukaha ise, onların attbik şeklini yapan kanunnamele­ridir.

Eğer, senin bu hususta birazcık bilgin olsaydı, her­halde cumanın oluş biçiminin şartlarından, hiç olmazsa bunlardan temel teşkil edenlerinden bir ikisini bilme­liydin. Hem dört hak mezhebin çok büyük müçtehid ve rey sahibi imamlarının ayrı ayrı içtihatlarından biraz­cık olsun haberdar olmalı idin. Ama nerede? Kim bilir, ya bir kuru ve kısır ve camid bir Vahhabiliğin kör dön­güsünde, ya da Masonik bir bellaânın yörüngesinde avazeden bu kabil vızıltıların olmazdı.

Evet, cumanın farziyetinin oluşmasını gösteren te­mel şartlarından en birincisi İslâm devletinin teşek­külüdür. Yani, İslâmî kanunlara göre hareket eden bir devletin varlığıdır. Bu birinci şarttan sonra, “izn-i sul­tan, mısır, tam hürriyet-i Şer’iyye” gelir. Bu şartlar 1939 ve 1944-1948 tarihlerinde Türkiye’de mevcut mu idi?..

İşte, buna göre, sen kendi cehil ve cumudiyetin ile beraber, Hazret-i Üstad Bediüzzaman’dan gelen açık ve beyyin ifadelerindeki hakikatları tahrif ve iftiralarla tersine çevirmelerinle beraber, İslâmın temel kaynak­larından da söz etmelerin, şeytanı bile müstehziyane kıs kıs güldürür.

Evet, Hazret-i Üstad’ın menfî hayatında yaşadığı bölgeler itibariyle, Hanefî mezhebinin uygulanması ve diğer mezheplere nisbeten bir derece ruhsatlar ve bazı müsamahalara dayalı olan fetvaları ile, fakat Hanefî mezhebinin de azimet taraftarı ulemasına göre cuma­nın tam farziyet ve vücûbiyeti şüpheli olmasıyla bera­ber, cuma namazının Türkiye’de edası devam ediyordu. Üstad Bediüzzaman ise, kendi mezhebince ona farz ol­madığı halde, cemaat sevabını nazara alarak, cumanın kılınması kılınmamasından evlâdır kaziyesine tebean, elinden geldiği kadar Hanefî mezhebinin ruhsatla amelli uygulamasına sünnet olarak katılmıştır. Kendisi her zaman gidememişse de, yanındaki talebelerini ca­mie göndermiştir. 1950’den sonra ise, muntazaman cumaya gitmiştir. Hele ezan-ı Muhammedî’nin kutsi vaziyetine döndürülmesinden sonra, daha muntazam bir şekilde cumayı takip etmiştir.

Böylece Hazret-i Üstad’ın yazdığı Nur Risalelerinde, cami ve mescitlerin imarı, cemaatla kılınan namazların büyük sevapları hakkında çok ilmî ve dinî hakikatlar mevcuttur. Ezcümle “Mesnevî”de, “Sözler”de 16. Sözde, “İşârâtü’l- İ’caz” tefsirinde, 29. Mektubun Birinci Kısmında, 15. Şua olan “El-hüccetü’z- Zehra”da vesaire yerlerde, gelmiş geçmiş İslâm ule­masının belki de çok fevkinde bu husus gayet cazip bir tarzda yazılmış, meydandadır. Bay Tekin Ahmet gör­memişse görsün, okumamışsa okusun da bu çirkin ce­haletli iftiralardan vaz geçsin.

Hazret-i Üstad’ın cami imarı, camiin ve cemaatın sevabı hakkında eserlerinin pek çok yerinde birçok şeyler yazmıştır. Bir iki hadise için söylediklerini kay­detmekle bu bölüme son vermek istiyorum.

Birinci Hadise: 1930-1934 yılları arasında, Barla köyünde yıkılmış bir mescidi, o köydeki talebeleri eliyle tamir ettirerek dört sene fî-sebilillâh fahrî imamlık et­miştir. Sonra ehl-i dünya bu mübarek mescidi, “Burada gizlice Arapça ezan okuyorsun!” diyerek, resmen kapı­sını mühürleyip kapatmış, arkasından da gelmişler, bu mescidi kökten yıktırmışlardır.

İkinci Hadise: Üstad Hazretleri 1946’larda, Emir­dağ’da sürgün hayatı yaşarken, bir ara Emirdağ’ın Ulu Camii içindeki mahfel kısmında, ikindiden ta yatsı na­mazını kılıncaya kadar kalıp, dua ve münacatlarını okuyormuş. Fakat bir işgüzar kaymakam, resmi bir şe­kilde: “Camie gelmeyeceksin!” diye kendisine tebliğatta bulunmuştur. Bu keyfî ve sebepsiz hadiseyi, Hazret-i Üstad “Adliyenin Şahs-ı Manevîsine ve Dahi­liye Veki­line Berâ-yı Malûmat” başlıklı bir istid’a ile şi­kayet et­mişlerdir. Az üstteki iftiraların ikincisinin, ikinci mad­desinde o kısım yazıldığından tekrar edil­medi. O meş’um ve zulümlü hadiseyi kendi talebelerine şöyle bildirmiştir:

“Aziz, Sıddık kardeşlerim! Birkaç aydır aley­himde çevrilen desiseleri meydana çıktı. Hıfz-ı İlâhî ile o mu­sibet yirmiden bire indi. Halî za­manda camie gidiyor­dum. Haberim olmadan ta­lebeler beni üşütmemek için mahfelde bir kulü­becik yapmıştılar. Ben de dört beş gündür kendi kendime karar vermiştim: “Daha gitme­yeceğim.” O malum zabit adam vasıta olup kulübeciği kal­dırdılar. Bana da resmen tebliğ ettiler ki: “Daha gitmeyeceksin.” Fakat manasız habbeyi kubbe yapıp bir heyecan verildi.” ([33])

İşte cami, mescit, cuma ve cemaat ve bid’atlar me­selesi hakkındaki Hazret-i Üstad’ın ifade ve beyanları ve talebelerini itidal-i deme ve sükûnete dair nasihatları böyle. Ehl-i hakikat ve vicdan ve hakiki ulûm-ı İslâmiyeye vakıf zatlar meseleyi idrak edip an­lamıştır. Ama Ahmet Tekin adındaki şahsın kanını donduran, hayır belki iman ve vicdanını karartıp don­duran şey, yaptığı tahrifli yalan ve iftiralardır. Her ne ise.

ÜÇÜNCÜ İFTİRA VE BÜHTANININ ÜÇÜNCÜ MADDESİ

Hazret-i Üstad Bediüzzaman için: “Kendinin Mesih olduğunu söyleyen” diye yazmış?!.. Yani, bedbaht müfteriye göre, Hazret-i Üstad kendinin Hazret-i İsa (A.S.) olduğunu söylemiş?!..

Merd-i müfteri bu sözünün yer aldığı kitabının dip­notunu da “Kastamonu Lâhikası, 27. Mektup a.g.e. 11, 1601” diye koymuş. Ama direk falanca yayınevi baskısı Kasta­monu Lâhikası, sahife şu diye koymadığı gibi, izafe ey­lediği yerdeki müellifin metnini, ya da metin­den bir bölümü koymamış, koyamamış. Çünki orada kendisinin iddiasını doğrulayacak hiçbir şey yoktur. Müfteri şahıs, burada, “iftirayı bas, tesir etmezse de iz bırakır” olan şeytan müfsitlerin izini takip etmiştir. Ama “Yalancı­nın mumu yatsıya kadar yanar” darb-ı meseli gibi, Ri­sale-i Nur eserlerinin tamamı piyasada ve her yerde yüz binlerce nüshaları mevcut olduğun­dan, Müslü­manların bakacaklarını ve yalanlı iftirala­rını görecek ve yüzüne tüküreceklerini düşünememiş­tir.

Müfterinin iddiasına ayrıca şöyle cevap veriyoruz: Evvelâ, peşinen kaydedelim ki, ne “Kastamonu Lâhi­kası” kitabında, ne “Barla” ne de “Emirdağ-1” ve Lâhi­kalarında bu şahsın ileri sürdüğü manada Üstad’ın hiçbir mektubunda öylesi bir ifadesi, ya da o manaya uzaktan olsun bakan bir îması da yoktur. Gerek Risale-i Nur’un “Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar” gibi bü­yük kitaplarında, gerekse adları verilen Lâhika kitap­larında, birkaç yerde Mehdî ve Deccal ve Hazret-i İsa’nın (A.S.) ahirzamanda, nüzûlü hakkında gelen sa­hih hadis-i şeriflerin rasihane bir ilm-i te’vil ile şerh ve izahlarını yapmıştır. Kendisinin değil Hazret-i İsa (A.S.) olduğunun îmasını vermek, bazı halis Nur tale­belerinin kendisini Mehdî telakki etmelerinin bile ilti­baslı, bir yanlışlık olduğunu ilmî ve aklî izahlarla be­yan etmiştir.

Evet Hazret-i Üstad Bediüzzaman, mezkûr mesele hususunda pek çok defalar detaylıca şerh ve izahlarda bulunurken, ahirzamanda zuhur edecek Hazret-i Mehdî’nin, Deccalın ve Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzûlü­nün sahih hadislerle sabit olduğunu, ve bunların ahirzamanda zuhur ve nuzûlünün hak ve kat’i oldu­ğunu, ancak istikbale ait hadiseler hakkındaki hadis-i şeriflerin manâlarının zuhurları hususunda Kur’an ve din ilminde kâmil bir rüsuha sahip ulemanın te’villerine muhtaç olduğunu etraflıca beyan ve izah etmişlerdir. Bu izahları yaparken, kendisinin ve Nur talebelerinin Risale-i Nur ile yaptıkları ve başardıkları büyük tecditler ve pek çok din tılsımlarını Risale-i Nur’ların halletmesiyle, Risale-i Nur talebeleri ve cemaatının şahs-ı manevîlerinin bir mümessili olarak mücedditlik vasfını alabileceğini ve aynı zamanda ahirzaman Mehdîsinin bir pişdarı olmasınında müm­kün olabileceğini söyler. Bunun dışında Risale-i Nur’un hiçbir yerinde Mesihliğine dair en ufak bir işaret değil, en gizli bir îmada dahi bulunmamıştır. Bulunmasının da imkânı yoktur. Çünki, Hazret-i İsa Mesih (A.S.) bir peygamber-i âlişandır. Ahirzamanda nüzûlünün en bi­rinci ve en büyük sebebi, bütün ehl-i kitabı tashih-i akâid ile Müslümanlaştırmaktır. Bu husustaki ehl-i İslâmın inandığı bu tarzdaki akideye bütün müstakim ehl-i sünnet ve’l-cemaatin itikad edip inanmasının va­cipliği vardır. Bu asırda en büyük bir İslâm alimi ve ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebinin mensubu müdafii Hazret-i Bediüzzaman da, Kur’an’ın işaretlerine ve ha­dis-i şeriflerin sarahatına istinaden böyle kabul et­mekte ve böyle inanmaktadır. Ve bu çerçeve içinde ga­yet derin, ilmî ve mantıkî ispatlı izahlar getirmektedir.

Ben burada, bu muharrif ve müfteri şahsa dönüyor ve diyorum ki: Senin kitabın (Yani iftiranamen) baştan sona kadar tahrifler, iftiralar, cehaletlikler ve demago­jilerle dolu olmakla beraber, bütün bunlar, şu anda üzerinde olduğumuz husus ki, Üstad Bediüzzaman için “kendisinin Mesih olduğunu söyleyen” diye sıçratmak istediğin iftiran kadar kabih, çirkin ve sukuta sebep kadar belki değildir. Evet, şu iftiran hakikaten büsbü­tün hak ve hakikat semasından, İslâmî yüce ve nezih ah­laktan ve bir mü’minin şiarı olan ciddîlik ve dürüst­lük­ten sukuta sebep bir vaziyet, bir hal olduğu halde, her şeye rağmen, seni ispata davet ediyorum ki, gel, bu ifti­ranı îma ile de olsa ispatlayan, Hazret-i Üstad’dan bir söz, bir kelam, bir ifade ve ufacık bir beyanı bulup ge­tirmeni istiyorum. Bulup getir de, münsif ve hakikat ilmine vakıf bir ulema heyeti huzurunda hakkın, hakikatın, ilim ve ferasetin mihenginden geçirelim, seni onunla belki eğer ıslaha kabil isen kurtaralım.

Bu mevzuun neticesi olarak, Hazret-i İsa’nın (A.S.) hayatta olup göklerde, melâikeler içinde yaşamakta ol­duğunu ve ahir vakitte yeryüzüne pek büyük ve çok mühim bir hizmet, bir vazife için Allah’ın izniyle inece­ğini beyan eden Risale-i Nur’ların bir çok yerinde bahsi yapılmış olan parçalardan sadece bir parçayı kaydede­rek bitirmek istiyorum İşte, “Mektubat” tan 1. Mektu­bun birinci kısmı:

Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşe­riyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevî­leriyle semavatta bulunurlar. Âhirzamanda Haz­ret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealin­deki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab ede­ceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öl­dürecek.” Mektubat (6)

İşte Hazret-i Üstad’ın burada icmalen ve fakat Ri­sale-i Nur’un diğer parçalarında biraz daha açıklama­larla Hazret-i İsa (A.S.) hakkında, sahih birçok hadis-i şeriflere ve Kur’an’ın sarahata yakın bir işaretine isti­naden, izahları böyledir. Başka bir şekilde değildir.

DÖRDÜNCÜ YALAN: ŞAHS-I MÜFTERİ VE MUHARRİFİN DÖRDÜNCÜ YALANI, AYNI ZAMANDA CEHALETLİ BÜHTANI

Önce hemen burada Hazret-i Üstad’ın eski eserle­rinde, merd-i muharrifin iftirasına uğramış “İşarât” isimli eserinin içinde yer alan “Aşura” ünvanlı bölümü­nün mahiyeti hakkında bir malûmat arz edelim. Şöyle ki: 1919’larda te’lif edip tab’ ettirmiş olduğu ”İşarat” adlı eseri içinde yer alan “Aşura” kısmı, ruhun bakili­ğini ispat sadedinde, cesedin ölmesiyle ruhun beka ve devamına zarar vermeyeceğini, ruhun bedenden çıkma­sından sonra, ilerideki kabir, berzah, haşir ve ahiret menzillerinde devam edip baki kalacağını ve aynı za­manda insan öldükten sonra ahirette, dağılmış ve çü­rümüş cesedinin de haşrolup diriltileceğini ilmî bir tahlil ile ispat etmiştir.

“İşarat” eserindeki “Aşura” isimli makale ga­yet be­liğ, cevâmiü’l-kelîm ve hakikat ilminin son derece derin ve garip lûgazının bir örneği olduğu halde, bu müfteri Ahmet Tekin isimli şahıs, tut­muş, hiç akıl ve hayale gelmeyen bir yöne çekip çevirmeye çalışmıştır. Bu şah­sın, kalkıp da bunu böyle hiç ama hiç alakası olmayan tarafa çekmeye yel­tenmesi, şu üç hâlin, ya da mefkûre­nin tesiri altında olmuşluğundan gayrı değildir:

Birincisi: Ruhun bakîliğine ve ahirette ruh ile bera­ber cesedin de diriltilip haşrolacağı olan imanın büyük bir rüknüne inanmaması, yani inkâr etmesi.

İkincisi: İlme, marifete, ince manalara karşı cahil, kaba ve camid olması.

Üçüncüsü: Ya da, bilerek bir ifsat komitesi namına saf Müslümanların kalp ve kafalarını kasd-ı mahsusla ve iftiralı cerbezelerle Risale-i Nur’a karşı vesveselendirmek, bulandırmak, nur ve feyzinden mah­rum bırakmaya çalışması.

Geliniz, bakınız ne diyor bu müfteri şahıs; diyor ki: “Bu tenasuh-Reengarnasyon fikrine uygun bir anlayış­tır.”([34])

Biz de diyoruz ki: Ey İslâm dinini hakikatıyla bilen ve ona karşı samimi itikat eden Müslüman kardeşler! Geliniz, beraber oturup muazzez ve muallâ Üstad-ı pâkin mezkûr makalesini birlikte okuyup tahlil edelim, sonra da ilim, marifet, şuur-ı din, feraset ve idrak tera­zisinden geçirelim. Acaba bu şahsın isnat ettiği mana­nın zerresi de var mıdır, yok mudur görelim.

İşte evvelâ o makalenin Arapçası: ([35])

س – مَنْ اَنْتَ ؟ اَاَنْتَ اَنْتَ بَعْدَ مَوْتِكَ ؟

وَ هَلْ لِخَرَابِ الْبَدَنِ تَاْثِيرٌ فِى وَحْدَةِ الرُّوحِ ؟

ج – اَنَا تَوَلَّدْتُ اْلآنَ مُتَلَخِّصًا مِنْ ثَمَانِينَ ﴿ سَعِيدًا ﴾ تَمَخَّضُوا فِى اَرْبَعِينَ سَنَةً بِقِيَامَاتٍ مُسَلْسَلَةٍ وَ اسْتِنْسَاخَاتٍ مُتَسَلْسِلَةٍ . فَهذَا السَّعِيدُ حَىٌّ نَاطِقٌ مَيِّتُونَ… لَوْ بِاْلاِنْجِمَادِ تَمَاسَكَ مَاءُ الزَّمَانِ وَتَمَثَّلَ اُولئِكَ السَّعِيدُونَ وَتَرَاَوْا لَمَا تَعَارَفُوا. تَدَحْرَجْتُ عَلَيْهِمْ فِى اْلاَطْوَارِ فَتَفَرَّقَ مِنِّى مَا ذَانَ وَ اَخَذْتُ مِنْهُمْ مَا شَانَ . فَكَمَا اَنَّ اَنَا اْلآنَ هُوَ اَنَا فِى هَاتِيكَ الْمَرَاحِلِ كَذلِكَ اَنَا اَنَا فِيمَا يَاْتِى بِمَوْتِى مِنَ الْمَنَازِلِ اِلاَّ اَنَّهُ فِى كُلِّ سَنَةٍ بِمُهَاجِرَةِ اثْنَيْنِ لِسَاكِنِى تِلْكَ الْبِلاَدِ يُجَدِّدُ اَنَا لِبَاسَهُ فَيَلْبَسُ السَّعِيدَ الْجَدِيدَ وَيَخْلَعُ الْعَتِيقَ

Türkçesi:

S- Kimsin? Ölsen yine sen misin? Bedenin inhilali ru­hun şahsiye­tine te­sir etmez mi?

C- Ben bu anda, seksen Said’den telhis ile tezahür etmişim. On­lar müselsel şahsî kıyametler ve mütesel­sil(*) istinsahlar ile çalkala­nıp şu za­mana beni fırlat­mışlar.

Şu (Said) yetmiş dokuz meyyit, bir hayy-ı nâtıkın fihristesidir. Eğer zamanın suyu donup dursa, mütemessil olan o Saidler birbirle­rini görse­ler, şiddet-i tehalüften birbirlerini tanımayacaklardır. Ben onların üstünde yuvarlandım; hasenat, lezzat dağıldı kaldı. Seyyiat, âlâm toplandı, yük­lendi. Nasıl ki şimdi o mer­halelerde daima ben benim.

Öyle de: Mevtimle gelecek menzillerde de yine ben benim. Lâkin her senede şu menzilhanelerdeki zerrat, iki muhaceret-i umumî yap­tığından, ene dahi libasını değiştirir; yırtılmış Said’i atar, yeni Said’i giyer.” ([36])

İşte bakınız, “Aşura” başlıklı makalenin Türkçesi­nin birinci satırında: “Ölsen yine sen misin? Bedenin inhilâli ruhun şahsiyetine tesir etmez mi?..” şeklindeki suâlde, bir insan öldüğü zaman, yine aynı insan olarak devam edecek midir? Hasan olsun, Bekir olsun, öldük­ten sonra, hıfz olunup haşirde dirildiklerinde yine aynı şahıslar mı olacaklar?!.. Eğer evet, aynen öyle olacaklar diye cevap verilirse, (ki İslâm inancı ve imanı da böyle­dir) o zaman, peki bedenin inhilâli, yani ruhtan ayrıla­rak yahut ruhun bedenden çıkarak ve sökülüp dağıl­ması ruhun şahsiyetine (vahdanî besatat ve birliğine) tesir etmez mi?”

İşte, bu pek çok mühim ve akîdeye direkt bakan su­ale karşı Hazret-i Üstad, bu meselede kendi zat-ı pâkini örnek göstererek şöyle cevap vermiştir: “Ben bu anda seksen Said’den telhis ile (yani süzülerek) tezahür etmişim.”Yani bu risaleyi yazdığı zaman mübarek yaş­ları kırk civarında olduğu ve her altı ayda bir, insan bedeninde çalışan zerrelerin çoğu inhilâl ile sökülüp dağıldığı için, ki bu manayı az aşağısında da dile ge­tirmiştir, “yetmiş dokuz Said ölmüş, sekseninci Said ise, o ölmüş olan Said’lerden süzülmüş gelmiştir”der. Devamında ise: “Onlar müselsel şahsi kıyametler ve müteselsil istinsahlar ile çalkanıp şu zamana beni fır­latmışlar” şeklindedir.

Yani, o bedenden inhilâl ile ayrılıp dağılan zerre­lerle, maddi beden itibariyle ölüp giden Said’ler, zin­cirleme tarzında şahsi kıyametler geçirmeleri ve birbi­rine eklemeli istinsahlarla([37]) çalkalanarak beni şu za­mana fırlatmışlar. “Yani hal-i hazır bulunduğu güne sekseninci Saidi, yani hayy olan kendisini fırlatmışlar­dır” dedikten sonra şöyle devam eder: “Şu Said, yetmiş dokuz meyyit, bir hayy-ı natıkın fihristesidir.” Yani, şu mevcut ve hayatta olan Said, yetmiş dokuz ölü Said’lerle diri ve konuşan bir Said’in fihristesidir, yani maddi beden itibariyle her altı ayda bir, Saidin vücud ve bedenini teşkil eden zerrelerin birçoğu bedenden ay­rılıp dağılmaları neticesinde, ölüp gitmiş yetmiş dokuz Said’ler ile beraber, halen diri olan bir Said’in fihristesidir. Yani bütün o Said’lerdeki etvar ve hallerin nümunesini kendisinde saklıyan bu mevcut ve diri Said bir fihristedir, diyor.

Bu cümleden sonra şöyle devam etmektedir: “Eğer zamanın suyu donup dursa, mütemessil olan Said’ler birbirlerini görseler, şiddet-i tehalüften birbirlerini ta­nımayacaklardır.” Zamanın suyundan murat, elbette ki bir teşbihtir. Yani, zaman denilen şey, akan bir nehre benzetilmiştir. İşte bu zaman nehrinin suyu eğer donup dursa ve o suların hepsi bir zamanda da toplansa, şekil, sima, çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık gibi değişkenlik gösteren tip ve şahsiyetleriyle yanyana gelseler, şiddet-i muhalefetlerinden adeta birbirlerini tanımayacak bir heyette olacaklardır.

Sonra da şöyle devam eder: “Ben onların üstünde yuvarlandım; hasenat, lezzat, dağıldı kaldı. Seyyiat, âlâm toplandı, yüklendi.” Yani şimdi diri ve hayatta olan sekseninci Said, o yetmiş dokuz ölmüş Said’lerin geçirmiş oldukları hayat merhaleleri üstünde yuvarla­nıp geldim. İyilikler, lezzetler, zevkler dağılıp kaldılar, yani dağıldıkları yerde kalıp sekseninci Said’le birlikte devam etmediler. Lâkin günahlar, elem ve üzüntüler üstüme yığılıp yüklendiler. Yani, dünyanın zevk ve lez­zetleri, güzellik ve iyilikleri dünyanın faniliği yüzünden dağılıp kaldılar. Fakat günah ve elemleri ise, toplu halde el’an hayatta seseninci Said olan benim üzerime yığılıp yüklendiler.”

Daha sonra o Üstad-ı hakîm şöyle devam etmekte­dir: “Nasıl ki şimdi o merhalelerde daima ben benim, öyle de mevtimle gelecek menzillerde de yine ben be­nim. Lâkin her sene şu menzilhanelerdeki zerrat iki muhaceret-i umumî yaptığından “ene” dahi libasını de­ğiştirir; yırtılmış Said’i atar, Yeni Said’i giyer.” Yani, bütün o geçmiş ve üstünden gelip geçilmiş merhale­lerde, altı ayda bir beden zerrelerinin değişim yapan merhalelerinde, ruhun bakilik ve vahdeti itibariyle daima ben benim, yani Said’in baki olan ve deva eden ruhu ile aynı şey olarak devam ettiğim gibi, ölümüm ile dahi gelecek menzillerde (kabir, berzah ve haşir men­zillerinde) yine ben benim. Amma her sene şu inhilâl ve tebeddül ile değişen beden menzilhanelerindeki, ko­naklamalarda, zerreler iki defa umumi bir hicret yap­tıklarından, “ene” dahi,yani benlik ve şahsiyet-i ruhiyem her defasında libasını, yani ruha bir nevi kılıf olmuş olan, fakat eskimiş beden zerrelerini değiştirir. Yani, o yetmiş dokuz Said’lerden her birisinin nöbeti geldiğinde eskimiş zerreler libasını değiştirir ve beden itibariyle yırtılmış olan mevcut Said’i atar, yeni ve taze bir Said’i, (yani beden zerreleriyle tazelenmiş yeni bir Said’i) giyer veya, zat-ı şerifleri o günlerde kırk yaşla­rında olması itibariyle, onun hayat seyri cihetiden çok manidar ve pek ehemmiyetli bir merhale olan “Eski Said”i bırakarak “Yeni Said” saha-i ıtlakına adım at­masına işarettir.

İşte Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın “Aşura” baş­lıklı makalesinin çok kısa bir tefsir ve şerhi böyledir. Tahmin ederim ki, azıcık bir idrak, şuur ve fehme sahip herkes de çok iyi anlamış ve anlıyor ki, bu makalede o Hazret, insan ruhunun ( bütün ruhların da) cesedin ölmesiyle ölmeyeceğini ve baki kalıp ahirete intikal ederek cesediyle beraber kıyam bulup ba’s olunarak adalet-i İlâhiyye huzurunda hesap vermek için ismiyle ve resmiyle diriltileceğini anlatıyor. Değil batıl ve mün­fesih ve hakikatsız bir inanç olan “tenasuh” fikrine mü­temayil olma ihtimalinin olması, o canibe bakan bir mananın zerresi de sezilmediği görülmektedirler.

Lâkin gel gör ki, şahs-ı muharrif ve müfteri âlemin gözü önünde o bühtanlı küfrî manayı, o nur ve iman sa­çan ilmî makaleden çıkarabilmektedir. Tenasuh inan­cının Risale-i Nur’un birkaç yerinde Hazret-i Üstad-ı mübin onun fasitlik ve batıllığını ispat etmiş olduğunu, Nurları tanıyanlar biliyor ve görüyorlar. Ben şahs-ı müfteri olan şu Ahmet Tekin’in kendisinin beka-yı ruha inanmadığını ve belki şu batıl “tenasuh” inancına mâil olduğunu gösteren bazı emareleri onun kitabının son bölümlerinde göstermek isterim, ama şimdi değil, başka bir zaman. Her ne ise.

Hazret-i Üstad, “Aşura” isimli makalesinin manala­rını biraz daha şerh eden bir parçayı, şu “Aşura” ma­kalesinin yazıldığı sene içinde, yani 1921 senesi Rama­zanında te’lif eylediği “Lemeât” isimli harika bir eseri­nin başına ve kendi imzası yerinde yazmıştır, o da şu­dur:

Eddâî

Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde

Said’den yetmiş dokuz emvât bâ-âsâm u âlâma

Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş

Beraber ağlıyor hüsrân-ı İslâma

Mezar taşımla pür-emvât, enindâr o mezarımla

Revanem saha-yı ukbâ-yı ferdama

Yakînim var ki, istikbâl-i semavat ü zemin-i Asya

Bahem olur teslim-i yed-i beyza-yı İslâma

Zira yemin yümn ü imandır

Verir emni eman ile enama

Bediüzzaman ”

İşte o zat-ı celilü’l-kadr ve sahibü’z-zaman olan Haz­ret-i Üstadü’l-enam, bu mısralarda, yazıldığı seneden, Hicriye göre, kırk sene sonra vuku’ bulacak ciğersûz hadiseyi işaretle haber verdiği gibi, “Lemaat” kitabı ile “İşârât” kitabını aynı senede te’lif ettiği için, yine orada “yetmiş dokuz emvat” sonra “sekseninci Said” kelimele­rini kullanmaktadır. Yani, bu “Eddâî” başlıklı mısralar, “İşârât” risalesindeki “Aşura” makalesinin aynı mana­larını şerhettiği gibi, Hicri 1380’de kabrinin yıkılaca­ğını, vefatının da Hicri 1379’da vuku’ bulacağını işarî remizlerle bildirmektedir.

Netice olarak, şu Tekin Ahmet isimli şahsın, Haz­ret-i Üstad Bediüzzaman’a isnat ve izafe eylediği bütün meselelerde olduğu gibi, bunda da, yazımın baş tara­fında bir şairden naklen yazdığım: “Ne bilsin cahil-i nadan nedir mana, nedir terkip” zecirli tokata istihkak kesbediyor. Bu vaziyet, normal bir insan oldu­ğunu na­zara aldığımız şu Ahmet Tekin’e uyguladığı­mızda, du­rumunu öyle gösterir. Ama şayet kiralık bir vicdan ile, gizli ifsat komiteleri adına sırf Hazret-i Nur Üstad’ı şaibelendirmek, nazardan düşürmek için bun­ları ağaz ediyorsa, Allah korusun, o durumda onun yeri esfel-i safilin olur, hiç de kabil-i hitap olmaya lâyık ol­maz. Za­ten bizim bu cevabî yazımızda, gizli, derin, sinsi bir ekol muhataptır. Tekin Ahmet bir kukladır. Sadece za­hirde muhatap olur.

Başka bir zaviyeden bu şahsı mizana çekersek, Hazret-i Üstad-ı küll olan Bediüzzaman’ın zahir, bahir bir tarzda makalesindeki mananın milyonda bir ihti­mal ile de olsa, “tenasuh” inancı ile bir münasebeti­nin, en uzak bir ilgisi yokken, bu şahsın onu herzelemesinden, büyük ihtimal ile beka-yı ervah ve ahiret hayatına inanmadığı hissediliyor gibidir. Çünki Hazret-i Üstad, az üstte de dediğimiz gibi, ruhun baki­liğini ve bedenin ölümü ile ruhun bekasına hiçbir te’sir icra etmediğini ispatlı ve ince nükteli yazdığı halde, bu şahıs kalkıp bu çirkefli manayı o nezih hakikattan çı­karmaya yelteniyorsa, kendisinin yandaşları olan bazı herifler gibi ve de onun Vehhabî olan camid, samimi­yetsiz fikir hem-paları gibi, evliyayı inkar, keşif ve ke­rameti nefy ve peygamberlerin ve evliyaların öldükten sonra, dünyada nuraniyet kesb etmiş ruhlarının, izn-i İlâhî ile bazı tasarruflarının da cesetleri gibi ölmüş ol­duğuna ve hiçbir te’sir ve manevi fonksiyonlarının kalma­yıp tamamen kesildiğine inanıp karşı koymaları ile, o vaziyetlerini bir nevi izhar etmiş oluyorlar.

Evet, Hazret-i müellifin “Tulûat, İşârât, Sünûhat ve Lemeât” gibi eski eserlerinin 1919-1921 arasındaki za­man içinde te’lif edilip tab’ edilmeleri ve o günden bu­güne kadar yüz senelik zaman zarfında binlerce ulema bu eserleri okudukları ve daima yüce senalarla medhedip takdirlerle karşıladıkları halde, bu Tekin Ahmet isimli şahıs, yüz sene sonra, bütün ulema-yı İs­lâm’ın takdir ve tebcillerine rağmen, kalkıp şu Kur’an lemeatı olan ve serâpâ hidayet nuru kokan, ilim ve hikmet saçan bu eserlere ve akablarında yazılmış “Ri­sale-i Nur” ünvanlı kitaplara karşı tahrifli, iftiralı bir tavır alınıyorsa ve üstte çok örneklerini verdiğimiz ve bun­dan sonra da vereceğimiz nümûnelerle gösterileceği üzere, Hazret-i Üstad’a ve eserlerindeki manalara ve nurlu hikmetli hakikatlara tahrifler uygulayarak başka manalara, asla alâkası olmayan anlayışlara doğru iftira ve yalanlarla çekmeye çalışırsa, elbette o zaman, bu şahsın şu menfi harekât ve sekenatının gizli bir ifsat komitesi adına olduğuna şüphe kalmamış olur.

BEŞİNCİ YALANI; VE ÜÇÜNCÜ BÜYÜK İFTİRASINA BAĞLI BEŞİNCİ TEZVİRLİ TAHRİF VE İFTİRASI

Demiş ki şahs-ı muharrif: “Müslüman-Misyo­ner ittifakının bozulmamasını tavsiye eden…” Yani, Hazret-i Üstad kasdedilerek …

Bu mevzuu daha önceleri, “Yeni Mesaj” gazetesi başyazarı bay Muharrem Bayraktar da ve onun yan­daşları da, tahriflerle dillerine dolamış, iftiralarına medar et­mişlerdi. Biz bunların yalanlı iftiralarına karşı o günlerde “Güneş Üflemekle Sönmez” adındaki kita­bımızın içinde ve “Üçüncü Faslın Üçüncü Bölüm”ünün 23. sahifesinde müskit cevaplar vermiş olduğumuzdan burada bu şah­sın herzelemelerine ayrıca bir cevap vermeyeceğiz. Lâ­kin hadisenin nasıl cereyan ettiğinin hülasasını ve Üstad’ın bu husustaki beyanının vürud sebebinin özünü yazmayı uygun bulduk. Şöyle ki: 1945’lerde Ko­münist Rus’un Türkiye’ye karşı tehditler savurduğu ve Kars ile Ardahan’ı Türkiye’den istedikleri günlerde, dünya iki bloka ayrılmış, bir tarafı komünist blok olan Rusya, Çin ve yarı Avrupa, bir tarafı da hür dünya ve Amerika idi. O günlerde Türkiye’yi idare eden CHP ister istemez Amerika’ya yanaşmaya mecbur kalmıştı. İşte 1946-1947 yıllarında Hazret-i Üstad’dan “Hür Dünya” ile ittifakın mutlak lüzumundan yana bazı beyan ve demeçler sadır olmuştu. O beyanlardan birisini 1946 sonlarında, faal bir talebesinin “Asâ-yı Musa” kitabını bir Amerikalıya (misyoner) vermesi münasebetiyle Hazret-i Üstad “Bir Derece Mahremdir” başlıklı mektubunun sonunda şöyle dikte ettirmiştir: “Misyonerler ve Hristiyan ruhanileri hem Nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki herhalde Şimal cere­yanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini muhafaza etmek fikriyle, İslâm ve Misyonerlerin ittifa­kını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avâma müsaadekâr ve vücûb-ı zekât ve hurmet-i ribâ ile, Burjuvaları avâ­mın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihe­tinde Müslümanları aldatıp onlara bir imtiyaz verip bir kısmını kendi tarafına çekebilir. Her ne ise, bu defa si­zin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.”([38])

Hazret-i Üstad’ın bu ifadesine benzer diğer parçalar için “Güneş Üflemekle Sönmez” isimli eserimizin baş tarafındaki “Üçünü Fasıl”a bakılabilir. Hazret-i Üstad’ın murat ve maksadının ne olduğu hakkında oradaki şerhli izahlara da bir atf-ı nazar edilebilir.

Evet üstteki tarihlerde Türkiye’nin idarecileri olan CHP ve onun başında İsmet İnönü, Rusların sempati­zanı ve dostu iken, Rusların tehditleri karşısında ler­zeye düşerek Amerika’nın ayağına kapanmışlardı. Amerika ise, Türkiye’nin insan hakları sözleşmesini imzalamaları ve demokrasiye doğru yanaşmaları karşı­sında Türkiye’yi koruyabileceğini söylemişlerdi. Tür­kiye’nin Millî Şef’i ister ismez bu şartı kabul etmişti.

Hatta o günlerde kesin olarak vuku’bulan, ama ba­sına yansımayan, şu bir hadise o günki CHP hükûmetinin Ruslardan ne kadar korkup çekindiğine bariz bir ör­nektir, şöyle ki: O günki Rusya hudutların­dan geçip Türkiye’ye gelen ve iltica etmek isteyen 200 kadar Müslümanın, Rusya şiddetli tehditlerle kendi­sine bunların tes­lim edilmesini istedi. İsmet İnönü, dünya devletleri arasındaki kaideye ters ve şerefini ayaklar altına alan bir zillet içinde o 200 Müslümanı Ruslara teslim etti. Ruslar ise Ardahan karşısındaki hudut karakolunun hemen yanında, o iki yüz Müslümanı Türk askerlerinin gözleri önünde kurşuna dizdiler. CHP ve İnönü bu şeref çiğneyen ve dünya kar­şısında utanç verici hadiseye ses çıkarmadığı gibi, ba­sında yayınlanmasını da yasakladı.

İşte, “Bediüzzaman, komünist, ataist, dinsiz Ruslar yerine, Amerika ve Hür Dünya ile, yani samimi Hristiyan ruhanileriyle ittifak kurulmasını tavsiye edi­yordu” meselesinin esası da budur. Meselenin detayla­rını “Güneş Üflemekle Sönmez” isimli eserimize havale ederek kısa kesiyoruz.

VE ŞAHS-I MÜFTERİNİN BEŞİNCİ YALANLI VE TAH­RİFLİ İFTİRASININ HÜLÂSASI:

“Hazret-i Üstad’ın asker­liğe karşı olduğunu” söylemesidir.

Şöyle demiş bay Ahmet Tekin: “Risale-i Nur talebe­lerine askerlik yapmama” tavsiyesi Kur’an’da ve sün­nette delili yoktur. Bu tavsiye İslâm’ın bu iki kayna­ğına da aykırı bir tavsiyedir…ilh.”([39]) Tekin Ahmet bu tah­rifli iftirasının kaynağı diye dipnotta iki Nur kita­bından sahife numaraları da vermiş. Vermiş ama, çir­kin ve yalanlı bir iftira olduğundan metin verememiş­tir. Verdiği sahife numaraları şöyledir: Şualar, 14. Şua, s. 354; Lem’alar, 28. Lem’a, s. 100.

Bu iki Nur kitabından verien sahife numaraları ve risale isimleri içinde, Hazret-i Üstad’ın “Askerliği yap­mama tavsiyesi” diye herhangi bir şeye rastlanılmadı. Yoktur ki rastlanılsın. Ne “Envar Neşriyat”ın yayınla­rından, ne de “Sözler Yayınevi”nin neşriyatından “Lem’alar, 28. Lem’a, s. 100”de öylesi bir tavsiye diye bir şey mevcut olmadığı gibi, “Şualar, 14. Şua, s. 354”de de öyle bir şeyin kokusu dahi yoktur. Bu müfteri şahsın sözünü ettiği iftiralı bahis hakkında iftiracı hempâla­rından “Yeni Mesaj” gazetesi yazarı Muharrem Bayrak­tar da benzeri yalanlı, çirkin bir şeyler herzelemişti, ama öyle bir cevap aldı ki, haysiyeti varsa, ömrü bo­yunca ona yeterli gelir.[40] Şu Tekin Ahmet de, anlaşılan, bu çirkin iftiraları ondan iktibas etmektedir. Görünen odur ki, tahripli menfiliklerde ortaklık kurmuş olan bu şahıslar, ya Risale-i Nur’ları hiç görmemiş, okumamış­lardır, recmen bilgayb atıyorlar, ya da görmüş oldukları halde kasd-ı mahsusla ve bir menfi ifsatçı komie adına iftirada bulunmak için, hiç alakası olmayan asılsız ya­lanları uyduruyorlar. Allah muhafaza buyursun.

Evet, Hazret-i Üstad’ın söylediği çok başka ve ta­mamen ayrı bir şeyin mahiyetini öğrenip bilmeden ve görmeden, iftirakâr bir şekilde geveleyip herzelediği için, 16. Lem’a yerine 28. Lem’a demiş. Şualar’ın 14. Şua’ında ise, öylesi bir tavsiyenin kokusu dahi hisse­dilmesi şöyle dursun, tamamen onun aksi vardır. De­mek ki bu şahıslar, müfsit bir ekolün kiralık eleman­ları tarzında, gözlerini yumup ağızlarıyla iftira savura­bilmektedirler.

Ey vicdanı bozulmamış, insafı yerinde olan Müslü­manlar! Geliniz, Nurlar’ın o iki kitabındaki asıl metin üzerinde duralım, nasıl bir ifade ve ibare olduğunu gö­relim. İşte, Şualar, 14. Şua’daki ibareyi aynen okuya­lım:

“Eski Harb-i Umumî’den (I. Cihan Harbi) biraz ev­vel, ben Van’da iken bazı dindar, müttakî zatlar ya­nıma geldiler, dediler ki: ‘ Bazı kumandanlarda dinsiz­lik oluyor. Gel bize iştirak et, biz bu reislere isyan ede­ceğiz.”

“Ben de dedim: O fenalıklar, o dinsizlikler o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var, ben bu orduya kılınç çekemem ve size iştirak etmem. O zatlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hadi­sesi vücuda geldi. Az zaman sonra Harb-i Umumi pat­ladı. Ordu din namına iştirak etti, cihada girdi. O or­dudan yüz bin şehitler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip velâyet fermanlarını imzaladı­lar.”([41]) Evet 14. Şua’da bu ifade var, başka bir şey yok.

16. Lem’a hakkında, Yeni Mesaj gazetesi yazarı Muharrem Bayraktar’ın, bu Tekin Ahmet adındaki şa­hıs gibi, belki daha rezil bir şekilde yaptığı iftira ve tahrifli tezvirine karşı, Hazret-i Üstad-ı küll’ün yazdığı asıl metninin kendisini yazarak ağzına taş vurur tar­zında verdiğim cevaba kısmen havale ederek burada da, 16. Lem’a’daki mevzua dair metnin aynını tekraren arz ediyorum. Ta ki rezil iftiraların mahiyeti gün yü­züne çıksın. İşte:

“Bu yakınlarda İngiliz ve İtalya gibi ecnebilerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakiki nokta-i istinadı ve kuvve-i manevîsi­nin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyasına ve bid’aların bir derece def’ine (ref’ine) medar olacağı halde, neden şid­detle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedilerin hükûmetleri lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir?..”

“Elcevap: Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütûhat iste­riz, fakat kafirlerin kılıncıyla değil! Kâfirlerin kılınçları başlarını yesin. Kıınçlarından gelen faide bize lazım de­ğil. Zaten o mütemerrid ecnebilerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.”

“Hem harp belası ise, hizmet-i Kur’aniyemize mü­him bir zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymettar kardeşlerimizin ekserisi kırk beşten aşağı olduğundan, harp vasıtasıyla vazife-i kudsiye-i Kur’aniyeyi bırakıp askere gitmeye mecbur olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-i rızamla, böyle kıymettar kardeşlerimin her biri­sini askerlikten kurtarmak için “bedel-i nakdiye” bin lira kadar olsa verirdim. Böyle yüzer kıymettar kar­deşlerimizin hizmet-i Kur’aniye-i nuriyeyi bırakıp maddi cihat topuzuna el atmakta yüz bin lira kendi za­rarımızı hissediyordum.”

“…Kâdir-i külli şey, bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semanın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-ı şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Başta­kilerin başlarına akıl ve kalplerine iman versin yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.”([42])

İşte, Hazret-i Bediüzzaman’ın beyanı, ifadesi budur, böyledir. Herhalde ve mutlak olarak ve açık bir tarzda Muharrem Bay­raktar’ın ve yandaşı Ahmet Tekin’in, yalandan, büh­tandan toplayarak sıçratmak istedikleri çirkin iftirala­rının ne derece haktan, gerçeklikten, doğ­ruluk ve dü­rüstlükten uzak olduğu da meydana çıkmış­tır.

Hazret-i Üstad’ın: “Bu yakınlarda İngiliz ve İtalya gibi ecnebilerin bu hükûmete ilişmesiyle…” dediği ha­dise nedir? Sevgili ve muazzez ve İslâmî milliyetçilik abidesi olan Hazret-i Üstad, Barla köyüne sürgün ola­rak getirildiği tarih 1926 Şubatıdır. Aynı senenin Nisan ayı içinde, İtalya Başbakanı Musolini ve İngilizlerin Doğu Akdeniz ile ilgili verdikleri tehditli demeçleri üze­rine, T.C. hükûmeti kısmî seferberlik kararı aldı. Lâkin mesele anlaşma ile neticelenerek harpsiz sona erdi.

Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın bu ifadesinde, acaba askerlik kurumu ve askerlik vazifesi hakkında, yani aleyhinde olarak “askerlik yapmama tavsiyesi” gibi mevzu ile alakalı herhangi bir imasını buldunuz mu? Hissettiniz mi?!..

Herhalde, “Hayır, haşa!” diyeceksiniz. Çünki evvelâ, Hazret-i Üstad Bediüzzaman kendisi bir asker idi. I. Cihan Savaşı’nda bir “Miralay” idi. Harbin başından itibaren ta 1916 Martında yaralanıp esir düşünceye kadar Kafkas Cephesinde, Pasinler Cephesinde ve sonra Van’da, Muş’ta, Bitlis’te, en çetin ve dehşetli harplerin içinde bulundu. Teşkil eylediği Gönüllü Milis Alayı Kumandanı olarak adları geçen harp cephelerin­deki dehşetli savaşların içinde beş bin (5000) kadar ta­lebesini şehit verdi. Nihayet kendisi de 2 Mart 1916 Perşembe günü Bitlis şehri içinde Ruslarla çarpışırken bir ayağı kırıldı ve iki yerinden yaralandıktan sonra Ruslara esir düştü. Rusların elinde iki buçuk sene esir kaldı. Sonra Sibirya’daki “KOSTURMA” vilâyetinde ya­şayan Müslüman Tatarların yardımıyla esaretten firar edip kurtuldu. 1918 Temmuzunda salimen İstanbul’a ulaştı. İstanbul’a ayak bastığı gün, meşhur “Tanin” ga­zetesi Bediüzzaman’ın kudümünü büyük ve mühim bir haber şeklinde duyurdu. O günkü Osmanlı Harbiye Nazırı Enver Paşa, Üstad Bediüzzaman’ı Dâr-ı Aske­riye’ye davet edip ordunun “iftihar altın madalyası”nı kendisine taltifen taktı. Daha sonra da, Enver Paşa kahraman Üstad’ın, ordunun bir delegesi olarak ve ordu namına, o günlerde yeni teşkil edilip açılan, “Dârü’l-hikmet-i İslâmiye”ye aza olarak tayinini şey­hülislâmdan resmi bir yazı ile istedi. Ve hemen padişah Vahidüddin’in onayıyla bu yüksek ve şe­refli mevkie tayin edildi. Hazret-i Üstad üç sene kadar bu dairede ordu adına mühim fetvalar verdi, büyük hizmetler gördü.

ORDUYA KARŞI MUHABBET VE MÜNASEBETİ

Üstteki manayı, yani askerliği ve orduyu ve onun şerefini nasıl muhabbet ve hürmetle koruduğunu beyan edip bildiren bir mektubunda (Reis-i Cumhur İsmet İnönü’ye 1947’de yazdığı bir mektup) şöyle diyor:

“… Cemaatın hayrını ve ordunun şerefini başa ver­mek ve o başın kusurlarını cemaata isnat etmek ise, binler hayırları bir tek hayra indirmek ve bir tek ku­suru binler kusur yapmaktır. Çünkü nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, her bir neferi bir gazilik rüt­besi alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşısının hatasıyla zalimane bir katl yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katl, bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.”

“Aynen öyle de, meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar, onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beş yüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bay­raktarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkan­lar adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır. Ve bu asrın ordusunu geçen asırların aynı orduları önünde mahçup ve mesul eder. Ve mevcut şerefler, zaferler tek adama verilse, binler derece kü­çülür, erkan ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer, söner, daha kusurlara karşı keffâretüzzünûb olmaz.”

“İşte bu sebepler içindir ki, ben onun dostluğunu bı­rakıp onun yerinde ehemmiyetli bir zamanda, içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dost­luğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şere­fini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım. Said-i Nursî”([43])

Ve bu manaya dair (yani askerlik ve orduya karşı münasebet, hürmet ve alakaya dair) Risale-i Nurlar içinde daha çok parçalar var. Bütün onlar ve az sonra kaydedeceğim hadis-i şeriflerin mealleri olarak “Bir saat nöbet bir sene ibadet hükmündedir” tarzındaki ifadeleri gös­teriyor ki, şu gizl ifsat komitelerinin kiralık emirber ne­ferleri olan kalem sahiplerinin bütün ya­lanlı, bühtanlı yaygaralarına rağmen Hazret-i Üstad Bediüzzaman orduyu, askeri ve askerliği daima ihtiram içinde sev­miş, hukukunu, şeref ve haysiyetini korumuş ve müda­faa etmiştir.

Şimdi askerlikte “Bir saat nöbet, bir sene ibadet ka­dar sevaplıdır.” hakkındaki Hazret-i Üstad’ın ifade­leri:

1. “…Çünki nasıl bir asker bazı şerait dahilinde mühim ve mahûf bir mevkide bir saat nöbette bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir. Ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanıla­cak velâyet derecesi gibi bir makama çıkıyor…” Sözler, 497

2. “Bir neferin bir saatte mühim ve hususi şerait dahilindeki nöbeti bir sene ibadet hükmüne geçmesi gibi…” Lem’alar, s.155.

3. “Soğuğun şiddetiden incimat etmek zamanında ve düşmanın dehşetli hücûmunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmünde olduğu…” Şualar, s. 748.

4. (iki yerde): “Ağır şerait altında bazan bir saat nö­bet, bir sene ibadet hükmüne geçtiği…” Emirdağ Lâhi­kası-2, s. 15, 55.

“Bazan askerlikte ağır şerait altında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmünde olduğu…”

5. “Mesela denilir: ‘Bir saatlik nöbeti bir sene iba­dettir.” Âsâr-ı Bedîiyye s. 567.

İşte, üzerinde uzunca durduğum ve Nurların ayrı ayrı yerlerinde bulunan ve bazı örneklerini verdiğim Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ordu, asker ve as­kerlik hakkındaki ifade ve beyanları böyle. Bunları uzunca burada kaydetmekten gayem, müfterileri dört tarafıyla çambere alarak hakikat meydanında ilzam edip susturmak ve ellerinde yalanlı iftiralarına medar olabilecek hiçbir ipucunu bırakmamak niyetidir. Ta ki, bazı safdil Müslümanlar, gizli ifsat komitelerinin yalan ve tezvirlerine “Acaba!” diyerek şüphe içinde kalma­sınlar. Ve kendi memleket ve vatanlarının has mahsulü olan ve idhal malı olmayan şu büyük bir nimet-i İlâhiye olan Risale-i Nurlara karşı bir rayb ve şüpheleri kal­masın, biiznillâh.

وَ مِنَ اللَّهِ التَّوْفِيقُ وَ الْهِدَايَةُ

MÜFTERİ ŞAHSIN ALTINCI CAHİLÂNE İFTİRASI

Şöyle herzelemiş cahil şahıs: “Hazret-i Bediüzzaman, sözüm ona, dinde tahrifat yaparak küfrü ve şirki, geçmiş eski (semavî) kitap ehlinin sırtından alarak mektepli inançsızların üstüne yığmak üzere ehl-i kitabı kurtarmak için, يا اهل الكتاب hitabının, يا اهل المكتب e de baktığını söy­ler” diye cahilâne ve asılsızcasına gevelemiş.

Ve ilâve ederek söyle demiş: “Üstad’ın bu tevcihleri ve bu tarz manalandırması bir oyundur. Ehl-i kitabın ehl-i mektep olarak anlaşılması ne bugünkü Arapçada, ne Kur’an’ın geldiği dönemde, ne cahiliye döneminde böye bir anlayış vardır. Resulullah ve sahabe döne­minde ehl-i kitabın ne manaya geldiği açık seçik ortaya konmuş­tur.”([44])

Elcevap: Evvela bu şahsın kendi re’yiyle, güya Kur’an adına asılsız, mesnetsiz cahilane manalar icat ederek kendi sapık zu’muna göre Kur’an’ın يا اهل الكتاب hitabının ifadesi, ehl-i kitabın müşrik ve kafir oldukla­rına bir ünvan olmak içindir demiştir. Bu cahil şahıs, bu anlayı­şını kitabının birkaç yerine serpiştir­miştir. Serpiştir­miş ama, İslâm aleminde yetişmiş al­lâme ve işin ehli müfessir­lerin hiçbirinin tefsirinde bu mana, bu anlayış mevcut değildir. İbn-i Cerîr-i Taberî, Süyûtî ve Kurtubî gibi mütebahhir allâme müfessirle­rin, her bir ayeti an’aneli senetlerle risalet menbaına ulaştırarak yaptıkları tef­sirlerinde de bu mana ve bu anlayış gö­rülmemektedir. Demek ki bu şahs-ı nâdân atıyor. Kendi re’yiyle Kur’an’ı tefsir ediyor. Yani hadi­sin em­riyle küfür yap­mış oluyor.

Evet, Kur’an’ın يا اهل الكتاب diye olan hitap ve emirleri müşrik, putperest ve doğrudan Allah’ı inkar eden mutlak kafirlerden onları ayırmanın ifade ve be­yanlarıdır, açık seçiğide budur. Şimdi mevzua dönüyo­ruz:

İşte dört tarafı cehl-i mürekkeple sarılı olan bu ya­lanlı, cehalet-i betrâ([45]) ile katmerli iftiraya karşı deriz: Bu şahıs, tahmin ediyorum, bilerek müvesvis gibi safi zihinleri bulandırmak için her çareye başvuruyor ve birden birkaç telden çalmak suretiyle vesveseler üreti­yor. Az sonra şu el-hannâsın ürettiği vesveseleri tek tek çürütüp ayaklar altına almak üzere döneceğiz. Ama en evvel bu şahs-ı nâdânın mevzu yaptığı hususta ki Haz­ret-i Üstad’ın yazdığı metnin aynısını bir bereber oku­yalım. İşte Yirmi Beşinci Söz’ün, Birinci Şu’lesi’nin, Üçüncü Şuaı’nın, İkinci Şevk’ının, İkinci Cilvesi’nden:

İkinci Cilve: Kur’anın şebabetidir. Her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muha­faza ediyor. Evet Kur’an, bir hutbe-i ezeliye ola­rak umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye birden hitab ettiği için öyle daimî bir şebabeti bulunmak lâzımdır. Hem de, öyle görülmüş ve gö­rünüyor. Hattâ efkârca muhtelif ve istidadça mütebayin asırlardan her asra göre güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir. Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, deği­şiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’anın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor.

Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’anın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitab insanları Kur’anın يَا اَهْلَ الْكِتَابِ يَا اَهْلَ الْكِتَابِ hitab-ı mürşidanesine o kadar muh­taçtır ki, güya o hitab doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِ lafzı يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ manasını dahi tazammun eder. Bütün şid­detiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebabetiyle يَا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكُمْ say­hasını âlemin aktarına savuruyor.” Sözler (407)

İşte Müfessir-i a’zam Hazret-i Bediüzzaman’ın söy­ledikleri bunlar. O zat-ı âliyü’d-derecât bu nurlu ve nevvar ve Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı mu’cizini ispat eden cazibedar ve haşmetli ifadelerinden sonra, söyledikleri­nin keskin delillerle ispatı için Kur’andan birçok mi­saller vermek­tedir. O misaller, sahife numarasını ver­diğimiz “Sözler” mecmuasının arasındadır, isteyen ba­kabilir. Bahsi fazla uzatmamak için buraya almaya ge­rekli görmedik.

Gelelim, ilimden, marifetten bî-behre olan sahs-ı müfterinin söyledikleri zenbur misal vesvesebar sözle­rine; semavata taş atmaya benzeyen o cahilâne lâkırtılar birkaç maddedir, ibret-i âlem için takti’ ede­rek kaydediyorum:

Şahs-ı müfterinin batıl, müzmahill, hakikatsız, boş lâflı zu’muna göre:

1. Hazret-i Üstadü’l-enam “Dinde tahrifat yaparak, ehl-i kitabı şirkten ve küfürden kurtarmak için, şirki ve küfrü geçmiş kitaplar sahibinin sırtından alarak mek­tepli inançsızların üstüne yığmak üzere ve bunun için يَا اَهْلَ الْكِتَابِ hitabının, يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ e de baktığını söyler.

2. “Üstad’ın bunu böyle manalandırması bir oyun­dur. Çünkü ehle’l-kitabın, ehle’l-mektep olarak anla­şılması mümkün değildir.”

3. Bu anlayış, ne bugünkü Arapçada, ne Kur’an’ın geldiği dönemde, ne cahiliye döneminde yoktur.

4. “Resulullah ve sahabe döneminde ehl-i kitabın ne manaya geldiğini açık seçik ortaya konmuştur.”

Elcevap: (Cevap vermeye kabil-i hitap görmeye hiç de lâyık olmayan bu şahs-ı nâdânın arkasındakilerin ağızlarına taş vurmak içindir bu cevaplarımız) Birinci madde için deriz: Ey biçare el-hannas! Sen bu ma­kamda, şu yüce, âlî Kur’an tefsirinin yapıldığı yüksek divanda bir avare müflissin, tek bir kelâm dahi etmeye ehil değilsin. Çünkü, cehil, garaz, iftirakârlık, tahrifperverlik senin basiretini körleştirmiştir. Bu du­rumunla hitaba kabil değilsin. Öyle ise biz ehl-i insaf, ehl-i vicdan, ehl-i feraset, ehl-i ilim ve marifetin huzu­rundan soruyoruz; Hazret-i Üstadü’l-enam, her asırda bütün insanlara her zaman hitap eden Kur’an’ın gençlikve tazeliğini dile getirmek sadedinde yaptığı bâlâ ve beliğ üslûplu tefsirindeki manânın misallerini vermek ve Kur’an’ın, tefsir şümûlünün genişlik ve de­rinliğini göstermek babında yaptığı çok yüksek ve pek âlî izahlarını “ehl-i kitabı şirkten kurtarmak için dinde tahrifat yapmış” diye o müfessir-i a’zamı ittiham edi­yorsun!.. Senin ağzın kurusun. Acaba sen bu ittihamı hangi vicdan, hangi insaf, hangi imanla yapıyorsun?.. Masonların kalpsiz olan farmason kısmının iman ve vicdandan münselih vicdanlarıyla mı yapıyorsun?!.. Acaba dinde tahrifat yapmak nasıl bir şeydir ki, Cenab-ı Bediüzzaman onu yapmış olsun?.. O hazretin en yüce tefsir makamında yaptığı “Evet en ziyade kendine gü­venen ve Kur’an’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur’an’ın يَا اَهْلَ الْكِتَابِ يَا اَهْلَ الْكِتَابِ hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, gûya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir. Ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِ lâfzı يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ manasını dahi tazammun eder” ifadesini, nasıl umum İslâm mü­fessirlerine, bunların da ilim ve tefsir kay­nakları olan asr-ı saadet ve menba-ı risaletin anlayış ve tefsirlerine zıt ve muğâyir olarak kendin cahil ve hakiki tefsir ve manalardan habersiz, kafanda tasarladığın mefhum­lara göre tartıyorsun?.. Veya “güya o hitap, doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir.” Ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِ lâfzı يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ manasını dahi tazammun eder.” ifadesinin neresinde “Onların sırtından şirki ve küfrü alarak mektepli inançsızların üstüne yığıyor.” Manası var?.. Hey Tekin Ahmet! Bunu iyice bil ki اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا sırrıyla, şeytanın hile ve tu­zakları, yalan ve iftiraları zayıftır, çürüktür, devam­sız­dır. Se­nin de öyle!..

Hey efendi! Senin ve müfteri hempâlarının icmâ-i ümmete tamamen zıt ve muhalif olarak, ehl-i kitabı ve Nasârâ ve Yahûdileri, katıksız müşriklerle, ataist ve komünistlerle ve Allah’ı re’sen inkâr edip tanımayan­larla aynı kefede tutup müşrik ve kafir saymanız ile, nifakın gizli perdesi altında şirki ve ataistliği müdafaa edercesine kendinizi de onlarla, bir manada, bir oldu­ğunuzu gösteriyorsunuz. Bu mevzuda yaptığımız ge­nişçe yorumlar “Güneş Üflemekle Sönmez” isimli ese­rimizin 95, 98. sahifelerindedir, bakılabilir.

Evet, Kur’an ve tefsirleri, hadis, sünnet ve İslâmın akide ve fıkıh müdevvenâtı gayet açık ve net olarak, Allah’ı hiç tanımayan, varlığına, kudretine inanmayan, ahiret, haşir ve risaleti kabul etmeyen, düpe düz kafir ve müşriklerle; ehl-i kitap olan Yahudi ve Nasara’yı, hatta çok eski bir din olan Sabiîler’i aynı kefede tut­mamışlardır. Peygamberimizden bu ana kadar bütün İslâm alemi ve İslâmî devletler ve dört hak mezhep, bu kaziyeyi böyle kabul etmiş ve uygulamıştır. Ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlar, eğer İslâm devletlerinin yakınında olan devletler ise, musalaha imzalayıp haraç verseler, hayat hakları vardır. Yok eğer İslâmî devlet­lere zıt olup zarar verme durumunda iseler ve sulhü ve haraç vermeyi reddetseler, o zaman “harbî kafir” olur­lar, İslâm devleti de onlarla harbedebilir. Ayrıca Ya­hudi ve Hristiyanlar, Allah’ı re’sen inkâr değil, sıfatla­rında hata ediyorlar. Hazret-i İsa ve Üzeyr’i (A.S.) “Al­lah’ın oğlu” kabul etmeleri gibi. Bir de Peygamberimi­zin risaletini ve Kur’an’ı kabul etmeme küfürleri gibi.

Ama gel gör ki, kendilerine Kur’an’ı siper etmek is­teyen şu Tekin Ahmet ve hempâları ise, İslâm dinin­deki bu icmâlı görüş ve telâkkinin ve dört hak mezhe­bin uygulamalarının tam ters ve zıddını savunmakta­dırlar. Yani batıl bir anlayıştadırlar. Gerçi şu Tekin Ahmet, bu mevzuda savunduğunun zıddına çok defalar cehaletli tenakuzlara düşerek şöyle der: “Ehl-i kitabın bir kısmı vahye inandıklarını ve gerçek olarak Hazret-i İsa ve Musa’ya (A.S.) iman ettiklerini de söyleyebiliyor. Söylediklerinin bir örneği: ‘Kur’an’da İslâmî sorumlu­luk sahibi ehl-i kitaptan da bahsediyor. Ehl-i kitap için bir de: الَّذ۪ينَ اُوتُوا الْكِتَابَ kitaplarının hükmünce so­rumlu olanlar, kitaplarının hükmüne uygun amel edenler” ifadesini de kullanıyor.

İşte, kızlarıyla evlenilecek, kestikleri yenilecek olan kimseler bu gruba dahil olan ehl-i kitaptır.” deyerek bu manayı ifade eden birkaç ayetin rakamlarını da veri­yor.([46]) Bu tamam, iyi… Ama aynı kitabın bir üstteki sa­hi­fesinde ise: “ Kur’an-ı Kerim Yahudi, Hristiyan ve benzeri kimseler için “ehl-i kitap” diyor. Onları din mensubu saymadığı için ‘ehl-i kitap’ diyor. İnkâr ve şirk içinde olduklarını defaâtla söylüyor.”([47])

Tekin Ahmet adındaki şahsın herzelediği ve jimnas­tik oyunu gibi gâh orada, gâh burada zıplayıp oynaya­rak daha başka tenakuzlar da göstermesiyle ilgili ayrı bir fasıl açmak istiyordum. Ama şimdilik bu kadar di­yorum, icap ederse başka bir zaman.

Netice olarak, haddini çok aşarak kafasına göre tu­tarsız hükümler çıkarıp ileri süren ve ilim âlemi karşı­sında kendini bu gibi mesnetsiz hükümlerle rüsvay eden bu şahsın Hazret-i Üstad Bediüzzaman hakkında, yani aleyhinde söylediği sözlerinin kasıtlı bir garazla; istikametli, nurlu hakikatları bulandırmak ve vesveselendirmekten gayrı bir şey olmadığı ayan beyan ortada.

ALTINCI İFTİRASININ İKİNCİ MADDESİ

Hazret-i Üstad’ın “ehl-i kitap” lâfzını ehl-i mektebe de şümullendirmesi bir oyundur. Çünkü ehl-i kitabın, ehl-i mektep anlaşılması mümkün değildir” diye herzelemiş bu şahıs.

Elcevap: Bak ey biçare nadan! Acaba Hazret-i Üstad’ın “ehl-i kitap” lâfzını “ehl-i mektep”e de şümûl­lendirmesinin hangi tarafında oyun dediğin şey vardır? Bir müfessir-i Kur’an olarak yaptığı muazzam tefsi­rinde: Ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِ lâfzı يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ manasını dahi ta­zammun eder” diye Kur’an’ın kelâmullah olarak niha­yet derecede genişliğini dile getirmesinde nasıl oyun olabilir? Hem oyun ne demektir? Acaba oyun, yani al­datma, kandırma, hak yoldan saptırma gibi dûn ve aşağılık fiiller sultanü’l-evliya olan Bediüzzaman’ın ha­yatında tek bir defa olsun görülmüş müdür?.. Hâşâ ve kellâ! Evet, o zât-ı azîmüssıfat اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ düs­turu, merd-i âlicenab bir mü’minin, hele Hazret-i Üstad gibi bir allâme-i cihanın, yektâ bir müfessir-i Kur’an’ın sıfatı olarak gösterilen: “Hile, hilesizliktedir” meşhur kâide-i merdaneyi hayatının her safhasında is­pat ve izhar eylemiştir, o hiç kimseye oyun yapmamış­tır. Hiçbir vakit başkasına kendini beğendirme hile ve oyunu olan, hâşâ, dalkavukluk yapmamıştır. Başkası­nın tahripkâr oyunlarının maşacılığını yapmamıştır, mnezzeh hayatı meydandadır. Ama seni ey Tekin Ah­met, bilmiyorum sen hangi merhalede, hangi safhada­sın?!..

Kaldı ki, “Ehlil-kitap lâfzı ehlil-mektep olarak anla­şılması mümkün değildir.” diye bilgisiz ve bilinçsizce tefevvüh edip söylemen, hakikaten bilgisizliğinin, yani Arapça lisanında cehaletinin derecesini gösterir. Zira “kitap, kâtip, mektep, mektup” gibi sîğaya giren bütün kelimelerin mastarı كتب dir. Ketebe mastarından, di­ğer sülâsî-i mücerred mastarlar gibi ayrı ayrı manalı çok kelimeler türetilip çıkartılabilir. “Mektep” ism-i mekânır. “Maktel” gibi; katl, öldürme, ölme, öldürülme yeri olarak yazılabildiği gibi mektep de, yazılıp çizilen yer demektir. “El-mektebe” kütüphane, ya da kitapçı manasında olduğu gibi…

Demek ki, ey Bay Tekin Ahmet! Senin يَا اَهْلَ الْكِتَابِ يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ olarak anlaşılması mümkün değildir” diye ileri sürmenin, seni ilim alemi ve ulema sahasında rüsvay ve kepaze ettiğini de bilmiyorsun. Bununla be­raber, Hazret-i Üstad Bediüzzaman ayeti tefsir ederken يَا اَهْلَ الْكِتَابِ manası, bugün artık yalnız يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ dir dememiştir. Sadece “O manayı da tazammun etmiştir” diyerek Kur’an’ın hitabının bütün asır ve zamanlara ve onlardaki umum insan tabakalarına şü­mûlünü göste­rerek i’cazını ispat etmiştir.

ALTINCI İFTİRASININ ÜÇÜNCÜ MADDESİ

Şöyle gevelemiş şahs-ı nâdân: “Bu anlayış (yani ehlil-kitabın, ehlil-mektebe de şümûlü anla­yışı) ne bugünkü Arapçada, ne Kur’an’ın geldiği dönemde, ne de cahiliye döneminde yoktur.”

Elcevap: Üstteki İkinci Maddenin cevabında bu boş ve bilinçsizce lâkırdının cevabı verilmiştir. Bu mesnet­siz lâkırdısı için deriz ki: Arapça lisanı her zaman bir­dir ve bütün lisanlardan daha zengindir. Lûgat ve ke­limeleri itibariyle dünyanın en zengin lisanıdır. Bu zenginlikten dolayı, her bir asır ve zaman ehli aynı manaya gelen, ayrı kelimeleri kullanmıştır. Ancak Arapların cahiliye döneminde, hatta asr-ı saadetin ilk yarısında sarf-nahiv, maani-beyan, belâğat ve mantık gelişmemiş olup şiir ve kafiye, nutuk ve beliğ konuşma sanatı vardı. Buna göre Arapçanın bugününde de, Kur’an’ın nazil olduğu döneminde de , her zamanda da yegâne bir tasrifî lisan olup kök ve mastar kelimeler­den birçok elfaz türetilebilindiğini sarf ve nahiv ilmine aşina olanlar bilmektedirler.

Bunun yanında, Kur’an’ın tefsirlerinde, Resûlullah dönemindekinden çok çok fazlası hakikatlar bugünkü mevcut tefsirlerde yer almaktadır ki, bunlar sarihan asr-ı saadette kayıtlı değil idiler. Demek ki, zaman geç­tikçe Kur’an’ın hakikatları da tavazzuh ediyor ve ha­keza. Bu madde için de şimdilik bu kadar.

ALTINCI İFTİRASININ DÖRDÜNCÜ MADDESİ

Şöyle gevelemiş, biçare ve abeskâr şahıs: “Resûlullah (A.S.M.) ve sahabe döneminde ehl-i kitabın ne manaya geldiği açık seçik ortaya kon­muştur.”

Elcevap: Acaba açık seçik olarak ortaya konmuş şey, ya da mana veya mefhum ne idi, nasıldı? Niye yazma­dınız Bay Tekin? Yazamazsın, çünkü yazdığın zaman, yani kafandaki asılsız, mesnetsiz manayı o zaman fi­lanca tefsir, ya da falanca hadis-i şerif veya falan sa­habe böyle demiştir diye ispat mekanizması işleyecek. O ise Bay Tekin’in yedinde öyle bir şey yok.

Evet, allâme ve mütebahhir olan bütün İslâm alim­lerinin yazdıkları binlerce Kur’an tefsirleri meydanda­dır. Umum ehadis-i şerifenin kitapları da ortadadır. Ehl-i kitabın ne manaya geldiği o tefsir ve hadis kitap­larında yazılıdır, açık seçiktir. Ama senin ey Tekin Efendi, herzelediğin manada değildir. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dünyada hayatta iken bazı alim sahabeler, bilhassa “Abâdile-i seb’a” ve hususiyle Ab­dullah bin Abbas ve Abdullah bin Amre’l-as (R.A.) eski münzel kitapları mütalâa edip teftiş eylediler, Peygam­berimiz hakkındaki işaretlerin bir çoğunu meydana çı­kardılar. Çıkarılan bu işaretler, siyer kitaplarında ya­zılıdır. Son 13. Hicri asrın evvelinde ve ortalarında ye­tişen büyük allâmelerden Şeyh Yusufe’n-Nebhanî ve Hüseyni’l-Cisrî’nin yazdıkları kitaplarında, o eski ki­tapların birçok tahriflere uğramalarına rağmen hayli çok işaretleri ayrıca bulup kaydettiler. Demek ki, o eski münzel kitaplar mensuh olup birçok tahriflere uğra­malarıyla beraber, yine de vahiyden bazı iz ve eserleri dünya sahasında gezmektedir.

İşte, tarih, siyer kitapları, tefsirler ve ulûm-ı diniye erbabı müttefikan diyorlar ki: Kur’an’ın nüzûlünden evvel, Arap yarımadasında yaşayan insanların (Arapla­rın) mutlak ekseriyeti ümmî bir kavim idi. Yani okur yazarları olmayan bir toplum idi. Ellerinde vahiy ile gelmiş bir kitap, bir dinleri de yoktu. Vahşi kaideler hükümrandı. Amma Yahudi ve Nasraniler ise yüzde yüz olmasa da, içlerinde okur yazarığı olan kimseler hayli vardı. Bunların ellerinde kökü ve menşei vahiy olan semavî münzel kitapları vardı. Araplarda hemen hemen umumiyetle okur yazarlık işi olmadığı gibi, Kur’an’ın nüzûlünden evvel okuyup hükümlerine göre amel edecekleri bir kitapları yoktu. Tamamen ümmice cahil bir kavim idi. İşte bu vaziyetten dolayı Hazret-i Musa ve İsa’ya (A.S.) tâbi ve ona inanan ve ellerinde Tevrat ve İncil başta olarak semavî kitaplar bulunan insanlara Kur’an’ın lisanıyla “ehl-i kitap” denildi. Öbürlerine ümmî kavim, ya da “müşrikler” diye isim verildi. Amma Kur’an’a ve Hazret-i Muhammed’e (A.S.M.) iman edip tâbi olanlara mü’minler ve Müslü­manlar denildi. Ehl-i kitap, bundan başka bir manada değidi. Yoksa, bu Tekin Ahmet denilen şahsın, İslâm ulemasının yazdıklarını ve icmaını hiç kâle almayan batıl zu’mu ile gevelediği gibi, “Ehl-i kitap denilmesinin sebebi, onları, diğer putperest ve kitapsız müşrikler gibi, müşrik ve kafir olarak göstermek içindir.” diye hiçbir mana ve mefhum ne Kur’an’da, ne sünnette, ne mütebahhir müfessirlerin istihraçlarında yoktur. Yok­tur ama, aleme karşı şu Bay Tekin rüsvay olacağını dü­şünmeden atıyor. Atıyor da, yalnız kendi kafasıyla, şahsî re’yi ile Kur’an ayetlerini manalandıranların küfre girdiğini ilan eden hadis-i şerifin emrini bilmiyor mu acaba?..

Böylece sıraladığımız şu altı tane apaçık yalan, if­tira, bühtan ve tahrifli yakıştırmalar, ehl-i ilim ve vic­dan için nümûne olmak üzere, ele alıp değerlendirme­lerine kâfi ölçüdür zannediyorum. Yoksa bu şahsın zır­valamalı kitabında benzeri çok şeyler var ve sıralamak da mümkündür. Ama şimdilik kaydıyla bu kadar…

+++



Şimdi de, bu şahsın ilimden, iz’andan, marifet ve id­rakten ne kadar uzak ol­duğunu ve ne kadar İslâmi bilgi ve kültürden bîbehre olduğunu, onun ma’hut iftiranamesinden bazı örnekler de vermek istiyorum, işte:

İKİNCİ BÖLÜM

CAHİLLİKLERİNİN ÖRNEKLERİ

BİRİNCİ ÖRNEK:

“Hristiyanlığın ve Yahudiliğin menşei itiba­riyle hak din olduğunun söylenilmesi de mümkün değildir…”

“Din dedikleri şeylerin adı itibariyle de hak peygamber ve hak kitap ile de bağı yoktur. Bun­lara menşe’ itibariyle de “hak din” diyenler, ko­caman bir yalan söylü­yorlar.” ([48])

Bu şahıs, bunları böyle, Kur’an’ın ve Hazret-i Mu­hammed’in (A.S.M.) bu husustaki emir ve fermanlarına karşı gelerek yani Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin hü­kümlerini hiçe sayıp karşı gelerek kendi müvesvis ka­fasına göre ve bir de kendisine anlayışta benzeyenler adına, meseleyi kasden, ama asılsızca bulandırmak is­teyenlerle birlikte, şeytanî planları istikametinde, ken­dilerini hakikat üzere olup doğru ve bilgili göstermek için bazı yorumları da eklemişlerdir. Herzenâmesinin birkaç yerinde şöyle kaydetmiştir:

“Neresinden bakar­sanız bakın, Pawlos’un icat ettiği Hristiyanlık…” “Doğ­rudan Hristiyanlığın veya menşei itibariyle Hristiyanlığın hak din olmakla ilişkisi yok­tur… Al­lah’ın Hristiyanlık diye bir din gönderme­mesi…”([49]) “…Ehl-i kitap, mü’mine, din sahibine veri­len bir isim de­ğildir. Din sahibi olmayana, kafire ve müş­rike verilen isimdir.”([50])

Elcevap: Bu şahıs, Kur’an’ın kırk sekiz yerinde يَا اَهْلَ الْكِتَابِ şeklindeki hitapları, ondan çok fazla “Nas­rânî, Nasârâ” tabirleri ve yetmiş yedi yerinde “Elyehud ve Yehûdiyyen, hûden ev Nasârâ” ifadeleri ve ayrıca “Ehlil-kitap ve ehlil-İncil” lâfızları, Kur’an’ın bir­çok ye­rinde gelmesi ve eski peygamberlere indirilmiş kitapla­rından, hususan Tevrat ve İncil’den defalarca kelâm eden beyanları, şu Bay Ahmet Tekin’in yanında hiçbir kıymet ifade etmiyor da, Yahudilerin bir oyunu ile Hristiyanlığı lağvetmek için, bunun yanında propa­gan­dası yapılmış bir Pawlos hikayesi Tekin Efendinin yanında en doğru bir mesned olmuştur. Demek ki onun yanında Kur’an’ın hükümleri değil, Pawlos hika­yesi muteberdir. Eh, ne yapalım Al­lah insanı şaşırtma­sın.

Evet, sevgili Peygamberimiz (A.S.M.) de, ehl-i ki­tabı, Kur’an’da yapılmış bu davetlere ve pürüzsüz hak din olan İslâma çağırmalara göre hareket etmiş, hadis-i şeriflerinde Kur’an’ın irşadlarının aynısını tefsir eder bir tarzda izah etmiştir. İbn-i Cerîr-i Taberî’nin büyük ve mühim tefsirine bakılabilir. Zat-ı Risalet Efendimiz (A.S.M.), ehl-i kitap denilen kimseleri, Yahudi ve Hristiyanları, son din olan İslâmiyetin iman ve akide­sine davet edip çağırmakla adeta hep meşgul olmuştur desek, yanlış olmaz tahmin ediyorum.

Demek ki, bu kitapların (semavi kitapların) ve bu kitaplara bağlı dinlerin menşe ve me’hazları, kök ve asılları vahiydir, lâhutîdir, semavîdir; Nur ve bürhandırlar. O kitapların sahipleri de hak peygam­berlerdir. İslâmın iman ve inancı budur, böyledir. İslâm dini imanının altı rüknünden iki rüknü olan وكتبه ورسله dir. İleri sürülen Pawlos hikayesi eğer doğru ise, ifsat edip bozduğu şey, bu kitapların menşeleri olan semavîlik ve vahiyliklerini ortadan kaldırmak değil, onlara inananların akidelerini tahrif ve bozmalarla yaptıkları ifsatlı ameliyeler olabilir. Yani, asılları vahiy ve hak olan bu kitapların ve bunların mensupları olan Yahudi ve Hristiyan ve Sabiîlerin uyguladıkları dinle­rinin hak ve istikametten saptırılıp bozulmasıdır.

İslâm dini, (ki bütün dinlerin tebliğcileri olan pey­gamberler de İslâmdır) ve mukaddes olan Kur’an, o eski dinlerin sâliklerini daima ve her zaman hakiki sa­hih bir imana ve sağlam, müstakim bir akideye davet ettiği ve تَعَالَوْا اِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا ayetinin fermanı ile, onların inhirafa uğramış akidelerini, gelip Kur’an’la tashih-i akaid etmelerini ve bunu her zaman istemekte devam ettiği hak ve doğrudur. Kimsenin buna itirazı yoktur. Mesele de bundan ibarettir. Nite­kim Ahmet Tekin dahi cehaletnamesinin 47. sahifesi­nin dipno­tunda kendi düşüncelerinin zıddına çelişkiye düşerek bazı ayetlerin bazı manalarını istemeyerek yazmak mecburiyetinde kalmıştır.

Cehaletli hatalarının İKİNCİ ÖRNEĞİ:

Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin 1910’da telif edip, 1912’de İstanbul Matbaa-i Ebüzziya’da tab ettir­diği “Münazarat” isimli eserinin birkaç yerinde ve bir­birini tamamlayan manalarla: “Gayr-i Müslimlerin İs­lâm ordusunda asker olarak bulunmalarının dinen bir mahzuru olmadığını” ve keza: “İslâm devleti meb’usan meclisine Hristiyan ve Yahudilerin meb’us olarak bu­lunmalarında şer’î bir sakınca olmadığını” ve “Gayr-i Müslimlerle Müslümanların fazilet ve şerefte değil, hukuk meselesinde müsavi olabileceğini..” ve “Yahudi ve Nasârâ ile muhabbetten yasaklayan Kur’an’ın emri neye dair ve hangi manaya geldiğini ve bu nehiy onla­rın hangi vasıf ve sıfatlarına ait olduğu, ayetin met­ninde kat’i olarak bir tayin, bir sarahat ol­madığı gibi, hangi sıfatlarına dair olduğu da belirlen­mediğini söyle­yerek, o ayetin tefsiri sadedine pek mü­him ve çok âlî bir makamdan asrın müceddit bir vekili sıfatıyla yap­tığı izahını” ve “İslâm devletinde gayr-ı müslimlerin vali ve kaymakam olmalarının yanlış ve Kur’an’a muğayir bir şey olmadığını” tefsir, usûlüddin, fıkıh ve İslâm tarihi uygulamaları noktasında bir ehl-i salâhi­yet din alimi olarak vermiş olduğu kat’î isabetli fetvala­rına, yüz sene sonra bu Ahmet Tekin denilen şahs-ı nâ­dan karşı çıkmak istemiştir. Ve kendi ulûm-ı İslâmiye ve din usûlünden bîhaber kafasına ve şahsî reyine da­yanarak, yalnız tahtie çizgisinden giderek bir­takım mesnetsiz yorumlar getirmiştir. Öyleki, Hazret-i Üstad’ın yazdıklarını anlayıp bilmeden gözünü kapayıp birşeyler gevelemiştir. Haliyle aleme ve ilim dünyasına karşı kendi cahillik ve garazkârlığını ilan etmiştir. İlimden, marifetten uzak olan bu adamı muhataba ala­rak değil, ilim, irfan ve İslâm dini müdevvenatında araştırma yapmış faziletli, bilgili zatları şahitliğe davet ederek bu husustaki boş itirazlara cevap vermek istiyo­ruz.

Önce Hazret-i Üstad’ın üstte kaydedilmiş mevzu­lara dair sorulan suallere verdiği cevapların metinle­rini aynen kaydettikten sonra, menfi canibin vazifelisi bu şahsın söylediklerine bakacağız. Amma ondan önce, bu eserin yazıldığı dönemin hayretengiz olaylarından azıcık bahsedelim. İşte: Osmanlı Hilâfet ve Saltanat idaresi sisteminde İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği gün olan 24 Temmuz 1908’e kadar, gayr-i Müslimler orduya asker olarak alınmamakta ve memleketin siyaset ve idaresinde gayr-i Müslimlere herhangi resmi bir vazife, bir memuriyet verilmemekte idi. Bu uygulama gayr-i Müslimlerin işine de geliyordu. Sanat ve ticaret işle­rinde menfaatlarına oluyordu. Gayr-i Müslimler, özel­likle Ermeniler ülkenin sanat ve ticaret piyasasına bir nev’i hakim durumda idiler. Yani görünüşte Müslü­manlar efendi, amir ve memur olup sanatkârlık ve tica­ret gayr-i Müslimlere bırakılmıştı. Fakat İkinci Meşru­tiyet’in ilanıyla birlikte o eski uygulamalar büyük çapta değişivermişti. Yani bu tarihten sonra, artık memuri­yette de, askerlikte de, siyasi idarede de gayr-i Müs­limlere vazife almaya, siyasete girmeye dair hak ta­nınmış ve uygulanmaya başlanmıştı. Haliyle bu vazi­yete alışık olmayan, yani din noktasında cevazı olup olmadığını bilmeyen yarım yamalak cahil hocalar ve İslâm Şeriatının usûlüddin me’hazlerinin tahlil ve teş­rihini anlayıp bilmeyen bazı mutaassıp şahıslar itiraz­larda bulunuyorlardı ve hükûmeti tekfir ve tadlil edi­yorlardı. Hatta o sıralarda Bitlis civarında “hürriyet” kelimesine karşı isyan bile çıkmıştı.

Şimdi mevzuumuza geliyoruz ve Hazret-i Üstad’ın “Münazarat” eserindeki mezkur konularla alakalı so­rulan sualleri ve verilen cevapları sıra ile kaydediyo­ruz.

1. Meclis-i Meb’usandaki Hristiyan ve Yahudi­ler Hakkında

“S. Meclis-i Meb’usanda Hristiyan ve Yahudi­ler vardır. Onların re’ylerinin Şeriatta ne kıymeti vardır?

C: Evvela: Meşrutiyette hüküm ekserindir, ek­ser ise Müslüman’dır. Altmıştan fazla ulemadır. Meb’us hür­dür, hiçbir tesir altında olmamak ge­rektir. Demek ha­kim, İslâmdır.

Saniyen: Saatı yapmakta veyahut makineyi iş­let­mekte sanatkâr bir “Haço” veya “Berham”ın ([51]) re’yi mute­berdir; şeriat reddetmediği gibi; Mec­lis-i Meb’usandaki mesalih-i siyasiye ve me­nafi-i iktisadiye dahi bu kabilden olduğundan reddetmemek gerektir. Ahkam ve hukuk ise, za­ten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Meb’usların vazifesi o ahkam ve hukuku su-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı kanunları yapmak, etrafına sur etmek­tir, as­lın tebdiline gitmek olmaz, gidilse intihar­dır.”([52])

Hazret-i Üstad’ın bu fevkalâde ilmî, usûlî, kanunî ve mantıkî şerhinde, öne çıkan en mühim iki noktası şunlardır:

Birincisi: Bir Hristiyan veya Yahudinin re’yi, gö­rüşü, sanat ve ustalık işinde geçerliliğini şeriat (İslâm dini şeriatı) reddetmez. Hristiyandır, Yahudidir diye ondan sanat ve teknoloji iktibas edilip öğrenilmez gibi bir şey şeriatta yoktur. Onun gibi, siyasi maslahatlarda da, iktisadî menfaatlarda da görüşleri sorulabilir. Meb’usan meclisinde tartışılan meseleler de ekseriya bu kabilden olduğundan İslâm şeriatı, bu mevzudaki hususlarda onların görüşlerini reddetmez.

İkinci Nokta: Osmanlı Devletinin o günkü anayasa­sında, İslâm dininin ahkam ve hukukunu benimsediği için, bunlar ise tebeddül edip değişmesi mümkün olma­yan temel asıllardır. Meclis ve meb’uslar da bu asılları korumakla mükelleftir. Lâkin bu ahkam ve hukukun tatbikat işinde tercih işini hakim ve kadılara bırakmış, yani istişare edip tatbikatı uygularken tercih işini ken­dileri gerçekleştirebileceklerine mecal tanınmıştır.[53] Öyle ise, değişebilecek ahkam ve hukukun bizzat ken­disi değil, meşveretle yapılacak tatbikat ve tercihatıdır.

2. “Gayr-i Müslimlerle Nasıl Müsavi Olacağız?

C: Musavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hu­kukta­dır. Hukukta ise, şâh ve geda birdir. Acaba bir şeriat “Karıncaya ayak basmayınız.” dese, ta’zibinden men ederse, nasıl benî âdemin huku­kunu ihmal eder, kellâ!.. Biz imtisal etmedik (yani şeriatın bu gibi hükümlerine uymadık).

Evet, İmam-ı Ali’nin (R.A.) âdi bir Yahudî ile muha­kemesi ve fahrınız olan Salahaddin-i Eyyubî’nin (R.H.) miskin bir Hristiyanla mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.”([54])

Hazret-i Üstad, bu pek mühim sualin cevabında da, gayr-i Müslimler eğer İslâm devleti içinde yaşıyorlarsa, onlara: “Gavurdur, Yahudidir, ne kıymeti vardır.” diye­rek yaşama hakkını ve şahsi hukukunu hiç önemseme­den onlara zulmetmenin ve hukuklarını çiğnemenin ne kadar İslâm şeriatına muhalif olduğunu anlatıyor. Ve İslâmî ahkam ve şeriatın kemaliyle uygulandığı ve hüve hüvesine ittiba edildiği en parlak devirlerin en üst idarecilerinin, İslâm hukuk mahkemesinde adi bir Ya­hudi ve miskin bir Hristiyanla beraber bulunup mürafaa yaptıklarını, bu husus için bariz birer misal olarak veriyor. Şu adalet saçan tarihî iki vakıa kat’iyyen sabit olmakla beraber, bir de Sultan Mu­hammed Fatih Han’ın da benzeri bir hadisesi vardır ki, Mehmed Fatih, bir Rum mimarın ellerini ani ve fevri bir hiddet neticesinde kestirmesinden sonra, o mağdur Rum usta, Sultan Fatih’i İslâm hukuk mahkemesine vererek dava açmış. Mahkeme başkadısı Hızır Bey Çe­lebi, Sultan Fatih’i o Rum usta ile mahkeme huzurunda mürafaa olunması için çağırmış, Sultan Fatih, mah­keme salonuna girdiğinde, baş köşeye geçip oturmak is­temiş. Mahkeme reisi padişaha ihtar vererek: “Oturma beyim, hasmınla mürafaa-i şer’ olacaksın!” diyerek onu Rum ustanın yanında ayakta yargılamış. Muhakeme neticesinde Sultan Fatih suçlu bulunmuş e Rum usta gibi “kısasa kısas” hükmünce ellerinin kesilmesine ka­rar verilmiş, fakat Rum usta, bu hükmün infazının ya­pılmamasını talep etmiş. Bunun üzerine mahkeme ha­kimi Sultan Fatih’in her gün Rum ustaya, hayatı bo­yunca, iki akçe paranın tazminat olarak ödemesini ka­rara bağlamış. Bu hadise dahi İslâm tarihinin hukuka riayetteki altın bir safhasıdır.

3. “S: Rum ve Ermeniler’in hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kerre tecavüze başlıyorlar, bir kerre ‘Hürriyet ve Meşrutiyet bizimdir, biz yaptık’ di­yorlar; bizi me’yus ediyorlar.

C: Zannediyorum tecavüzleri, eskiden sizden tahay­yül ettikleri tecavüze karşı bir teşeffi-i gayz ve bundan sonra sizden tevehhüm ettikleri tecavüze karşı bir nü­mayiş gibidir. Eğer tamamıyla iman etseler ki, tecavüz sizden olmaz, adalete kanaat edeceklerdir. Şayet ada­lete kanaat etmezlerse, hak, hakkın kuvvetiyle burun­larını kırıp ikna’ ettirecektir…”([55])

4. “S: Yahudi ve Nasârâ ile muhabbetten Kur’an ’da nehiy vardır; لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ Bu­nunla beraber nasıl dost olunur? Dersiniz.

C: Evvelâ: Delil, kat’iyyü’l-metn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki te’vil ve ih­timalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur’anî âmm değil­dir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olu­nabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını iz­har etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı illet-i hüküm gös­terir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasârâ ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayinleri hase­biyle­dir. Hem de bir adam zatı için sevilmez, belki mu­habbet, sıfat ve sanatı içindir. Öyle ise, her bir Müslü­man’ın her bir sıfatı Müslüman olması la­zım olmadığı gibi, her bir kafirin dahi bütün sıfat ve sanatları kafir olmak lazım gelmez. Binaena­leyh, Müslüman olan bir sıfat veya bir sanatı istihsan etmekle iktibas etmek nedn caiz olmasın! Ehl-i kitaptan bir haremin olsa, el­bette sevecek­sin.

Saniyen: Zaman-ı saadette bir inkılâb-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çe­virdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o nok­tada toplayıp muhab­bet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-i Müslimlere muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemde bir inkılâb-ı acib-i medeni ve dünyevidir; bütün ezhanı zabt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i mede­niyet ve terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi dinlerine o kadar mukayyed değillerdir. Binaenaleyh, onlar ile dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi mu­hafazadır. İşte şu dostluk kat’iyyen nehy-i Kur’anî’de dahil değildir.”([56])

Hazret-i Üstadü’l-enamın birçok gâmız ve muğlak müşkilleri halleden şu rasihane kutsî ve nurlu şerhinin bazı yönlerini burada, henüz Tekin Ahmet’in zırvala­malarına gelmeden önce azıcık bir tahlil etmek istiyo­rum. İşte bakınız, Hazret-i Üstadü’l-enam şöyle diyor: “Ayetin metninin varlığı kat’i ve sabittir. Ancak delaleti noktasında kat’i bir surette tayin edici ve parmağını üstüne basıp gösterici ve: “İşte Yahudi ve Nasârânın muhabbetinden nehiy, onların şu vasıf ve şu tarafları­dır” diyerek kat’i bir delil göstermemiştir, yani mutlak bırakmıştır. Mutlak ise âmm olamaz. Mutlakın manası, herhangi bir kayda bağlı olmayan şeydir. Âmm ise, her şeye, her cihete şamil olan şeydir. Buna binaen, Yahu­dilerin ve Hristiyanların hangi taraf ve vasıflarını, (ayet mutlak bıraktığı için,) sevmekten kaçacağız belir­tilme­miştir. Bu durumda, acaba Müslümanların çok muhtaç olduğu ellerindeki sanat ve terakkiyi de mi, onlardan geliyor diye, tersleyip sevmeyerek almayaca­ğız?.. Tica­ret ve alışverişi de mi onlarla yapmayacağız; öyle mi?.. Hayır, ayet böyle emretmemiştir. Ayetin emri eğer “âmm” olmuş olsaydı, onların her şeylerinden uzak ka­lıp hiçbir cihette temas olmayarak sanat iktibası da ya­sak olmuş olurdu ki, ne mantığa, ne de akla uygun ge­len bir tarafı olmayacaktı.

Buna göre, ayetin metnindeki nehiy, neye dair oldu­ğunu gösteren kat’î ve açık bir delil olmadığı için, el­bette ki bazı ihtimalleri nazara alarak tevil yapmanın yeri ve mecali vardır. Evet, Kur’an’ın “Yahudi ve Hristiyanları sevmeyin, dost olmayın.” diye yasaklayıcı emri “âmm”, yani “onların bütün her şeylerinden uzak durun, hiçbir şeylerini beğenmeyin, hiçbir taraflarını sevmeyin” manasında değildir. O halde o emir, “mut­lak”tır. Yani metn-i ayetin vaziyetine göre, manasın­daki emrin tatbikinde ihtimalleri olabilen bir nehiydir. Böyle de olduğu için, nehiy emri “mutlak” olmuş olur. O halde bazı kayıtlarla kayıtlandırılması mümkündür. Yani umumi değil, belli bazı hususlar ile bağlılığı olur.

O halde, kayıtlandırılması ihtimal ve imkan dahi­linde olabilen o nehiy emrini, büyük bir müfessir olan zaman, kendisi ile alakadar kaydını izhar eylese, itiraz olunmaz. Ayrıca da hüküm müştakk üzerine olsa (yani iftial babı vezninde olarak, diğer bir kelimeden üretile­rek ayrılıp husul bulmuşsa, diğer bir lâfızdan iştikakı müsbet olan bir şey ise), o zaman o hükmün illiyyeti için iştikakın me’hazını (yani kök kelimeden ayrılıp bölünerek gelen ayrı manaların me’hazını) hükmün il­leti olarak gösterir. O durumda iştikakın me’hazine, yani mana ihtimallerinin ondan üretilebilen kaynak nedir, ona bakılır. İşte şurada, ayetteki iştikak me’hazı Yahu­dilik ve Nasranilikten başka bir şey olmadığına, hüküm için illet ve sebep o vasıfları olur. O halde bu yasak, Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerinin dinî ayin­leri ile kayıtlı olması gerekmektedir. Yani bu iki din mensup­larının mevcut vaziyetteki dinlerinin icrasıyla alakadar ayinlerini ve bunları bu ayinlerinin alâmet, şiar ve ni­şanlarını, yani Hristiyanlık ve Yahudiliği gös­teren, iş’ar eden özel elbise, kisve ve serpuşlarını beğe­nerek giy­meyiniz ve onların bu gibi dini âdetlerini istihsan ede­rek sevmeyiniz demektir.

Hazret-i Üstad-ı allâme bu son derece usûlî ve ilmî muazzam tefsirinden sonra, mevzu hakkında şöyle bir delil daha kaydetmiş: “Hem bir adam zatı için sevilmez, belki muhabbet, sıfat ve sanatı içindir.” Yani, insanlar sadece bir insan olduğu için, yani herhangi hoş bir sı­fat ve güzel sanatı olmadan, sevilmeyi ve takdiri celbeden bir tarafı olmadan, hemen pat diye sevilmez, belki an­cak onda iyi ve sağlam bir bilgi, bir marifet, ya da dü­rüst bir ahlak, ya da maddi hüsün veya çekici bir sanatı olduğu zaman sevilir.

Sonra da Hazret-i Üstad, tefsir ve teşrihine şöyle devam ediyor: “…Öyle ise, her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir ka­firin dahi bütün sıfat ve sanatları kafir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfat veya bir sanatı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olma­sın?.. Ehl-i kitaptan bir haremin (bir hanımın) olsa el­bette seveceksin.”

Hazret-i Üstad üstteki manayı bir başka eserinde (Lemeât’ta) şöyle kaydetmiş: “Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vacip iken, haricen her dem vaki’, sabit değildir. Öyle de her kafirin her vasfı kafir olmak, küf­ründen neş’et etmek yine lazım değildir…”([57])

Bu her iki izah tarzının azıcık şerhi yapılması icap ederse, şöyle mümkün olabilir: “Bir Müslüman, İslâm dinine mensuptur. Onun ahkâmının hak ve doğru ol­duğuna imanı vardır. Lâkin buna rağmen, İslâmın makbul görmediği bazı nahoş ahlakları da vardır. Me­sela, tembeldir, tenperverdir, keyfe düşkündür. Hatta bazan yalan söyleyebilir, hile edip başkasını kandırabi­lir, va’dinde hulfedebilir, israf ve tebzir yapabilir, ve­saire… İşte bütün bunlar bir Müslümanın vasfı ve huyu olmaması lazım iken, bazı Müslümanlarda görü­lebiliyor ve bu kötü huylar bir Müslümanda bulunduğu zaman, o adam, Müslüman değildir denilemez. Belki günahkâr bir Müslümandır denilir. Fakat bir kafir, ka­fir olmakla beraber, Müslümanların yapması gereken, lâkin yapmadıkları, şahıslarında göstermedikleri Müslüman sıfat ve ahlakları imtisal edebiliyor. Yani, mesela ticarette dürüstlük, vadinde vefa, kimseyi al­datmama, yalan söylememe, çalışkanlık ve gayret gibi bir Müslümanda olması lazım gelen ahlakları göstere­biliyor. O durumda onun kafirliği bu güzel ahlakları bozamaz. Bu vaziyette o kafir, Müslüman olan vasıfları hayatında uyguladığı için, onun bu güzel ve hoş sıfatla­rını sevmekte bir beis olmaz.”([58])

Bu bahsin devamında da Cenab-ı müellif Hazretleri, ikinci, mühimin mühimi, kaideli bir şerh ve azim bir tefsir yaparak diyor ki: “Zaman-ı saadette (Peygambe­rin (A.S.M.) şerafetli ve saadetli asrında) bir inkılâb-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çe­virdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Gayr-i Müs­limlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu.”

Yani o asırda bir Müslümanın, o büyük dinî inkılâ­bın verdiği hassasiyetle, bir gayr-i Müslimle samimi dostluk kurması halinde, ortalıkta ifsat ve fesat üreten münafıklar zümresi devrede olduğu ve bu münafıkların bir kısmı Yahudilerden olduğu, diğer kısmı da Yahudi­lerle temasları ve bunların gizli gizli Mekke müşrikleri ile muhabereleri olduğu gibi, dini ayinleri birinci dere­cede akla geldiği için, o dostlukta hemen din noktası ci­hetinden değerlendirme yapılırdı. Bu mevzuun hassa­siyetinin en bariz bir misali: Basra Valisi, Hazret-i Ömer’e (R.A.) kendisinin bir gayr-i Müslim katibinin olduğunu söylemesi üzerine, Hazret-i Ömer (R.A.) o asırdaki büyük dinî inkılâbın verdiği hassasiyet, hami­yet ve gayret ile valiye demiş: “O katibi azleyle!” Vali: “Eğer o katip olmazsa, Basra’nın idare işi durur.” de­mişse de, Hazret-i Ömer (R.A.) emri tekrarlamıştır.

Buna göre ve netice olarak, ayetteki muhabbetten nehiy emri, Yahudi ve Nasrâni dinlerinin adap ve usûlü, ayin ve merasimler noktasındaki istihsan ve muhabbetten nehiydir. Onların insanî ve san’avî cihe­tindeki va­sıflarına karşı istihsan ve beğenme husu­sunda bir ya­sak değildir.

Daha sonra, o Müfessir-i Celil Hazret-i Bediüzzaman bahsi neticeye bağlamak üzere şöyle demiş: “Lâ­kin şimdi âlemde bir inkılâb-ı acib-i medenî ve dünye­vîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet ve terakki ve dünyadır. Zaten onla­rın ekse­risi dinlerine o kadar mu­kayyed değillerdir. Bi­naena­leyh, onlar ile dost olmamız, medeniyet ve terak­kilerini istihsan ile iktibas etmek­tir… Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk kat’iyyen nehy-i Kur’anîde dahil değildir.”

Şimdi acaba, şu azim ve celil tefsire, biçare nadan Tekin Ahmet’ten gayrı ve onun belli hempâlarından başka kim itiraz edebilir; bir de şeytan-ı racimden başka… Hazret-i Üstad’ın şu nurlu, berrak ve akıl ve mantığa ve ilm-i hakikata dayalı tefsirli ifadelerinden anlaşılan manalar, İslâm tarihinde gelmiş geçmiş bü­tün İslâmî devletler anlayışında hüküm sürmüştür. Onların mensuh olmuş dinî merasimlerini, âdâb ve usûllerini değil, amma ellerindeki sanat ve teknoloji, şa­hıslarındaki çalışkanlık ve beceriklilik istihsanla kar­şılanmıştır. Hiçbir İslâm alimi ve müçtehidinin bu hu­susta itirazları vaki’ olmamıştır. Sultan Fatih’in, İs­tan­bul’un bir cihette fetih vasıtası ve aleti olan topunun mimarı bir Rum usta olması, bunun tipik bir şahididir.

Tekin Ahmet’in “avra” ([59]) ve meş’um yorumu ise her şeye terstir. Âleme ibret olsun diye bir kısmını kayde­diyorum, şöyle demiş: “Tarihselcilik mutlak, mu­kayyet dinlemeyip bütün ahkâmı berheva etmek tavrı­nın adı olmakla, bir mutlakın takyidinden ibaret olan yukarı­daki tesbit (yani Üstad’ın nurlu tefsirleri) tarih­selcilik ifadesi olarak görmek cây-ı itiraz ise de…” Te­kin Ah­met’in şu iki üç satırlık lâkırdılarına bir nazar edersek, görünen odur ki, bu biçare nâdan şahıs ve şa­hıslar, “mutlak”ın, “âmm”ın ve “mukayyed”in” ne oldu­ğunu bilmeden ve İslâm şeriatının usûlü’l-fıkhındaki ıstılahî manalarının ne olduğunu anlamadan “tarihsel­cilik, mutlak, mukayyet dinlemeyip bütün ahkamı berheva etme tavrının adı olmakla…” demiş. Acaba so­rulsa ki, behey adam! Hazret-i Üstad’ın şu ilmî, usûlî ve tahkikî tefsirinin neresinde tarihselcilik görünü­yor?.. Hem ta­rihselcilik ne demektir? “sel, sal” diye İs­lâmî ağızların vakarına yakışmayan şu kullandığın iza­fîler gavurca değil midir?.. Hani sen onların her şeyle­rine karşı idin ya, nerede kaldı? Bununla beraber, bil­farz Bediüzzaman Hazretleri tarihçilik yaklaşımıyla bu ayeti tefsir etti diyelim. Acaba, İslâm ağzıyla söylesek, tarihi veya tarihçilik ilmi Kur’an’ın nerede ise üçte bi­rini tazammun etmiyor mu? Kur’an’ın, peygamberlerin kasas ve tarihlerini, encam ve sergüzeştlerini ibret için pek çok defalar zikretmiyor mu? Hem Kur’an ayetleri­nin esbab-ı nuzülü tarihçilik ilmine dayanmıyor mu? Keza Kur’an’daki nâsih ve mensuh ayetlerinin tesbiti yine tarihçiliğe dayanmıyor mu? Ki bu tesbit, ahkâm-ı Kur’aniyenin tatbikatında çok mühim bir hadise teşkil eder. Keza, İslâm şeriatının ana kaynağı olan Kur’an’da ahkâmın mücmel olanını tesbit ve tatbik hu­susunda ikinci ana me’haz olan ve “sünnet” dediğimiz seyyidimiz Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) tasnifatı ve tatbikatını bildiren hadis-i şeriflerini tesbit ve tahkik etmek için İslâm muhaddisleri onları toplayıp zabtederken, an’anelerinin tahkiki hususunda bir çeşit tarih ilmini alet olarak kullanmamışlar mı idi?!.. Bili­yor musun bunları sen Tekin efendi?!..

İşte, Ahmet Tekin’in avra ve şeametli yorumuyla ki “sadece bir tarihselcilik ile Kur’an tefsir edilmiş” diye bilgisizce yaklaşımı gibi olmayıp, belki zaman denilen şeyin tesiratı altında ve gelişen hadiselerine ve zaman geçtikçe Kur’an’ın remiz ve işaretlerinin tavazzuhu ve inkişafına nazaran, ahkâm-ı İlâhiye ve Kur’aniye ve diniyenin teferruat kısmında değişimlere uğraması hakikatıyla, Hanefi fıkhı usûlünde:

“Zamanın tegayyürüyle ahkâmın teferruatının tat­bikatı da tegayyür edebilir” hükmü kayıtlıdır. Hatta zaman ile mukayyet veya alakalı vaziyetlerine göre de­ğişiklikler Kur’an’ın nuzûlünde de cereyan etmiştir. Mesela, Pegamberimizin (A.S.M.) Mekke’deki haya­tında, pey­gamberin lisanıyla قُلْ يَا اَيُّهَا لْكَافِرُونَ diye müş­riklere hita­ben: ‘Sizin dininiz size, benim dinim bana…Biz size karışmıyoruz, siz de bize karışmayınız.’ Mealinde fer­man buyurulduğu halde, zaman geçti, Hazret-i Mu­hammed (A.S.M.) ve ashabı Medine’ye hic­ret ettikten sonraki dönemde nüzûl eden ayetler, bu vaziyete temas eden hükümlerde değişiklik gösterme­diler mi? Bunları da biliyor mu Bay Ahmet Tekin? Şa­yet duymuş ve bili­yorsa, hakikatını idrak edip kavra­yabiliyor mu?..

Bir de şimdi burada, Hazret-i Üstad’ın “Münazarat” risalesinde müteselsilen kaydetmiş olduğu ayrı ayrı, fakat birbirine bakan ve tamamlayan ilmî, usûlî sual ve cevaplarının diğer kısımlarını tahlil için müzakereye almadan evvel, Tekin Ahmet’in boş, bilgisiz, abes ve ka­fadan atma bir kısım lâkırdılarına bir atf-ı nazar etmek istiyoruz, işte:

24 Şubat 2005 tarihli Milli Gazete’de yayın­lanmış “Ebubekir Sifil” menşeli bir yazıda, Hazret-i Üstad’ın 1911’de tabedilmiş “Münazarat” isimli ese­rinde yer alan لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ aye­tindeki neh­yin mahi­yeti hakkında yaptığı şerh ve tefsirini sözde tenkide kalkışmış… Her ne kadar Ah­met Tekin’in bir hempâsı olduğu anlaşılan bu adamın da, kendisi gibi Kur’an’ın usûl-ü tefsirini ilgi­lendiren mana ve mef­humlardan bi­haber olarak yazdığı yazının, dinci geçi­nen ve günlük geçici tarafgir siyaset ile dini birbirine karıştıran ve partilerine istismar içinde alet ittihaz eden bir siyasi gazetede yayınlanma­sını yadırgamıyo­rum.

Çünkü bu gazete ve onunla siyaset yapan şahıslar, hep böyle Ah­met Tekin gibi, Kur’an’ın üslûp ve usûlüne muhalif ola­rak müşrikini, münkirini, putperestini, ataistini, ehl-i kitapla bir seviyede tutarak “küfür tek bir millettir” deyip istikametsiz bir akide muamele­sinde bulunmuş­lardır. Resulullah’ın (A.S.M.) ve İslâm şeriatı usûlünün anlayış ve inancı böyle olmadığı halde, bunlar kendi ka­falarındaki siyasî görüş ve anlayışı, di­nin usûlüne ayar ve mihenk tutan kişiler olarak teba­rüz etmişlerdir.

Evet, Resulullah Efendimizin hayatında, Bi­zanslı­larla İranlıların savaşında Mekke müşrik­leri o günkü İranlı Mecusilerin tarafını tutup al­kış çekerken, Haz­ret-i Resulullah (A.S.M.) ve sa­habeleri, ehl-i kitap olan Hristiyan Rum Bizanslı­lardan yana taraf tuttuğunu, Kur’an’ın “Rum su­resi” başındaki ayet sarahaten gös­terdiği ve bü­tün tefsirler bu vakayı genişçe yazdıkları gibi, İs­lâm şeriatı da Allah’ı tanımayan, vücud ve vah­de­tini kabul etmeyen müşrik, mecusi ve ataistlerin de­ğil, ama ehl-i kitabın kızlarıyla evlenilebile­ceği, kestikle­rinin yenilebileceği hakkında ayet ve ha­dislerden ahze­dilmiş hükümler koymuştur.

Lâkin bunu da unutma­mak gerektir ki, bugünkü dünyada, adı Hristiyan, ama kendisi ateist ve münkir olanlar çoktur. Elbette ki bunlar Hristiyan sayılmaz, dolayısıyla o vaziyet bahis haricidir. Nasıl ki, Müslü­manlardan da bunlara benze­yenler vardır.

Bizim burada, Milli Gazete’nin siyasetçi yazar kad­rosundan sapı samanı birbirine karıştıran bazı yazarla­rının tarafgirane hal ve durumlarıyla uğraşacak hali­miz yoktur, vaktimizi zayi etmeyiz. Ama Tekin Ah­met’in kendisine yoldaş ve destek kabul ettiği cehil ko­kan o yazının bazı noktalarını ders-i ibret için tahlil etmeyi uygun bulduk.

Evvela: Peşinen kaydedelim ki, Hazret- Bediüzzaman’ın mevzu edilen tahlilinin hiçbir yerinde ve ayrıca da onun diğer kitap ve risalelerininin hiçbir tarafında; “Ehl-i kitabı azarlayan ayetlerin ilk nazil ol­dukları zamandaki ehl-i kitaba bakıyordu, bu zaman­dakilere değil” diye olan bir mana, ne sarahaten, ne mutabakaten, ne zımnen, ne de işareten yoktur. Evet, böyle bir şey yoktur. Fakat bu Sifil Efendi vardır demiş, o da Tekin gibi Üstad’a iftira etmiştir.

Bu iki hempa bayın mevzu’ ettikleri “tarihselcilik bütün ahkamı berheva etmenin adı olmakla…” diye id­dia ettikleri abes, vakvaka-i kurbağa nevindeki lâkır­dılarına az üstte değinmiş ve ilmî ve usûlî tahlillerini ortaya koymuşuzdur. Sadece burada bu iki bay hem­paya şunu sormak isteriz ki: “Tarihselcilik bütün ah­kamı berheva eder” diye lâfladığınız iddianın dinî, ilmî, mantıkî bir izahını getirebilecek misiniz? Yani mesnetli ve ispatlısını?…

Şunu da kaydedelim ki, Hazret-i Bediüzzaman’ın “Münazarat” isimli eserinde geçen bir sual münasebe­tiyle mevzu-ı bahis ayetin tefsirinde olduğu gibi, “İşârâtü’l-İ’câz” tefsirinde ve diğer eski eserlerinde ve “Yeni Said” tabir ettiği hayat döneminde telif eylediği “Risale-i Nur” eserleriyle beraber cem’an yüz doksan iki risale ve kitaplarında pek çok ayetlerin şerh ve tefsirle­rini yapan o Üstadü’l-enam, daima hakkın, hakikatın, ehl-i sünnet ve’l-cemaatın müstakim mezhebinin anlayışıya isabet üzerine olmuştur. Tam yüz seneden beri bütün ulema-yı İslâm tarafından tasdik ve takdirle karşılanmış ve karşılanmaktadır. Âlem-i İslâmın en büyük ve en tepedeki alimlerinden gelen pek çok tak­rizli medhiyeler, sene ve tebrikler ortadadır. Şimdiye kadar ilim adına, hakikat adına hiçbir kimseden tenkit ve itiraz gelmemiştir. Ama son üç dört senedir, belli bir mihrakın vazifeli birkaç eleman adamı ise, müşterek bir kampanya ile, ama hiçbir temel hakikata dayanma­dan taarruza geçmişlerdir. Lâkin kat’iyyen bilinsin ki, bunların kopardıkları şamata hakikat meydanında siv­risineğin vızıltısı kadar da tesiri yoktur. Benim cevap vermede yaptığım tahşidat, bu biçare zavallılara fazla değer verdiğimden değil, bazı saf kalpli Müslümanların vesveseye kapılmamaları içindir.

İşte, bütün bunlarla beraber, üzerinde durduğumuz ayetin tefsirinde Hazret-i Üstad mücerret bir tarihçilik ile yorumunu yapmamıştır. Zamanın büyük bir müfes­sir olduğunu söylemiştir. Hem tefsir ve şerhte “mutlakı zaman takyid etmiştir” diye bir mana izhar etmemiştir. Zamana göre ahkamın teferruatında değişme olabilece­ğine işaret etmiştir ki, bunun Hanefi fıkıh usûlünde mühim bir kaide olduğunu az üstte kaydetmiştik.([60])

Evet, eski peygamberlerin herbirisinin zaman ve me­kana ve insanların yaşayış ve ahvallerine göre, bazı ahkamın teferruatında şeriatları değişik olduğu mese­lesi bilenlerin malumudur. Hazret-i İsa’nın (A.S.) şe­riat-ı Museviyedeki içki haramiyetini kaldırması gibi…([61])

Saniyen: Bu iki müfteri hempâlar, Hazret-i Üstad’ın ifadelerini başka bir tarza çevirip tahrif ede­rek mana­landırıyorlar. Nasıl mı? Bakınız, Üstad-ı mü­fessir me­seleyi izah ederken, kaziyeyi baştan alıp geti­riyor, hem de birkaç cihetten tefsirinin delilini getiri­yor. Mesele­nin başı şöyledir:

“Evvela, delil kat’iyyü’l- metn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ih­timalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur’anî âmm değil, mutlaktır” şeklinde iken, bu iki şahıs ise;

“Evvela”dan sonra gelen on altı (16) kelimeyi kesmiş ve “Evvela nehy-i Kur’anî âmm değildir” diye baş­lamışlardır. Bu ise, hainane bir tahriftir. Kendi kafala­rında tasarla­dıkları iftiralarındaki bozuk şekle göre hakikatı kesip kırpmakla uydurma ameliyesini uygu­lamışlardır. Bu iki şahsın kestikleri kısım, mevzuun ana fezlekesidir. Bundan başka da, Hazret-i Üstad’ın metin içinde “De­mek bu nehiy, Yahudi ve Nasârâ ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayinleri hase­biyledir” deki “ayinleri” kelimesini “aynaları” ola­rak değiştirmişlerdir. Bu da herhalde cahilane tah­rifleridir.

Ayrıca, Hazret-i Üstad, şerh ve tefsirinin devamın­daki altı satırda, yaptığı tefsirin birkaç mantıkî ve usûlî delilini daha zikretmişken, bu iki hempâ-yı muharrif, kalkmış onu da kesmişlerdir. Demek ki mak­satları ilmî ve yakînî bir tenkit değil, başka şeydir, if­tira düzmecelerini pekiştirmek maksadıdır.

Salisen: Kafadengiler kasdi ve garazlı iftira ve tez­virlerine devam ediyor, diyorlar ki:

“Kur’an’ın herhangi bir mutlak hükmünün zaman delili tarafından takyit edilebileceği hangi usûl kita­bında kayıtlıdır bilemem. Ancak bildiğim şu ki, zamana böyle bir yetki tanın­ması, ucu “nesh”a pekala çıkabile­cek bir tavrın ifadesi olur ki, tarihselcilik bundan başka bir şey değildir.”([62])

Elcevap: Az üst tarafta bunun cevabının izahla­rında da yazmıştım ki, Hazret-i Üstad’ın nurlu, berrak ifade­sinde: “Zaman bir delildir, ayetteki mutlak olan hü­kümleri takyit eder” diye bir şey bulunma­maktadır. Ve zaman için: “bir delildir” diye bir ifade de kullanmamış­tır. Açık ve seçik olan Hazret-i Üstad’ın ifadesinde: “Nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlak­tır. Mutlak ise, takyit olunabilir” şeklindedir. Za­manın da bir müfessir olduğunu söyler. Âmm olmayıp mutlak olan Kur’an’ın o hükmünü zamanın tefsir ede­bileceğini de kaydeder ki, üst kısımda âmmın, mutlakın ne olduğunu, hangi şartlarda âmm ve mutlak tefrik edilebileceğini yazmış­tık ve mesele Hazret-i Üstad’ın nevvar olan tefsir ve şerhlerinin anlaşılamayan hiçbir tarafının olmadığını ve ifadelerindeki bütün manalar ehl-i sünnet ve’l-cemaatın azim icmaının çizgisinde ol­duğunu da ispat ile izah etmiştik.

Fakat gördüğümüz gibi, mana ile medlûlden, terkip ile maksatlardan çok uzak olan bu şahıslar, Hazret-i Üstad’ın kasdedip söylemediği şeyleri, tahrif ile, iftira ile ona mal etmeye yelteniyorlar ki, düpedüz ifsat etme niyetleridir; buğz ve kinlerini kusmadır. Bu şahıslar cehaletli iftiralarının bir yerinde “Bu iş nesha kadar gi­der” demiş. Ama nesh nedir bilmiyorlar, yani neshi, Kur’an’ın sarih hükümlerine bir müdahale manasında tahayyül etmişler. Evet, nesh, nâsıh, mensuh hadisesi Kur’an’ın kendisinde mevcuttur.

مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَاْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا اَوْ مِثْلِهَا

([63]) ayeti bu mevzuun deli­lidir. Nasıh mensuh hakikatı Peygamberimizin ha­yatında tesbit edilmiş ve bu hu­susta kocaman kitaplar telif edilmiştir. Hükmen mensuh bir ayetin lafzı Kur’an’da devam ederken, hü­küm noktasında tatbiki geçerli olmamaktadır. Buna göre, Hazret-i Üstad, üze­rinde durduğumuz ayetin hükmen mensuhluğunu de­ğil, hükmünün cari oldu­ğunu, lâkin âmm olmayıp mutlak olduğunu ve ona göre tatbike konulmasının la­zım olduğunu yazmıştır.

Bir de bu eşhas, Hazret-i Üstad’ın tefsiri için “Hangi usûl kitabında vardır?” diye söylemiş. Sonra usûlden hiç mevzula alakası olmayan “matlub-ı haberi” gibi şeyleri bu makamda, iş olsun diye yazmaları gösteriyor ki, bu adamlar cehillerini setretmek üzere yaptıkları bir ağız kalabalığıdır. Sorsak ki: ilm-i usûlü’d-dinin bir­çok ki­taplarından isim vererek hangilerini gördünüz? Mesela, Hanefi’nin “Mirkatü’l-usûl”ünü, Şafii’nin “İbnü’l-Haceri’l-Mekkî”sini okudunuz mu?!.. Bence ha­yır, bu şahıslar öyle şeyleri görmüş ve okumuş değiller­dir. Gördükleri şey, piyasada münteşir birkaç tane na­kıs, donuk Türkçe Kur’an tercümeleridir. Bazı şeyleri de kulaktan duyma şeklinde işitmişlerdir ki, hakikat ola­rak katı bir cehil yapmışlar, ya da kasd-ı mahsusla açık, net, berrak hakikatleri bir gizli fesat komitesi ta­limatıyla bulandırma ameliyesi içindeler. Sırf iftira et­mek, tahrifler uygulamak, akı kara göstermek ve nu­run zıddı olan zulümatlı hallerini masum, saf Müslü­manlara da bulaştırmak gaye ve hedefi istikametinde daha birçok fahiş hatalar, azim günahlar irtikâb et­mişlerdir. Lâkin tahmin ediyorum, yukarılardan beri getirdiğim delilli, ispatlı izahlar, menfice olan didin­melerin tamamına yeterlidir. Onun için üzerinde oldu­ğumuz mevzuu bu kadarıyla noktalıyorum. İcabederse başka zaman yeniden ona döner ve Hazret-i Üstad’ın bütün hükümlerinin sabit ve hak olduklarına birçok müdevvenat-ı İslâmiyeden me’hazlar verebilirim.

Kasdî, ifsatlı, ama cehaletli hatalarından ÜÇÜNCÜ ÖRNEK:

Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî’nin tam yüz seneden beri Kur’an, sünet ve İslâm şeriatı namına yazdığı ve Kur’an’a, sünnete, icma-i ümmete ve kıyas-ı fukahaya uygun olarak şerh ve tefsir eylediği kitap, ri­sale, makale ve mektuplarını, mezkur tarihlerden beri İslâm uleması, dahilde ve hariçteki yetkili büyük şah­siyetler kabul, tahsin ve istihsan etmişler ve hiçbir iti­raz ve tenkitleri vaki olmamıştır.

Lâkin üç dört senedir, neyin nesi oldukları belli ol­mayan Ahmet Tekin gibi bazı eşhas, kutsi olan Risale-i Nurları lekelemek, şaibelendirmek, hiç olmazsa okuyu­cularını vesvese ile şüphelendirmek üzere birkaç kol­dan, iftira mekaniz­masını çalıştırarak harekete geç­mişlerdir. Az üstte mevzuu yapılmış لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ ayeti ile ala­kalı yersiz, fuzuli, bilgisiz, fe­rasetsiz, idraksiz ve aynı zamanda gizli bazı mihrak­lar tarafından vazifeli olarak kasıt ve garazın menfi te­siri altında giriştikleri tenkit­lerine karşı kat’i ve ispatlı cevaplarımızdan sonra, bu defa başka bir mevzuu, cehil içinde serrişte ederek ten­kitlerde bulun­muşlardır, şöyle ki:

Hazret-i Üstadü’l-enam hayatta iken, başta büyük alim olan Ahmed Feyzi Kul, Yozgatlı Haşmet Hoca, Is­partalı Hafız Ali Efendi, Denizlili Hasan Feyzi Efendi gibi alim, fazıl binlerce Nur talebeleri ısrarla, ahirzamanda gelecek olan büyük müceddidin, yani Hazret-i Mehdi’nin kendisi (Hazret-i Üstad) oldu­ğunu ileri sürmeleri üzerine, o da, Risale-i Nur’un “Mektubat” kitabı ve “Lâhikalar” mecmuasında bu me­seleyi birkaç defa ve birkaç yerde ilm-i hadis, şeriat ve sünnete muvafık bir tarzda beyan ve izah etmişlerdir.

Mehdilik mefhumunun yalnız bir şahsa münhasır ola­rak değil, büyük bir cemaatın sa’y ve gayretleriyle te­kevvün edeceğini ve bunun üç merhalede gerçekleşe­bi­leceğini yazmıştır. Mehdi, Deccal, Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzûlü gibi hadiseler, kıyametin büyük alâmet­leri ola­rak, bütün hadis-i şerif kitaplarında yazılı oldu­ğunu söylemenin gereği yoktur sanırım. Amma husu­siyle Mehdi meselesi hakkındaki pek çok hadis-i şerif­ler ol­duğunu gösteren, bilhassa İmam Celâleddin-i Süyûtî’nin “El-Örfül-Verdi Fiahbar-il Mehdi” eseri­dir. Bu eserde yüz yetmiş kadar hadis-i şerif cem’ edil­miştir. Yani, ahirzamanda Hazret-i Mehdi’nin çıkacağı hakkında Müslümanlarca her­hangi bir şek ve tereddüt yoktur. Tereddüt gösterenler, Peygamberi (A.S.M.) tek­zip etmiş olurlar. İşte Bediüzazaman bu meseleyi hal­ledip ortaya koyan ye­gane bir şahsiyet ve bir dahi-yi a’zam ve bir kutb-ı ekmeldir.

Tekin Ahmet ise, diyor ki: “Bu konuda Kur’an ve sünnete aykırı fikirler serdedilmektedir.” Hemen so­rarlar bay Tekin Ahmet, Hazret-i Üstad’ın bir hallâl-ı müşkilat olarak şerh ve tafsil eylediği bu ifadeleri hangi Kur’an ayetine, hangi sünnet hadislerine aykırı­dır, söyler misin?!..

Evet, Hazret-i Üstad’ın bu fevkâlade vâkıfane ve râsihane izah ve şerhlerine karşı çıkanlar bazı Vahhabi bozuntularının mukallitleri ile, menfi Turancılık un­surculuğu ve bir de gizli ifsat komitesi elemanları ola­bilir. Bunların saflarında yer tutmuş olanlar ise, ister istemez, şu Tekin Ahmet ile fikirdaşı Ebubekir Sifil ve Vahhabî bir şahıs olan “Abdülaziz Bayın­dır” adlı kimse ve beraberindekiler insanın zih­nine ge­liyor. Bir de akla şu geliyor ki, bu şahısların “sünnet” dediği, “icma” dediği şeyler, İslâm aleminde münteşir ehadis-i şerifenin kaynakları dışında başka bir sünnet ve icmaları mı var ki, arada sırada şu Tekin Ahmet on­dan söz eder. Yoksa, sünnetin mahfazaları olan hadis-i şerif kitapları meydanda ve tedavüldedir. Eğer bu sün­nete göre konuşuyorsa, me’haz vererek is­patlaması la­zım!..

İşte, İslâm dininin temel ikinci kaynağı olan sün­nette Mehdi, Deccal ve Hazret-i İsa’dan (A.S.) kat’i ha­berler var, ehl-i sünnet ve’l-cemaatın icmai bu hadisleri şüphesiz kabul eder.

Mevzuun Devamı

Tahrifçi olan şu tenkitçi şahısların yaptıkları başka şeyler de var, şöyle ki: Hazret-i Üstad’ın ifadelerini ak­tarırlarken, tenkidlerine uydurmak için, bazı yerlerini kesip bazı yer­lerini de Üstad’ın olmayan başka kelime­lerle aktar­mışlardır. Dolayısıyla iftira ile birlikte tahrif işini de beraber icra etmişlerdir.

Mesela: “Diyalogçulara Kur’an Dersi” kitabı, sa­hife 51’de Üstad’ın ifadesini naklederken “Şeriat-ı Muhammediye’nin kanunlarının bir derece ta’tile uğramasıyle” cümlesinde “Ta’til” kelimesi yerine “tadil” yazmışlardır ki manayı kökten değiştirir.

Yine aynı kitabın, aynı sahifesinde: “Bu tahkikatla te’ville anlaşılır diyorlar” şeklinde aktarılmış. Üstad’ın ifadesinin asıl metni: “Bu tahkikatla te’villeri anlaşı­lır.”dır. Üstad’ın cümlesinde “diyorlar” kelimesi olma­dığı gibi, “te’villeri” kelimesi “te’ville” kelimesiyle değiş­tirilmiştir ki,

Yine aynı kitabın 52. sahifesinde Üstad’ın bir cüm­lesi tahrif edilerek şöyle nakledilmiş: “Kur’an’ın gizli hakikatları Risale-i Nur’la bize iniyor.” diye böyle bir başlık atmışlar. Hazret-i Üstad’ın ifadesindeki cümle­nin asıl metni ise: “…feyiz ve ilham tarikıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzûl ediyor” şeklindedir. Üstad’ın cümlesinin baş tarafı böyle, son kısmı da şöyledir: “diyerek, şu asırda bir şa­kirdini ve bir lemasını cenah-ı himayesine ve daire-i harimine bir hususi iltifat ile alıyor.” İşte tahrifçi şa­hıslar bu son kısmı kasden ve tahrifen almamışlardır. “Süleymaniye Vakfı” heyetinden “Bayındır” soyadlı şa­hıs da bunları tenkit ederek kitabında yazdı. Ben de onun ağzını ebediyyen tıkayacak, -biiznillah- cevapları yazıp “Güneş Üflemekle Sönmez” adlı kitabımızda ya­yınlamıştık. Bu üçüncü örnekli mevzuu da burada ka­patıyoruz.

Cehaletli, idraksiz ve donukluklarının DÖRDÜNCÜ ÖRNEĞİ:

Cinnî ve insî şeytanlar adına şöyle karalamışlar: “Üstad’ın sikke-i tasdik-i gaybîye mazhar olduğunu söylediği Risale-i Nur’lar, bu noktadan da (yani kendi avrâ, camid, basiretsiz görüşleri noktasından) Kur’an’a, sünnete ve icmaa aykırılık içermektetedir.”([64])

Cevap: Üstteki “Üçüncü Cehaletli Örneği” kısmında bu husus için de gerekli cevaplar verilmiştir. Şurada yalnız şunu deriz ki: Umum âlem-i İslâmın yüksek ve yetkili ulemasının şehadetiyle ve T.C.’nin binden fazla mahkemelerinin Risale- Nur’ların tedkiki için intihab eylediği en az üç bin kadar ehl-i vukuf hocalarının ver­dikleri müspet raporları ve bu raporların içinde Diya­net Riyaseti’nin en az yirmi beş kadar raporları içinde olmak üzere, binden fazla bu müspet raporlara dayana­rak o mahkemelerin umum Risale-i Nur kitaplarına be­raat vermesiyle, İslâm dininin Kur’an’ına , sünnetine, icmaına herhangi bir aykırılığı görülmemesi gerçeği, li­san-ı haliyle diyor ki: Ey gizli ifsat komitesi adına çalı­şan ve konuşan bedbahtlar! Sizin bu şeametli hal ve vaziyetiniz sizi âlem-i İslâm nazarında ebedî mahcubi­yet zilletine sürüklemektedir. Artık siz bilirsiniz, ister­seniz nedamet getirip tevbe edip rücu’ ediniz! İsterseniz de iftirakârlığınızda devam edip gidiniz diyorum ve bu “Dördüncü Örnek” için başka bir şey yazmaya da gerek duymuyorum. Sadece burada Üstad’dan naklettikleri cümleyi aslıyla bir karşılaştırın diyorum, gerçek ortaya çıkar.

Nurun parlak, keskin hüccetlerine karşı gizli şebekeler adına çıkanların humuklu teşvişlerinin BEŞİNCİ ÖRNEĞİ:

Karanlık mihrakların baykuşları tarzında şöyle tefevvüh etmişler: “Kıyamete kadar varlığı da, hükmü de baki bir kitapla kendilerine, kitaplarına kutsallık izafe eden, yarım yamalak bilgiye sahip olmayan top­lumun epeyce bir kesimin eşhas-ı muhteremeden say­dığı kimselerin oynamaya hakları yoktur…”([65])

Elcevap: Behey bîvicdan herif! Benim senden, şu menhus kitabında, Kur’an’ın , sünnetin ve İslâm şeria­tının fedakâr, sadık, vefadar bir hizmetkârına karşı ürettiğin vicdansızca, alçakça bühtan ve iftiralarından edindiğim intiba odur ki: Sen ne Kur’an’ın mukaddes kelâmullah olduğuna inanıyorsun, ne de onun hüküm­lerinin bakiliğine iman ve kanaatın var. Çünkü, Haz­ret-i Bediüzzaman hiçbir vakit ve kitaplarının hiçbir yerinde kendi şahsına bir kutsilik, bir lâyuhtilik, ya da velilik gibi meziyetleri izafe etmemiştir. Amma onun vasıtasıyla vücuda gelen Risale-i Nur eserleri Kur’an’ın malıdır, onun nurlu ve mukaddes manalarından muk­tebestir ve Kur’an namına Müslümanlara, herkese hizmet hizmet etmiştir ve etmektedir. Bu noktadan ve Kur’an’a aidiyeti cihetinden elbette ki kutsidir, Hakk’ın ilhamıdır. Buradaki “kutsi” tabiri bir hürmet ifadesidir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Fârukî kuddise sirruhu’nun yazdığı “Mektubat” eseri, ehl-i hak olan hemen hemen umum Müslümanlar tarafından “Mektubat-ı Kudsiyye” diye yadedilmektedir.

Risale-i Nur’un kudsiliklerinin sebebine gelince, doğrudan doğruya Kur’an’a mensubiyetindendir. Kur’an-ı mu’cizü’l-beyan ise, doğrudan ve bizzat kelâm-ı İlahî olduğu için, Allah’ın ezeli “Mütekellim” sıfatına bakar. Yaş kuru her şey Kur’an’da vardır diyen, onun sahibi Allah-ı Zülcelaldir. Hadis-i şerifte ise, Kur’an’ı bitmez, tükenmez manalar denizidir diye tarif ey­ler.Yine hadisin tarifiyle: “Kur’an’ın her bir ayetinin mana mertebelerinden bir zahiri, bir batını, bir haddi, bir muttalaı vardır.” Hakikat böyle olunca, o Kur’an-ı azimü’ş-şan, bütün vukua gelmiş ve vukua gelecek ha­diseleri, vukuatları ve her türlü gelişmeleri kendi ilm-i muhi­tinde sakladığı gibi, herkese umumiyeti içinde bir hi­tabı vardır. Lâkin Kur’an-ı azimü’ş-şanın her bir Müs­lime ise, hususi bir hitabı olduğu gibi, has olarak da, kendi has ve sadık şakirdlerine özelce bakan hitap ve teveccühleri de olacaktır. Bu hitap ve teveccüh işin­den başka, onun mana tabakalarından îmalar, remizler ve işaretleri de olacaktır, vardır ve varlığı ispat da edil­miştir. İşte biz Kur’an’a bu nazarla bakıyoruz ve öyle de iman ediyoruz. Amma size gelince, ey Bay Tekin Ahmet ve fikir hempâları! Kötü bir zan olmasın, Kur’an’a karşı telakki ve inancınızda ise, eğer varsa, Kur’an sadece kuru bir ahkâmname, bir kanunname kitabıdır. İçinde işaretler, remizler, imalar diye bir şey yoktur.

Evet, o Üstadü’l-enam olan Hazret-i Bediüzzaman, Kur’an’ın mezkûr evsafa haiz bir manalar denizi oldu­ğunu ve her zaman manalar noktasından temevvüc eylemekte olduğunu ispat etmiştir. İşte o Zat-ı Kerim bin dâhî kadar bir akla, bir milyon hekim kadar bir zekâ ve idrake, binler kutbun mazhar olduklarından daha büyük nevvar bir kalbe sahip ve malik olduğu için, bütün her şeyini Kur’an’dan almıştır, Kur’an’dan başka me’hazı yoktur. Kur’an’dan başka üstadı yoktur. Onun içindir ki o, Kur’an’ın irşat ve tenviri ve onun emir ve nehiylerini ilan ve tebliğ ettiğinden yirmi sekiz sene ha­pisler, sürgünlükler, zehirlendirilmeler ve ehl-i idare ve hüküm tarafından, hukuk-ı medeniye ve insaniyeden mahrumiyetler ve ellerinden tazipler çek­miştir. İşte, Kelamullah olan Kur’an’ın yolunda çekilen eza ve ce­falar ve tazipler neticesinde nihayet, bugün, elhamdü­lillah, Kur’an’ın hakiki tefsiri Nur Risaleleri yalnız Türkiye dahilinde on beş milyon okuyucusu o Nurları ihtiram ve muhabbet içinde karşılıyor, beğeni­yor, nurlu ve feyyaz bir Kur’an tefsiri olduğunu telakki ediyor. İslâm âleminde ise, binlerce alimler Nurları istihsanla karşılıyor, takdir ediyor, “asrın bir Kuran dersidir” diye kabul ediyorlar. Bu davanın ispatı, şim­diye kadar Türkiye haricindeki İslâm âleminin yüksek alimlerinin Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın şahsiyeti ve telifi olan Nur Risaleleri hakkında yazdıkları elli kadar Arapça kitaplardır.

İşte o Hazret-i Üstad’ın mahiyet ve hüviyeti budur. O Cenab-ı Said hiçbir vakit Müslümanların saf derun­luğundan istifade ederek kendini beğendirmeye ve ka­bul ettirmeye çalışmamıştır. Hiç kimsenin tek bir he­diye, behiye ve sadakasını karşılıksız almamıştır. Ha­yatı fakr u zaruret ve azamî iktisat içinde geçmiştir. Kendisine hürmet ettirmek için ve kendisini büyük ta­nımaları için, bir minnet ettirme hissi verdirmemiş ve insanlara hoş görünme tavrını takınmamıştır. Şu söy­lediklerimizin şahitleri binlercedir. Risale-i Nurlarda da, bu hususta pek çok beyanlar vardır. Söylediklerimi­zin içinde mübalağanın zerresi dahi yoktur.

İşte acaba böyle bir insan, mahza bir hidayet âbi­desi olmaz mı? Kur’an-ı Hakim otuz üç ayetleriyle onun gördüğü hizmet ve vazifesine işaretler etmez mi?.. Evet, kendi zat-ı kerimi ve talebeleri sırf Kur’an’a ve peygamberin sünnetine uymak yolunda hizmetkârlık kisvesinden gayrı ne bir mürşitlik, ne bir büyüklük taslanmaklık, ne şu, ne bu… beklemeden sadece hiz­metkârlık yaparlar. Hiç kimse bu Kur’an hizmetkârla­rına karşı da, senin tabirinle, hakkı ve hakikatı, Ku­rân’ı ve sünneti, daha doğrusu imanını ve itikadını ça­mura düşürerek, goygoyculuk etmezler, etmemişlerdir. Demek ki ey bedbaht Tekin! Senin bu yakıştırman, ya­lanlı bir iftiradır.

Cehl-i mürekkep ile hakikatı tersinden alarak tahrif edip değerlendirmelerinin ALTINCI ÖRNEĞİ:

Şöyle demiş şahs-ı bedbaht: “Kur’an’da 167 defa ge­çen ve ‘Ey kâfirler!’ hitabına rağmen, merhum üstadın ‘Kâfire, kâfir denmez’ cevherini, halefi Fethullah Gülen de aynen benimsemiştir.”([66])

Elcevap: Bedbaht Ahmet’in bu tahrifli ve kasden güzel meseleyi bozma ve çirkinleştirme ameliyesi “vesvâsil hannâs” tarzındaki üfürüklerine birkaç cihet­ten cevaplar vermek gerekmektedir:

BİRİNCİ CİHET: Kur’an’da 167 defa geçen diye söylediği “kâfir veya kâfirler” lâfzının hepsi hitap şek­linde “Ey kâfirler” tarzında değildir. Çok az bir kısmı öyledir. Geri kalanlar ise, bir kısmı peygamberimiz ve Kur’an’ı kabul etmeyen ikinci mana ile kâfirliklerini, diğer kısmın ise, birinci mana ile, yani hem Allah’ı, hem iman rükünlerini, hem bütün peygamberleri ve münzel kitapları kabul etmeyen, iman etmeyen kâfirlik vaziyetlerini tarif eder tarzdadır. Demek ki, bu haddini aşmış adam, Kur’an’a da iftira etmektedir.

İKİNCİ CİHET: Hazret-i Üstad’ın “kâfire, kâfir denmez” tarzında bir ifadesi, bir te’vili yoktur ve öyle bir şey dememiştir. Belki kâfir lâfzıyla vasıflanan kim­selerin hallerini iki kategori içinde değerlendirmiştir. Tekin Ahmet adlı şahıs, Hazret-i Üstad’ın “Münâzarât” adlı eserindeki suâlli cevaplı mevzuun tamamını, yani suâli ile birlikte olduğu gibi hepsini değil, her zaman (bu kitabında) yaptığı gibi, kendi yalanlı iftirasına me­dar edip uydurabileceği bazı kelimelerini almıştır. Yani, mevzu’un ve meselenin tam anlaşılmamasına ya­rayan bir şekille kaydetmiştir. Yani düpedüz tahrif içinde iftira etmiştir. Az sonra onun tamamını dercedeceğiz, inşaallah!

ÜÇÜNCÜ CİHET: Fethullah Gülen Hoca Efendi, Üstad Bediüzzaman’ın bir halefi olmadığı gibi, kosko­caman âhirzamanın büyük müceddidi (Bediüzzaman) da onun bir selefi değildir. Zira seleflik haleflik kazi­yesi, ekseriya zamanca birbirinden uzak ve ilimce, ir­fanca, karihaca, zekâca, idrakçe, cesaret ve kuvve-i kalbiyece ve dinin, Kur’an’ın hakikatlarını en cebbar­lara karşı pervasızca tebliğ edip söylemekçe, cihadca, maneviyatça ve birçok cihetlerce birbirinin aynı aya­rında olanlara izafe edilen bir ıstılahtır. Bu müvazene ile meseleye baktığımızda, Fethullah Hoca ile Hazret-i Bediüzzaman arasında mezkur noktalar müvacehesinde benzerlikleri veya yakınlıkları görün­memektedir desek, Fethullah Hocamızın değerli şahsi­yetine bir hürmetsizlik, bir nakîsa izafe etmeklik ma­nasında telâkki edilmesin. Çünki her bir büyük insanın kameti, kendi haddi ve hududu içerisindedir. Ama Fethullah Hoca için: “Bediüzzaman’ın temel mesele­lerde menhec ve mesleğinde giden, onu takdir eden, be­nimseyen, mesleğini ve dine hizmet tarzını hak ve müs­ta­kim gören; ve din-i İslâm’ın pek çok muammalı ve muğlak tılsımlarını halletmedeki musîb keşfiyatını doğru ve isabetli addeden bir bahtiyar insandır” diye­biliriz.

DÖRDÜNCÜ CİHET: Üstad’ın “Münâzarât” isimli eserinde kaydetmiş olduğu, mevzuumuzla alakalı, su­alli cevaplı olan meselenin tamamını ve aynısını bu­raya alarak, şahs-ı müfteri ve muharrifin ne derece hâinane ve müfsidane bir rol sergilediğini göstermekle, alıp yüzüne çarpmak istiyorum. İşte mevzu’:

“Sual: Bir kısım Jöntürk der: ‘Demeyin Hristiyanlara ‘Hey kâfir!’ zira ehl-i kitaptırlar.” Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?

Cevap: Kör adama ‘Hey kör!’ demediğiniz gibi… Çünki eziyettir. Eziyetten nehiy var.

مَنْ اٰذٰى ذِمِّيًّا ilh….([67])

Sâniyen: Kâfirin iki manası vardır. Birisi ve en mütebadiri, münkir-i Sâni’ demektir. Şu mana ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hakkımız yoktur. İkin­cisi: Peygam­berimizi ve İslâmiyeti münkir de­mektir. Şu mana ile onlara ıtlak hakkımızdır, on­lar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki manânın tebadüründen bir kelime-i tah­kir ve eziyet ol­muştur.

Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelâta ka­rıştır­mağa mecburiyet yoktur. Kabildir ki, o kı­sım Jöntürklerin muradı bu olsun.” Âsâr-ı Bedîiye, s. 332.

İşte abes bir şekilde ve tahrifkâr bir tarzda başka yöne çekilerek mevzu edilmiş olan suâl ve cevap önü­müzde. Acaba Tekin Ahmet’in ve hempâlarının yo­rumladıkları tarzdaki bir mana ondan anlaşılıyor mu? Tahmin ediyorum, hiçbir ehl-i ilim, ehl-i insaf “evet” demez, bütün kuvvetiyle “hayır” diyecektir. Hazret-i Üstad, bir kısım Jöntürklerin dediklerini, İslâmiyetin bu konuda terbiye ve neza­keti çerçevesinde yorumlu­yor, bu hususa bakan bir hadis-i şerifin emrini de ha­tırlatıyor. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, Yahudi ve Hristiyanların Osmanlı Devletinde, bir kısım idarî ve resmî işlerde vazifeye alındıklarında, o günün bazı yarım hocaları bu vaziyete itiraz ettikleri gibi, bir kısım avam-halk Müslümanlar da, öteden beri alışık oldukları tarzda, ehl-i kitaba ha­karet-amiz sözlerle “Hey gavur oğlu gavur!” gibi hitap­larda bulunuyorlardı. Jöntürkler, yani Avrupa’da tahsil gören gençler bu va­ziyeti hoş karşılamıyorlardı. Suali soranlar ise, Doğu­daki Müslüman halktı. Bediüzzaman Hazretlerinin halk arasında mevzu olmuş meseleyi üç dört yönden teşrih eyleyerek halleden yorumu, mevzu ve meseleyi gün gibi açıkça ortaya koymuştur. Şöyle ki:

1. Bir İslâm Devleti olan Osmanlı ülkesinde yaşa­makta olan ve sayıları hayli kabarık olan ehl-i kitabın tamamı (Yahudi, Hristiyan) bir kerre zimmî idiler. Yani İslâm devletinin zimmeti altında yaşıyorlar idi. İslâm şeriatında, zimmîlerle yapılacak muamelâtın hü­kümleri tayin edilmiştir ki, asayiş içinde serbest ya­şa­mak, dinlerinin icaplarını hürriyet içinde engelsiz ye­rine getirmek, alış veriş ve ticaretlerini rahatça yap­mak ve “zimmî ehl-i kitap” olarak, devlete karşı zim­metlerini, kendilerine düşen vergilerini ödediklerinde, herhangi gayr-ı kanunî zulümlü hakarete uğratılma­mak, şahsi hukukları teminat altına alınmak ve ken­dilerine keyfice eziyetler, hakaretler yapmamak gibi şeyler… üstte geçen Peygamberimizin hadisindeki: “Kim ki bir zimmîye eziyet ederse, bana eziyet etmiş­tir.”emr-i kudsîsi, İslâm’a mensup insanların insanlık­larının adabını göstermiştir.

2. Şu İslam edebinden mahrum Tekin Ahmet’e göre; Müslüman ülkelerde ve İs­lâm devletlerinin zimmet ve himayetinde yaşamakta olan ehl-i kitap, senin dükkan, mahalle veya ev komşun olarak bulunurlarsa, onlara her seslenişte: “Ulan hey kâfir!” demek icap ediyormuş! Yani İslâmın edep ve ne­zaketinin icaplarını ayak altına alarak, onlara daima hakaretli ta’cizlerde bulunmak, eziyetli laflar atmak, Ahmet Tekin gibilerin anlayışla­rının icabâtından ola­bilir. Amma Kur’an ve sünnet ter­biyesini almış bir Müslümanın terbiyesine uygun de­ğildir. İşte, Hazret-i Üstad Bediüzzaman: “Kör bir adama, ‘Hey kör!’ deme­diğiniz gibi…” diyerek İslâmın edep ve nezaketini ha­tırlatmıştır.

3. Hazret-i Üstad, “Kâfire kâfir demeyiniz” deme­miştir, belki zimmî olan ehl-i kitaba seslenirken yüzüne karşı “Hey kâfir!” diye hakaretli bir hitapta bulunma­yınız demiştir.

4. Hazret-i Üstad, “kâfir” lâfzının doğrudan müsta­hakkı olanı kimlere ait olduğunu iki ilmî sınıfta dile ge­tirmiştir ki, ehl-i kitap olan kâfirler ile, ehl-i şirk, put­perest ve ateist kâfirleri İslâm şeriatının hükmüne da­yanarak birbirinden ayırmıştır. Bu ayırma Kur’an’a da, sünnete de, icmaa da, kıyasa da muvafıktır. Bunun tersini id­dia eden Tekin Ahmet ve hempâları ise, İslâmın şu ana kaynağına muhalefet ediyorlar. Ede­dursunlar, karın­ları yırtılıncaya kadar…

5. Hazret-i Üstad: “Hem de daire-i i‘tikadı, daire-i muamelâta karıştırmaya gerek yoktur.” demekle çok mühim ve can damarı bir kaideyi getirmiştir ki, me­selâ: Bir Müslüman iman ve akidesinde Cenab-ı Al­lah’ın Rezzak olduğu, rızık ve yaşama hususlarında ona tevekkül edip itimat etmesinin zarûrî ve vâcip olduğu halde, muamelât dairesinde ise, bu tevekkül ve itimadı, yine akaid dairesinde korumakla birlikte, rızıklanma için bir sebebe başvurmasını iktiza eder. Yoksa tembel tembel oturup da, itikat dairesiyle muamelât dairesini birbirine karıştırmanın yanlışı zahir olduğu gibi, öyle de, bizim kendi akidemizde bir ehl-i kitabı kâfir olarak bilmemiz ile, onlara her rastladığımızda, yani alış ve­riş, komşu­luk ve ticaret gibi muamele işlerinde, hep onları tahkir edip eziyet vererek “Hey kâfirler!” diye hi­tap etmemize dinî ve şer’î bir emir yoktur, aksiyle ya­sak emri vardır.

Tahmin ediyorum, şu Tekin Ahmet ve rüfakâsı, İslâmın umum emir ve nehiylerini bilâ istisna cem’ edip tazammun eden dört hak mezhebin meydana getirdik­leri şeriat-ı garrânın ahkâmına cahildirler, gâfildirler. Bildikleri bir şey varsa, o da piyasadaki Kur’an’ın bir takım nâkıs, donuk tercümevâri birkaç meâlleridir.

Ve haddi aşarak kafalarında sakladıkları do­nuk, karanlık anlayışlarını ve akidelerinde biri­ken ve kur­saklarında yığılan zehirleri kusan YEDİNCİ ÖRNEK:

Şöyle kusmuş nifak zehirini Bay Ahmet Tekin:

“Ayıpları ve cehaleti meziyet gibi, ahlâkî bir değer gibi ortaya süren, hâşâ! Allah’a Kur’an’ı düzelttirmek için adeta dilekçe yazan böyle kafaları karışık insanlar, tarihin nadir kaydettiklerindendir.”([68])

Elcevap: Şu mürtekib-i yâr denmeye seza ve nifaklı cehaletin vahşet-âbâd karanlık gayyâsında, vicdan ve imanları cihetinde, gizli müfsit komitelerin esiri bu şa­hıslar, şu alenî tecavüzlü sözleriyle hiç şüphesiz Haz­ret-i Üstadü’l- enamı ve alim, seçkin, fedakâr, sadık talebelerini kasdetmektedirler. İnsanoğlunun fıtratına muayyen bir had konulmadığı için, iyilik, hasenat, kemalât ve marifet gibi nurâniyâtta hadsiz terakkileri olabildiği gibi; aynı nisbette cehennemin esfel-i sâfilînine kadar alçalmaya da müsaittir. Bu şahıslar hakikat olarak vicdan, insaf ve iz’andan insilâh edip ilim ve marifete kabiliyetlerini kaybettikleri için, artık insan olarak kabil-i hitap olacak bir vaziyetleri kalma­mış desek, doğru olur sanırım. Zaten, bir iftirânâmenin herzenâmesi ünvanına lâyık bir kitabı yazan şahsın, kitabının umum mevzularında, kendisini muhatap ala­cak, hakikatı dinlettirecek ve kabul ettirecek kabiliyet­ten uzak olduğunu başta da yazmıştım.

Bu durumda, biz burada, ehl-i vicdan, ilim ve mari­fetten anlayan samimi Müslüman bir zatı, ya da bir heyeti gıyâbî bir tarzda muhatap alarak birkaç sual so­racağız.

Birinci Sual: Bütün dünyaya ün salan, ilim ve ma­ri­fetini kabul ettiren koskoca Bediüzzaman olan Haz­ret-i Üstad Said-i Nursî’nin 1908’lerde başlayıp 1949’larda bitirdiği yüz doksan üç (193) adet küçüklü büyüklü eserlerini, bugüne kadar tam yüz senedir mil­yonlarla insan ve bunların içinde binlerce ulemâ ve bil­ginler, kemâl-i merakla okuyup tetkik ettikleri netice­sinde, bu eserlerin içinde, karanlık vicdanlılar hariç, hangi ayıp, hangi ilimsizlik ve hangi kusuru hak ve hakikata göre görmüşlerdir?.. Onlar, ayıp ve cehalet şöyle dursun (yani bunlar Tekin Ahmet gibilere ait kal­sın), nur, fe­yiz, iman, marifetullah, hakka’l-yakîne ya­kın bir yakîn, hakiki yüksek ilim ve kültür, İslâmî edep, fazilet ve ihlâs almış olduklarını söylüyorlar… Ve bunu itiraf eden bugün, dünyada en az yirmi milyon Müslüman vardır. Öyle ise, hey Tekin Efendi! Sen kur­bağa vakvakasına devam eyle.

İkinci Sual: Menhus şahsın: “Allah’ın Kur’an’ını Allah’a düzelttirmek için adeta dilekçe yazan” diye olan kâfirâne şu ittihamın herhangi bir belirtisini, siz Bediüzzaman’ın eserlerinde gördünüz mü? Belirti şöyle dursun (yani, echeliyetle veya kiralık vicdan ile atılan kara iftira lekeleri şu Ahmet Tekin ve hempâlarında kalsın) siz o ittihamın bir zerresini, hatta zerresinin bir atomunu da Bediüzzaman’ın eserleri içinde gördünüz mü? En uzaktan da olsun bir kokucuğunu hissettiniz mi?!..Elbette ki, Bediüzzaman’ın nûrânî ve ve nur içinde feyiz saçan eserlerini okuyup da azıcık anlamış herkes, hemen ve derhal bütün mevcudiyetiyle: “Hâşâ, milyonlar defa hâşâ! Biz bu eserlerden, öyle haddini hadsiz derece aşarak, Allah’ı kendi keyfine göre konuş­turmak gibi küfrî oyunbazlıklardan nihayet derece uzak olarak, mukaddes ve muallâ ve birçok muammalı tılsımları keşfedip fetheden manaları ve Kur’an’ın kırk vecih ile i’cazını ispat eden nükteleri gördük.” diyecek­lerdir.

Üçüncü Sual: Ey feraset sahibi Müslüman kardeş­ler! Siz Hazret-i Üstad’ın yazdığı Risâle-i Nur adlı eserlerini ve onun daha eskide telif eylediği diğer eser­lerini okuduğunuzda, fikrinizi teşviş, akidenizi tahdiş, zihniniz ve aklınızı karıştıran herhangi bir karışık mana ve mefhum hissettiniz mi?..

Elbette bu nurlu eserleri okumuş, mihenk terazisine vurmuş milyonlarla insanların şehadetiyle mutlaka, bilâşüphe diyeceklerdir ki: “Hâşâ sümme hâşâ! Zihin karışıklığı, akide teşvişi gibi şeytanî şeyler şöyle dur­sun (yani, bu vesvesekâr şeytanî işler Tekin Ahmet ve hempâlarının kalp ve kafalarında kalsın), bizler pek çok şüpheli, vesveseli suâllerimizin hallini bu eserler sa­yesinde çözdük, o mübarek nevvâr eserlerin feyziyle tam bir iman, sağlam bir tevhit ve mükemmel bir ehl-i sünnet ve’l-cemâat akidesini Risale-i Nur’lardan aldık ve elde ettik.

Netice olarak: Ey Tekin Efendi ve fikirsiz, nadan yandaş­ları! Sizin “tarihin nadir kaydettikleri” diye olan yorumu­nuzdaki sahte, ma’kûs ve tersine olan ifadeleri­niz gibi değil, gerçek ve tam isabetli ve kâmil mana­sıyla: “Ta­rihler Bediüzzaman gibi ve onun tilmizleri olan Nur talebeleri gibi halis, muhlis, fedakâr, mücahit, sada­kâtli, ihlâslı, hamiyetli insanları nadir kaydetmiş­tir.” desek o zaman daha doğru olur.

Gerçeği tersine çeviren, Hristiyanlık inancını öne çıkaran Tekin’in ve hempâsının ürettikleri SEKİZİNCİ ÖRNEK:

Bu manada Tekin Ahmet şöyle demiş: “Hazret-i İsâ’nın (A.S.) cism-i dünyevîsi ile semâvâtta bulunması­nın Kur’an ve sünnette bir delili yoktur. Kur’anî ölçüler içinde, Hazret-i İsâ da (A.S.) herhangi bir beşer gibi ru­hunu teslim ederek ölmüştür.” dedikten sonra, yine kendisinin olduğunu zannettiğim “Kur’an Dersi, Haz­ret-i İsa (A.S.) ile İlgili Kur’anî Açıklama” adındaki “İnkârnâme” ünvanına lâyık bir kitaba atıfta bulun­maktadır. Ve devam ederek şöyle zırvalamakta: “Haz­ret-i İsa ve İdris’in (A.S.) göğe kaldırılmalarının manala­rının, huzur-ı İlâhideki mahkemede temize çı­karılması şeklinde anlaşılması gerekir… Hazret-i İdris (A.S.) ile il­gili yükseltmeden bahseden ayette de, onun makamının yükseltilmesi anlaşılmaktadır.”([69])

Elcevap: Bütün müdevvenât-ı İslâmiye, yani Resûlullah’ın (A.S.M.) hadisleri , umum tefsirler, İslâmın akîde kitapları ve ehl-i velâyet olan evliyanın büyük uleması müttefikan diyorlar ki: “Hazret-i İsa (A.S.) öldürülmedi. Cenab-ı Hak onu göklere çıkarttı. Melâike-i semâviyyinin içinde dünya cismiyle yaşa­maktadır. Ahirzamanda Allah onu yeryüzünde, Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) şeriatı üzerinde, bütün ehl-i kitabı hak din olan Kur’an’a ve İslâma davet etmek için vazifelendirecektir. Hazret-i İdris AS) de sağ iken gök­lere çıkarılmış ve cennete girmiştir. İşte gayet kısa ola­rak yazdığımız mevzu’ hakkında, yüz değil binler delil vardır. Mesele o kadar şeksiz bir tevatürledir ki, adeta umumî bir müteârife halindedir. Bu mevzu’ etrafında büyük İslâm uleması pek çok kitap yazmışlardır. Ya­zılmış olan bu kitaplar Kur’an’da ve hadiste bu mevzu’ hakkında çok geniş araştırmalar, tetkikler ve mukaye­seler yapılmıştır. O kitaplardan kütüphanemizde mev­cut birkaçının isimlerini veriyorum:

1. Muhammed bin Resul El Hüseyni, El Berzenci, El- İşa’a li-eşrati’s-sâah

2. İmam El Hafız El Kurtubî, Alâmâtü Yevmi’l-kıyâmeh

3. Muhammed Abdurrezzak, Câmiü’l-ahbâr fi’l-Mesîhi’d-Deccâl

4. Eş-şeyh Yusuf El Vâbil, Eşrâtü’s-sâah

5. El Allâmetü Muhammede’s-sefarini, Ehvâlü Yevmi’l-kıyâmeh.

Ve bu nümuneler gibi, İmam Celâleddîn-i Süyûti, İbnül-Kesîr, vesaire vesaire. Pek çok muhaddis allâ­meler hepsi de Hazret-i Üstad’ın dediğini diyorlar. Amma olabilir ki bir iki Mûtezile ya da Vahhâbî yo­bazların fikirleri bu büyük ve azim icmâa zıt olsun. O ise hiçbir değer taşımaz tahmin ediyorum. Şu bay Te­kin Ahmet, masonik bir yaklaşımla bu münharif beri­kileri mesnet kabul ettiği görülüyor.

Gelelim şu bay Tekin’in başka bir yönünü bir şa’bezeli meharetini de görün ki, hani sözde, Hristiyanların her türlü iş ve görüşlerinden uzak olup hiçbir şeylerini kabul etmediğini söylüyordu ya, bakınız burada, umum Müslümanların ve icmâ-i ümmetin kat’î görüş ve reylerinden koparak kendi şahsi reyi adına echelliğiyle beraber, bir müfessir kesilerek yaptığı yo­rum (bilhassa bu mevzuda) ile Hristiyanların safla­rında yer almıştır. Çünkü Hristiyanlarca Hazret-i İsa (A.S.) öldürülmüştür. Tekin Ahmet de bunu savunuyor ve savunmasını da Hristiyanların inancını kitabının altmışıncı sayfasına kaydetmek suretiyle onların tara­fını tuttuğunu göstermiştir. Tekin Ahmet, Thomas Michel’in: “Hristiyanların İslâma girmek için dinlerini terk etmeyeceğini, Hristiyanların anladığı nüzûl-i İsa (A.S.) ile Müslümanların anlayışından farklıdır.” Sözle­rini de nakleder.

Demek ki bu adam, İslâm aleminin topyekûnunun, hususiyle büyük müceddit ve müçtehitlerinin Kur’an’a ve sünnete dayanan azim icma’ halindeki görüşlerini değil, Hristiyan papazlarının görüşlerini benimsemiş­tir.

Hem bu şahıs, herzenâmesi olan bu mahut kitabı­nın birkaç yerinde, gördüğünüz gibi, sünnetten ve icma’dan da dem vurup söz eder. Lâkin söylediği ve yo­rumladığı hiçbir sözü, bizim İslâm şeriatı olan kitap ve sünnete, icma’-ı ümmet ve kıyas-ı fukahaya, bir ucu ile olsun, uymadığını görmekteyiz. Bu vaziyette, “Onun acaba başka bir kitap ve sünneti, bir icma’ı mı vardır ki?!.” sorusu akla gelir. Kim bilir belki de Mason ya da Farmason mahfel ve localarında, İslâm dini ve Ku’an’ını sulandırmak, sukut ettirmek ile ilgili muhdes, sahte ve yalancı bir kaynak mı ihdas etmişler de, ondan mı söz edip kaynak olarak gösteriyor? Her ne ise.

Bu sekizinci örneği bitirmeden, Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzûlü ve halen dünyevî cesediyle hayatta oldu­ğunu bildiren bir ayeti, arkasından da bazı sahih hadis me’hazlarını verdikten sonra, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde Hazret-i Üstad’ın kaydetmiş olduğu Hazret-i İsa’nın (A.S.) hayatı ve ahirzamanda nüzûlü ile alâka­dar, mübarek, nurlu ifadelerinden bir iki paragraf, te­berrüken derc etmek istiyorum. Önce ayetler([70]) sarîhan ve açıkça Hazret-i İsa’nın (A.S.) öldürülmedi­ğini, belki kat’î olarak Allah (C.C.) onu kendine, yuka­rıya kaldırdı­ğını ifade etmektedir.

Ayetlerin metni:

وَقَوْلِهِمْ اِنَّا قَتَلْنَا الْمَسٖ۪يحَ عٖ۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلٰـكِنْ شُبِّهَ لَهُمْ وَاِنَّ الَّذٖ۪ينَ اخْتَلَفُوا فٖ۪يهِ لَفٖى شَكٍّ مِنْهُ مَا لَهُمْ بِهٖ مِنْ عِلْمٍ اِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقٖينًا *

بَلْ رَفَعَهُ اللّٰهُ اِلَيْهِ وَكَانَ اللّٰهُ عَزٖ۪يزًا حَكٖ۪يمًا *

وَاِنْ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اِلَّا لَيُؤْمِنَنَّ بِهٖ۪ قَبْلَ مَوْتِهٖ۪ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهٖ۪يدًا *

Evet, bu üç sarih ayetin umum tefsirlerdeki tefsir ve mealleri açıkça diyorlar ki: “Yahudiler kat’î olarak Hazret-i İsa’yı (A.S.) öldürmediler, başka birisi onlara benzetildi, öldürdükleri kimse, işte bu benzetilen kişi di. Allah (C.C.) Hazret-i İsa’yı (A.S.) kendine, yukarıya kaldırdı ve ehl-i kitaptan (herkes) onun ölümünden önce, ona iman edeceklerdir.”

Üçüncü ayetin tefsirinde, İmam Celâleddin Süyûtî “Ed-Dürr-ül Mensur” adlı dünyaca makbul tefsir-i şeri­finin 2. cildinin 241’nci sayfasında birçok hadis ve ha­ber naklederek ispat eder ki, ayetin gösterdiği mana Hazret-i İsa’nın (A.S.) ahirzamanda nüzûlü vaktin bü­tün ehl-i kitap, onun vefatından evvel, ona iman ede­cekler­dir. İbni Kesir, İbn-i Cerîr-i Taberî vesaire de aynı tef­siri getiriyorlar.

Amma Âl-i İmran suresi, 54 ve 55. ayetleri olan şu:

وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِرٖينَ*

اِذْ قَالَ اللّٰهُ يَا عٖيسٰى اِنّٖى مُتَوَفّٖيكَ وَرَافِعُكَ اِلَیَّ وَمُطَهِّرُكَ مِنَ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَجَاعِلُ الَّذٖينَ اتَّبَعُوكَ فَوْقَ الَّذٖينَ كَفَرُوا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ ثُمَّ اِلَیَّ مَرْجِعُكُمْ فَاَحْكُمُ بَيْنَكُمْ فٖيمَا كُنْتُمْ فٖيهِ تَخْتَلِفُونَ

ayetlerini, tefsirler, tefsir-i “Celâleyn” ve yine “Ed-Dürrü’l-mensur” tefsirleri başta olmak üzere şöyle tef­sir etmişlerdir: “Yahudiler Hazret-i İsa’yı (A.S.) öldür­meyi plânlayarak, mekir ve hilelerle tuzak kurdular, Allah (CC) da onların tuzak ve hilelerini bozucu hile yaptı. Elbette ki Allah’ın kurduğu hile onlarınkinden hayırlı olduğu gibi, kendisi de plân ve programcıların en hayırlısıdır.

(Ya Muhammed) Cenab-ı Allah’ın Hazret-i İsa’ya (A.S.) hitabını ha­tırla ki, ona: ‘Yâ İsa, ben seni vefat et­tireceğim ve seni nezdime kaldıracağım ve seni küfre girmişlerden temiz ve tahir kılacağım ve sana tâbi’ ol­muş kimseleri, kıya­met gününe kadar kâfirlerden üs­tün tutacağım. Sonra sizin hepinizin merci’niz banadır. O günü, ihtilâfa düşmüş olduğunuz şeyleri, ben ha­kemlik yapıp hükme bağlayacağım.”

Bütün tefsirler, ayetteki انّى متوفّيك nin manası, yani “ Seni vefat ettireceğim”in manası, ileriye ait bir iştir diyorlar. Yoksa Yahudilerin onu öldürme kasdına giriştikleri hadisede olan bir ölüm değildir. Ayetin diğer kelimeleri de bu manayı ifade etmektedirler zaten.

Tefsir-i Ed-Dürrü’l-Mensur, cilt 2, sayfa 36’da İbn-i Cerir ve İbn-ü Ebil Hakem’den nakl eylediği bir hadis riva­yetinde “Seni vefat ettireceğim ve kendime doğru kaldı­racağım”ın manası “Seni uykuda([71]) iken kaldıraca­ğım” demektir. Ayrıca aynı hadiste Hazret-i Hasan (R.A.): “Resûlullah (A.S.M.) Yahudilere dedi ki: ‘ İsa, kat’iyyen ölmedi ve size (ileride) kıyamet kopma­dan önce döne­cektir.” demiştir.

İşte İslâm dininin en başta gelen ve “Edille-i Er­baa”nın birincisi olan “kitap” me’hazımız böyle diyor. Gelelim, ikinci kaynak olan “sünnet” me’hazine.

Sünnet me’hazinden en başta geleni ve Kur’an’dan sonra en makbul ve en muteber olan “Sahih-i Buhari” ve “Sahih-i Müslim”den bu mevzuda bir iki hadis-i sa­hih ve şerif vereceğiz.

İşte, evvelâ Buhari’den:

عن ابى هريرة ( رض ) قال رسول الله ( عصم ) والذى نفسى بيده ليوشكن انينزل فيكم ابن مريم حكم عدلا ، فيكسر الصليب و يقتل الخنزير ويضع الجزية ، و يفيض المال حتى لا يقبله احد حتى تكون السجدة واحدة خير من الدنيا و ما فيها . ثم يقول ابو هريرة : واقرأوا ان شئتم " وان من اهل الكتاب الا ليؤمنن به قبل موته ويوم القيامة يكون عليهم شهيدا ([72])

Sahih-i Müslim’den:

عن ابى هريرة (رض) أنه قال ، قال رسول الله (عصم) والله لينزلن ابن مريم حكما عادلا ، فليكسرن الصليب ، وليقتلن الخنزير ، و ليضعن الجزية ولتتر كن القلاص فلا يسعى عليها ولتذهبن الشحناء والتباغض والتحاسد ، وليدعون ( وليدعون ) الى المال فلا يقبله . ([73])

Nümûne için aldığım iki hadis-i şerif gibi, Buharî ve Müslim’de birkaç hadis-i şerif daha vardır. Şu iki ha­dis-i şerifin çok kısa birer meali şöyledir:

Ebu Hureyre’den (R.A.): “Resûlullah (A.S.M.) bu­yurdular ki: “Benim nefsim kabza-i kudretinde olan zata yemin ederim ki, İbn-i Meryem (İsa) içinize inmesi yakındır. Adil bir hakem (hâkim) olarak Salibi (haçı) kıracak, domuzu öldürüp kaldıracak, cizyeyi koyacak­tır. Mal o kadar bereketlenip çoğalacak ki, hiç kimse mala tamah edip almayacak, o gün insanların yanında tek bir secde, dünya ve mâfîhadan olan hayırlı olacak.” Sonra Ebu Hureyre (R.A.) demiş:

“İstersenizوانّ من اهل الكتاب الاّ ليؤمننّ به … ayetini okuyunuz.”

Müslim-i sahihin hadisi de manaca aynıdır. İfade ve üslûp daha müekked ve şiddetlicedir. Bir de: “ O zaman insanlar mal toplamayı terk edip ona koşuşulmayacak, insanlar arasıda kin, buğz ve hased gibi şeyler kalma­yıp gidecek” ifadeleri fazla olarak vardır.

Evet Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzûlü hakkında vürûd eden ehâdis-i şerife o kadar çok, o kdar sarih, o kadar sahih ve o kadar tevatürlüdürler ki, ehl-i sünnet ve’l-cemâat akidesinde ona inanmak zaruri ve vacip sayıl­mış ve akideye girmiştir. Eğer, Allah uzak bulundur­sun, Tekin Ahmet’in batıl ve fasit zu’muna göre, Haz­ret-i İsa (A.S.) vefat etmiş ise, ahirzamandaki nüzûlü gerçekleşmeyecek demektir. O vaziyette ise, bütün sa­hih ve şeksiz hakikat olan hadis-i şerifleri ve dolayı­sıyla Resûlullah’ı (A.S.M.) tekzip etmek çıkar.

Tekin Ahmet, herhalde kıvırarak rücu’ edip deme­yecektir: “Allah onu vefat ettirdi, ama ahirzamanda ona yeniden hayat ve ceset verip gönderecek.” Evet, bunu o böyle demeyecek ve diyemeyecektir. Çünkü onun buna iman ve itikadı yoktur. Her ne ise.

Şimdi de, Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın bu mesele hakkında söyledikleri şirin, rânâ ve nevvar ifadelerin­den bir iki parça verelim:

“Hazret-i İdris ve İsa aleyhimesselâmların ta­baka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levâzımâtından tecerrüd ile melek hayatı gibi bir hayata girerek nûrânî bir letâfet kesbeder, âdeta beden-i misâlî letâfetinde ve cesed-i necmî nûrâniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvâtta bulunurlar. “Ahirzamanda Hazret-i İsa aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek.” Meâlindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahirzamanda felsefe-i tabîiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı Îsevîlik dini tasaffî ederek ve hurâfâttan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki Îsevîlik şahs-ı mane­vîsi vahy-i semâvî kılıncıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı ma­nevîsini öldürür. Öyle de Hazret-i İsa aleyhisselâm, Îsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür, yani in­kâr-ı ulûhiyet fikrini öl­dürecek.”([74])

Ve bu mevzu’un daha genişçe izahları Risâle-i Nur­ların birkaç yerinde ayrı ayrı, fakat birbirini tamamla­yan tarzlarda bulunmaktadır. Meselâ, “On Beşinci Mektub’un Dördüncü Suâli”nde uzunca bir izah ve “Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Yedinci Kısmı’nın Altıncı İşareti”nde ve Şualar’da “Beşinci Şua’ın On Üçüncü Meselesi”nde ve keza Kastamonu ve Emirdağ-I Lâhi­kaları kitaplarında bulunmaktadır. Bütün bunlar aye­tin, yani İslâmın birinci me’hazı olan Kur’an’ın, kitabın, sünnetin ve ehl-i sünnet ve’l-cemâat icmâının ittifakına uygun ve mutabık izah ve tefsirlerdir. Bay Ahmet Te­kin ise, “Bunun me’hazı kitap ve sünnette yoktur.” de­miş… Ben onun hangi kitap ve sünneti kasdettiğini bilmiyorum. Amma Müslümanların kitap ve sünne­tinde bu mesele bütün açıklığıyla mevcut olduğunu hep beraber gördük.

Ve tenakuzlu ve sünnette (Hadis-i şeriflerde) yeri olmayan, amma Tekin Ahmet’in kafasından uydurduğu ve hadis diye ileri sürdüğü gülünç id­dialarından DOKUZUNCU ÖRNEK:

Şöyle gevelemiş bay Ahmet Tekin: “Hazret-i Mu­hammed’in (A.S.M.) son peygamber olması hasebiyle, yeni bir peygamber gelmeyeceği için…” Tekin Ahmet’in bu cümlesi doğru ve haktır, belki de kitabının tama­mında bu cümlesi doğru düşmüştür. Bu cümlesinden sonra şöyle devam etmiş: “Hadis-i şeriflerde zikredildiği üzere, kıyamete yakın, kıyametin büyük alâmeti olarak nüzûl edecek olan Hazret-i İsa’nın (A.S.) peygamberlik görevi olmayacaktır. Yine hadislerde zikredildiğine göre, O, Kur’an ile amel edecektir.”([75])

Sonra aynı kitabın 60’ncı sayfasında şöyle: “Hadis­lerde kıyamete çok yakın, güneş batıdan doğmaya baş­layıp kâinatın düzeni bozulduktan sonra nüzûl-i İsa’dan (A.S.) kıyamet alâmetlerinin büyüğü olarak bah­sederken” diye yazdıktan hemen sonra Hristiyanların Hazret-i İsa (A.S.) ile ilgili görüş ve beklentilerini getirip derc etmesi,, yani hadis-i şerifleri yanlış bir tarzda da olsa, getirip yazdıktan sonra, he­men akabinde, Hristiyanların sözde zıddı ve aleyhinde görünürken, zımnen onların görüşlerini benimsediğini gösterilmek ister.

Biz de tekraren cevap veriyoruz ki, Tekin Ahmet’in herzenâmesinin 59’ncu sayfasında kaydetmiş olduğu bir iki hadis-i şerif meâlleri doğrudur. Evet Hazret-i İsa (A.S.) sahih hadislerin hükmüyle kıyamete yakın bir va­kitte nüzûl edecek, Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) şe­riatıyla ve Kur’an’ın hükmüyle amel edecektir. Evet bunlar doğru. Ama kitabının bir sayfa sonrasında ise, hiçbir hadis-i sahihte olmayan bir yorum ile, kendi ka­fasından şöyle bir herzeleme getirmiş: “Hadislerde kı­yamete çok yakın, güneş batıdan doğmaya başlayıp kâinatın düzeni bozulduktan sonra, nüzûl-i İsa’dan (A.S.), kıyamet alâmetlerinin büyüğü olarak bahseder­ken” diye kafadan attığı manalar hiçbir hadiste yoktur. Yani, güneş batıdan doğduktan sonra, nüzûl-i İsa (A.S.) diye olan söz, belki de sahih hadislerin icmâ ile göster­dikleri büyük ve kat’i hakikatı sulandırmak için kasdi bir girişim olabilir. Çünki bütün hadis-i şerifler, nüzûl-i İsa’nın (A.S.) güneş batıdan doğmadan önce olacağını ve bütün ehl-i kitabın İslâmiyete girmelerine vesile ola­ca­ğını söylerer. Zaten buna işaret eden bir ayet-i keri­me­dir ki, Sekizici Örnek’te o ayet meali zikredilmiştir.

Burada, çelle çepe konuşan bu şahsa dönüp şunu sormak gerek: “Sen hangi dini benimsiyorun?.. Müslü­man dinini mi, Hristiyanlığı mı, yoksa Şamanistliği mi?.. Evet, sen hangisindensin?.. Bir iki sayfa önce kay­dedildiği vechile sen Hristiyanların inancına uyarak Hazret-i İsa’nın (A.S.) öldüğünü söyledin. Şimdi de hiç bilmediğin halde, İslâmın hadis-i şeriflerinden söz edi­yorsun. Söz ederken de hadisçe maksut olmayan başka yorumlar getiriyorsun.

Soruyoruz, acaba senin Hristiyan papazlarından hûşa-çîn([76]) edip aldığın telâkkiye göre Hazret-i İsa (A.S.) eğer ölmüş ise, ama getirdiğin hadislerin mealle­rine göre de nüzûl edecekse, yeniden diriltilip mi dün­yaya gön­derilecek?.. Yoksa başka bir türlüsü mü ola­cak! Bunu izah edebilecek misin!..

Şunu iyi bilesin ki, hakikatları karıştırmak için sen istediğin kadar vesveseler üretip ortalığa serpiştir, bunların farkında olan hüşyar müminler ve uyanık Nurcular nöbettarlıklarında kâim ve dâimdirler. Gök­lere çıkarak melâikelerden kulak hırsızlığıyla birşeyler elde etmek isteyen şeytanlara atılan ve onları yakan şehaplar gibi senin gibi müvesvislerin vesveselerine de hakikat göklerinden işte böyle şehaplar atılacak, haki­kat semasının bütün câniplerinden sizleri recmedip ko­vacaktır.

Ve şimdi de, önceleri Süleymaniye Vakfı yobaz Vahhâbilerinin dillerine doladıkları şeyi ki: [77] “Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın, İzhar kitabın­dan sonra, üç ay zarfında medrese usûlüne göre on beş senede okunabilen ilimleri okuyup bitir­diğini inkârları tarzında, karşı gelmesinin cehâ­letli ONUNCU ÖRNEĞİ:

Bay Tekin Ahmet şöyle yazmış: “…Üstad Said Nursî kendi ifadesine göre ‘İzhar’a kadar okumuştur. Arapça dilbilgisinin beşinci kitabıdır. Bu beş kitabı okumak azami üç ay alır. Bundan sonra üç ay içinde de normal bir öğrencinin on beş yıl içinde okuyabileceği ilimleri öğrendiğini, hocalarının kendisine icâzet vermediğini söylemektedir” diye yalandan uydurup herzeledikten sonra, Üstad-ı mübînin, Tekin’e göre “bir din alimi ol­madığını fetva vermeye selâhiyetli olmadığını ve Ri­sale-i Nur’da yalan yanlış bilgilerin olduğunu ve Risale-i Nur’un İslâma kaynak olmaktan fersah fersah uzak ol­duğunu…”([78]) da yazmıştır.

Evet bunları yazmış ama, başına kül dökmüş, iman evini yalanlı düzmeceler ile başına yıkmış, alnına da, güneş gibi hakikatları inkâr ve örtbas eden münkirlik damgasını basmıştır. Anlaşılan odur ki: bu şahıs ve şa­hıslar, üst kodamanlardan aldığı emir ve talimatlar ge­reğince, içlerindeki kin, düşmanlık ve kıskançlık ku­suntularını dökercesine, Hazret-i Üstad-i pâkin kat’iyyen vâki olmuş ve vuku’u ispat edilmiş olan mevzu’u ayrı ayrı kollardan gündeme getirmektedirler.

Bu hadise ilk önce 1908’de Bediüzzaman, nâdire-i cihan, Medreset-üz Zehrâ’sının inşası için Van’dan İs­tanbul’a gidip padişah II. Abdülhamid Han’la görüşe­rek mevzuu ona arz etmek üzere Mabeyne müracaat et­tiğinde, orada vazifeli paşalar Bediüzzaman’ı kâle al­mamış ve görüştürmemişlerdi. Bediüzzaman da bir müddet sonra meramını anlatan bir dilekçe yazıp Mabeyn-i hümâyûna bıraktıktan sonra, aynı senenin Mart ayı başlarında İstanbul Fatih semtindeki Şekerci Hanı’nda bir oda ayarlayarak odanın kapısına şöyle bir levha astırır: “Burada her suâle cevap verilir. Her müşkil halledilir. Fakat kimseye suâl sorulmaz.” Oda­sının kapısına asılan bu levha üzerine İstanbul’un o günki ilim ve irfan ehlinin nazarları şiddetle celbedilir. Bediüzzaman’ın küçük kardeşi Molla Abdülmecid Efendi’nin yazdığına göre, iki ay bilâfasıla, her çeşit ilimden ulemâlar gelmiş en çetin sâller sormuşlar ve hepsi de isabetli cevaplarını almış memnun ayrılmışlar idi. Bu hadisenin geniş, şahitli ve ispatlı bilgileri, “Mu­fassal Tarihçe-i Hayat” eserimizin I. Cilt ve 190-192 sayfaları arasında­dır.

İşte bu muazzam ve görülmemiş cellâp hadise üze­rine padişahın Mabeyn-i hümâyûnunda vazifeli paşa­lar, kendilerini çok utandıran hadiseyi savuşturmak ve Bediüzzaman’ı halkın gözünden düşürmek için, iki üç doktor ayarladılar ve “Böyle her şeyi bilen ve ben üç ayda on beş senede okunan ilmi bitirdim diyen deli ol­malıdır” raporuyla aziz ve allâme-i cihan Hazret-i Üstad’ı alıp akıl hastahanesine koydular. Buradan iti­baren Hazret-i Üstad’ı dinliyoruz.

Tımarhanede Baştabiple olan karşlıklı konuşmala­rındaki uzun muhavere içinde bu husus için şöyle der: “Hem de İzhar’dan sonra üç mah ders gördüğümü söy­lemiştim. İki cihetle şu söz şüpheyi davet eder. Ya hi­laftır… Halbuki ekser Kürdistan bu­nun sıdkını bilir. Ya doğru olduğu halde, sen ey doktor dediğin gibi temedduh ve gurur misillü bir unsur-ı cinneti îmâ eder.”([79]) İşte bu mesele, yüz­sene evvel mevzu olmuş ce­vabı verilerek tasdiki mühürlenmiş bir hadise olduğu halde, yeniden yüz sene sonra onun butlanı cihetinde dedikodu yapmak elbette ki bir hüsn-i niyetten değil, garazlı, kinli bir düşman­lıktan geldiği kesindir. Ayrıca 1918’de Müküslü alim, fazıl Hamza Efendi’nin yazdığı “Bediüzzaman Said-i Nursî’nin Tercüme-i Halinden Bir Hülâsadır” isimli ki­tap ve Bediüzzaman’ın biraderzâdesi Abdurrahman-ı Nursî’nin 1919’da yazdığı ve tab’ ettirdiği “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” adlı eser ve Bediüzzaman’ın küçük kardeşi Abdülmecid’in yazdığı “Hatıra Defteri” başta olmak üzere bütün Şark alimleri hadiseyi aynen yazıyor ve söylüyorlarsa, artık onda şek ve şüphe kalmaması lazımdır. Ayrıca, Bediüzzaman’ın hemşehrileri, hususan köylü, akraba­ları ve Van’da 1898-1908 arasında onun “Horhor” med­resesinde ondan ders almış ve medresesinden mezun olmuş büyük ule­madan Merhum Seyyid Şefik Arvâsî, avukat Mihri Helâv ve daha bir çoğu, mezkur hadiseyi ya şahsen görmüş, ya da görenlerden işitmiştir. Hadise öyle teva­tür derecesindedir ki, Bediüzzaman’ın dediği gibi, Kürdistanın yarı ahalisi hadisenin şahidi gibidir­ler.

Kaldı ki, benzeri meselelerde, şeriatın hükmü ile, iki şahid-i sadık: “Evet, tamam doğrudur, biz onun şa­hidiyiz” deseler mesele ve hadise kesinleşir ve biter. Ar­tık buna karşı gelenlerin, münafık ahmak kimselerin dedikoduları gibi vakvaka-i kurbağa nevinden hiçbir kıymeti kalmaz.

Hadisenin kat’î vukuu hakkında Hazret-i Üstad eski eserlerinde olduğu gibi, yeni eserlerinde de bazı münasebetlerle temas eder. Mesela Emirdağ Lâhikası-II, sayfa 73’de olduğu gibi…

Şimdi bay Tekin Ahmet’in üstte Hazret-i Üstad’a at­fen söylediği yanlış, tahrifli ve yalan sözlerine gelelim. Birincisi: Sözde “Üstad demiş” diye şöyle kaydetmiş: “Ho­calarının kendisine icazet vermediğini söyler.”

Cevap: Bu sözü, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hangi eserinde, nerede yazılı, hangi kitabında kayıtlı?.. Hey Bay Ahmet, bu tarz ile vürud eden onun bir sözü yoktur. “Bana hocalarım icazet vermediler” diye bir şey dememiştir. Dediği şey, çok başkadır. Kastamonu Lâ­hikası’nda ka­yıtlı bir mektubunda, Mevlânâ Halid-i zülcenaheyn’in (K.S.) cübbesi 1940’da kendisine ulaş­tığı günlerde şöyle demiş: “Elli altı sene evvel, icazet al­mayı, bir cübbe giymeyi hak ettiğim halde, alamamış­tım. Şimdi onu bana Mevlânâ Halid giydirdi.” diyor. Buna ayrıca döne­ceğiz.

Hazret-i Üstad medresenin ilmî icazetini aldığını iki defa ve iki yerde söylemiş ve kaydettirmiştir. Birisi: 1918’de Dârül-hikmeti’l-İslâmiyye Akademisine aza olarak remen tayini yapıldığında, matbu’ bir kağıda devlet memuru olarak özgeçmişini kaydettirdiğinde: “Hocası Şeyh Muhammed-i Celâlî kendisine ilmî icazet verdiğini, ama bu icazetnâmeyi Birinci Cihan Harbi sı­rasında harp cephesinde kaybettiğini” söyler.([80])

İkincisi: Bediüzzaman kendi kardeşi Molla Abdülmecid’e medrese icazetnâmesini verirken kendi­sine icazet veren hocası Şeyh Muhammed-i Celâlî ve sonra Siirtli hocası Molla Fethullah Efendi olduğunu söyler. Üstad’ın kardeşine vermiş olduğu icazetnâme, Molla Abdülmecid’in muallimlik ve müftülük vazifesine başladığında bu resmi evrak Diyanet İşleri Başkanlığı Tahsis Şubesi Arşivi’nde mevcut bulunmaktadır.

MEVLÂNÂ HALİD HAZRETLERİNİN CÜBBESİ

Bu mübarek cübbe, Mevlânâ Halid’in (K.S.) halifele­rinden Afyonlu Şehy Muhammed Aşık isimli zatın to­runu Âsiye Hanım eliyle Üstad’a ulaştığında, Is­parta’daki Talebelerine yazıp gönderdiği bir mektubu­nun son bölümünde şöyle diyor:

“İkincisi: Eski zamanda on dört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan üstad tarafından sa­rık sardırmak bir cübbe bana giydirmek vaziye­tine maniler bulundu, yaşımın küçüklüğüyle be­raber, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmadığı…([81])

Saniyen: O zamanda büyük alimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip veyahut teslimi­yet de­recesine girdikleri için bana cübbe giydire­cek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine gü­venenler bu­lunmadığı ve evliyâ-yı azimeden dört beş zatın vefat etmeleri cihetinde, elli altı senedir icazetin zahir alâ­meti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz se­nelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâüddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garip bir tarzda bana giydirmek için gön­der­diğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarekve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum, Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükrediyorum” ([82])

İşte Hazret-i Üstad’ın ifadesi bu. Bu beyanın Tekin Ahmetin: “Hocalarının kendisine icazet vermediğini söylemekte­dir.” Şeklindeki tahrifli ve yalanlı iddiasıyla bir alakası var mıdır? Elbette ki, “Hayır, yok!” diyecek­siniz. Çünki kasd-ı mahsusla, sabit ve şeksiz doğru hakikatlar hep bu tarzda tahrif edilip saptırılmaktadır.

TEKİN AHMET’İN DİĞER ZIRVALAMALARI:

1. Hazret-i Üstad’ın bir din alimi olmadığı,

2. Fetva vermeye selâhiyetli olmadığı,

3. Risale-i Nur’larda yalan yanlış bilgilerin olduğu,

4. Risale-i Nur İslâm’a kaynak olmaktan fersah fer­sah uzak olduğu.

Tekin Ahmet, evet bunları böyle yazmıştır, yani kendini ehl-i hakikat nazarında rüsvay ve kepaze et­miştir. Bu kin kusan, cehalet fışkıran iddialarına ce­vaplarımız geliyor:

1. Eğer, Cenab-ı Hazret-i Üstad Bediüzzaman, Te­kin Ahmet’in lâkırdısına göre bir din alimi değilse, ne­den bütün ulema on “Bediüzzaman” lâkabını lâyık gör­düler? Eğer bir din alimi değilse 1908’de İstanbul Fa­tih’teki Şekerci Hanı’nda odasının kapısına astırdığı levha ve iki ay devam eden en müşkil suallere verdiği ilmî ve dinî cevaplar neticesindeki büyük imtihandan sonra, bütün İstanbul uleması ve herkes ona verilmiş olan “Bediüzzamanlık” ünvanını niçin tasdik ettiler?.. Eğer Bediüzzaman bir din alimi değilse, 1911’de İstan­bul’a gelen Japon Başkumandanı Mareşal Nogi, bazı hadis-i şeriflerin ve İslâm dininin bazı meselerinin ma­nalarını şeyhülislamlıktan sorduğunda, şeyhülislam bu suallere cevap vermesi için neden Bediüzzaman’a ha­vale ey­ledi?. Eğer bir din alimi değilse, Bediüzzaman’ın Bi­rinci Cihan Harbi içerisinde yazmış olduğu İşârâtü’l-İ’câz tefsiri 1918’de İstanbul’da tab’ edildiğinde şeyhü­lislamlık neden onu bütün Osmanlı ülkesi müftülükle­rine birer nüsha gönderdi?.. Eğer Bediüzzaman bir din alimi değilse, onu neden Şeyhü­lislamlık Dârül-Hik­meti’l-İslâmiyeye ısrar edip tayin ettirdi… Ve buraya tayininden sonra, padişah M. Vâhidüddin’in onayıyla Şeyhülislamlık neden Bediüzzaman’a has olarak “MAHREC”([83]) pâyesini ona lâ­yık gördü. Hem eğer Bediüzzaman bir din alimi de­ğilse, İngilizlerin Mütare­keden sonra İstanbul’u işgal ettiklerinde beraber getir­dikleri “Anglikan” kiliseleri­nin başpapazı, Meşihât-ı İslâmiyye’den sordukları dinî altı suallerine altı yüz kelime ile cevap istediklerinde, neden Şeyhülislâmlık bu cevapları vermeyi Bediüzzaman’a havale etti?!..

Bu söylediklerimin, yazdıklarımın hepsi “Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayat” eserimizin Birinci cil­dinde belgeleriyle bulunmaktadır. Senin gibi ey bay Ahmet kafadan atma yoktur. Sende de eğer birazcık ilim merakı ve tahkik varsa bu eseri­mize bakarsın.

2. “Bediüzzaman fetva vermeye selâhiyetli değildir.” demiş bay Tekin?..

Cevap: Hazret-i Bediüzzaman yalnız dinî fetvalar değil, ilmî, idarî, siyasî ve askerî işlerde de fetva ver­meye selâhiyetlidir. Birinci maddede onunla alâkalı ve­rilmiş nümûneler, davanın delili olduğu gibi, 1921-1922’lerde Şeyhülislamlık, İngilizlerin sıkıştırması ile Anadolu’daki Kuvâ-yı Milliye aleyhinde yazdığı fetva­sına karşı, Bediüzzaman’ın yazdığı mukabil dinî fetva üzerine İstanbul ulemasının fikirleri derhal değişip İn­gilizlerin aleyhine dönüvermesi, Tekin Ahmet’in attığı boş, mesnetsiz sözünü geri çevirip ağzına tıkamasına kâfi delildir.

3. “Risale-i Nur’da yalan yanlış bilgilerin olduğu…” diyerek recmen bil-ğayb atmasına karşı deriz: Behey bedbaht adam! Eğer sen bir nifak örgütü adına ağaz etmiyor isen, hak ve hakikat adına, Kur’an ve din adına konuşuyor isen, Kur’an’a, hadise, İslâm fıkhına daya­narak bu dediklerini ispat etmeye mecbursun. Eğer id­dianı ispat edemezsen, yalancı, kezzab, müfterilerin zümresine kaydedilmiş olursun.

Bununla beraber, Bediüzzaman Hazretlerinin 1908’den başlayıp 1949’da bitirdiği te’lifatı olan 193 ki­tap, eser ve risale ortadadır. Bu eserler yüz seneden beri intişar sahasında gezmektedirler. Milyonlarca in­san, binlerce ulema bu eserleri okumuş ve okumakta­dırlar. Şimdiye kadar hiçbir din alimi, Risale-i Nur­larda bir yalan, bir yanlış görüp tesbit ettiğine dair bir delil görülmemiş ve gösterilmemiştir. Gerçi senin gibi, eskiden 1964’lerde emekli bir general, Sadettin Evrin, sahte bir reddiyeyi uydurmasyon bir keyfiyetle hazır­lattırıp Türkiye’nin her tarafına dağıttılar. Sonra meş­hur “Sebilürreşad” mecmuası sahibi merhum Eşref Edip Fergan, o sahte reddiyenin peşine düştü. İsimle­rine izafe ve isnat eyledikleri alimlerle tek tek temas kurdu, yalancılık ve sahtekârlıklarını tek tek ispat edip ortaya koydu ve paçavraya çevirdi.([84])

Evet, Nur eserleri bugün dünyanın kırk kadar di­line tercüme edilip yayılmaktadır. İslâm aleminin bü­yük uleması bu eserleri okumaktadır. Değil bu eser­lerde yanlış bulmak, bütün samimiyetleriyle hayran­lıklarını ifade ediyorlar.

4. Tekin Ahmet’in “Risale-i Nurlar İslâma kaynak olmaktan fersah fersah uzaktır” diye olan düşmanane ta’n ve gözünü yumup atmasına kaşı deriz:

İslam dininin dört ana kaynağı (Edille-i erbaa) var­dır. Bunlar: “Kitap” yani Kur’an; “sünnet” yani Pey­gamberimizin (A.S.M.) Kur’an tefsiri ve tatbiki mahiye­tindeki hadis-i şerifleri; “icmâ-i ümmet” yani İslâm ümmetinin müçtehit, büyük alimlerinin üstünde birleş­tikleri akîde ve temel meseleler; “kıyas-ı fukaha” yani müçtehitlerin, kitap ve sünnette sarihan bulunmayan ve sonra inkişaf eden bazı iş ve meseleleri, kıyas yo­luyla ona benzeyen meselelere göre içtihat edip hükme bağlaması…

Evet, Risale-i Nurlar bizzat İslâm kaynağı olarak değil, ama bu dört ana kaynakları akla, ilme, mantığa, İslâmın temel kâidelerine göre ispatlayan, ortaya ko­yan, ilim dünyasında mâkûliyetlerini ilan eden yegâne nurlu, müessir, cazip bir kaynaktır diyebiliriz, diyoruz ve ispatına da hazırız. Risale-i Nurların bu sahadaki hizmeti dünyanın her tarafında kabul edilmektedir, kadar!..

Eskiden bir işgüzar savcının (1948’de açılan Afyon Ağırceza Mahkemesi savcısı), bu Tekin Ahmet gibi ca­hilane ve mesnetsiz bir tarzda, Risale-i Nurlar aley­hinde şöyle bir iddiası olmuştu: “Nurcuların zanları hilafına olarak, Nur Risaleleri yegâne okunacak tefsir değildir.” Yine aynı savcı: “Nur tefsir değil, hem bazan akideye muhalif gider?..”

Hazret-i Üstad’ın bu savcıya iskât edici cevapları şöyle sudur etmişti:

“Nur Risalelerinin ve talebelerinin lisanında her vakit söylenen: “Bu zamanda en kuvvetli bir tefsir-i Kur’anîdir.” Cümlesidir. Yoksa, hiçbir vakit başka tef­sirlere ilişmek hatırlarına gelmediği bu acip hatanın ne kadar çirkin olduğunu gösterir.”

“Tefsir iki kısımdır. Biri: İbaresini izah eder. Biri de: Hakikatlarını ispat eder. Nurların, bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettârı olduğunu ehl-i dirayet ve dikkat yüz binler şahitler var. Ve Mısır, Şam ve Haremeyn-i şerifeynin muhakkik alimlerinin ve İs­tanbul vesair yerlerin müdakkik hocalarının Nurları tedkik edip ilişmemeleri ve Said’in müddet-i hayatında mantıkî ve gâlibâne mücadele-i ilmiyesi, iddiacının bu isnat ve ittihamını tekzip ve reddeder.”([85])

Böylece ben, şahsen bu Ahmet Tekin’e, ya aldatılıp ya da bazı dünya menfaatleri için kandırılıp, Bediüzzaman Hazretleri aleyhinde ona yazdırılan ama kendisini alemde, ilim dünyası karşısında kepaze ede­cek şu hep açık veren yazılarından dolayı acıyorum. Çünki ona ehl-i hakikat tarafından çok tahkir ve tel’inler gitmek­tedir. Lâkin eğer bunlar, onun aklının ermemesinden gelen bilmezlik ve cehaletinden geli­yorsa, belki yarın huzur-ı İlâhide affedilmesi mümkün olabilir.

Ve yine abes ve mevzu’la alakası olmayan ce­haletli bir şeyler karalayarak, gûyâ Müslümanla­rın idarecierinin kendilerinden olmasını emre­den bazı ayetlerin meallerini vermek suretiyle sergilemiş olduğu abeskârlığının([86]) ON BİRİNCİ ÖRNEĞİ:

Bu şahsın boşuna çabalamasına karşı “Cevabü’l- ahmâkı es-sükût” diyerek geçmek lazımdır. Zira, Haz­ret-i Üstad Bediüzzaman’ın, devlet ve memuriyet sis­temiyle alakalı olarak sorulan bazı suallere verdiği muazzam ve ilmî, Kur’anî ve mantıkî cevapları; 1910’da te’lif eylediği “Münazarât” isimli eserindedir. Bu ce­vaplar, hakikat ilmiyle meseleyi kökten halleden ve Kur’an ve sünnetin edasıyla çözüp ortaya koyduğu ki­tabımızın başından beri hep ispat ile, işin asliyet ve mahiyetini, yani o ilm-i hakikat ile verilmiş cevapların mana ve özlerini apaçık gün yüzüne çıkarmış olma­mızla beraber, burada tekraren şu bedbaht Tekin Ah­met’in manasız lâkırdılarına ayrıca cevap vermemize gerek kalmamıştır sanırım.

Evet, asr-ı saâdette Peygamberimizin (A.S.M.) Mekke ve Medine’deki hayat-ı pürsaâdetlerinin şekil ve uygulamalarının değişikliğini ve sonra Medine’de kur­muş oldukları İslâm devletinin prensip, usûl ve kâide­leri hususunda herkesten daha çok aşina olan, ve ha­yatı boyunca bu mevzu’larda idarecileri İslâmî temel prensiplere uymaları için îkaz ile, o prensiplere zaman ve mekanın elverdiği nispetinde tatbik etmelerinin elzemiyetinden hep söz eden bir Bediüzzaman olan dâhî, mütefekkir, bir asrın sahibini aksi anlayışlarla ittiham etmeye yeltenen bir vicdanın kararmış olma­ması mümkün değil. O zât-ı muazzez ve muallâ ve o mürşid-i mübeccelâ ve mücellâ 1908’de kabul edilen İkinci Meşrutiyet’in ilanı günlerinden başlayarak Bi­rinci Cihan Harbi’ne kadar te’lif eylediği kitap, risale ve makaleleri ortadadır. Şu Ahmet Tekin gibi şahıslar, eğer basiretleri kapanmış, körleşmiş değilse, vicdan ve imanları da sönmemiş ise, bilhassa Âsâr-ı Bedîiyye ki­tabında cem’ eylediğimiz, onun o eski eserlerini bir okusunlar. Okusunlar da, avam-perestâne iftiralarla karanlık ve kuytu köşelerde o insanlığın, hususan Müslümanların, bilhassa Türkiye’de yaşayan Müslü­manların medar-ı iftiharı, vâris-i Nebî o Hazretin arka­sından şuursuzca çekiştirmesinler.

Bu münasebetle, İslâmî devlet geleneğinde, beş yüz senelik hilâfet hil’atını da, milliyeti ve şerefli tarihini de, Müslüman bir milletin an’anesindeki İslâmî ahlak ve âdetlerini de tamamen yok etmek ve kökünden sö­küp atmak niyet ve teşebbüsüyle 1924’lerde, İngiliz Dı­şiş­leri Bakanı Lord Gürzon’a söz vermiş olanlara karşı,([87]) masonik tipli bir İslâm anlayışını taşıyan Te­kin Ah­met’ler gibi şahıslar mı mücadeleye koyuldu­lar?!.. Ha­yır, hayır! Türkiye’yi küfrî bataklıklara sü­rüklenip bat­maktan kurtaran tek bir insan vardır, o da hiç şüp­he­siz mücahid-i ekber, müceddid-i a’zam Haz­ret-i Bediüzzaman’dır.

Ve mütezendikâne bir edâ içinde rezil iftira ile Bediüzzaman’a mal etmek istediği kara­lama büh­tanlarının ON İKİNCİ ÖRNEĞİ:

Tekin Ahmet şöyle zırvalamış: “Üstad Batı dünya­sını, Hristiyan âlemini kısmen mü’min saymaktadır. Bu sebeple Batı dünyasının imanının tamamlanmasın­dan bahsetmektedir”den sonra, şöyle bir boşbilgiçlikte bulunmuş: “Bir defa iman parçalanmaz, bir parçasını inkâr eden tamamını inkar etmiş sayılır.” diyerek bazı Kur’an ayetlerinin sure ve ayet numaralarını ver­miş.([88])

Cevap: Burada bu şahsın hakkettiği ağır bir haka­ret ile hitap edilmesi gerekiyorsa da, kazm-ı nefs ediyo­ruz. Ancak şunu soruyoruz ki: Hazret-i Üstad Bediüzzaman eserlerinden hangisinin, hangi sayfa­sında senin şu iftiralı sözlerini söylüyor? Göstersene! O Üstadü’l-enamın tefsir mahiyetinde tamamen başka manada yazdığı bir şeyi, senin onu getirip ifitrana me­dar yapman seni bütün ehl-i hakikat ve ruhâniyât na­zarında esfel-i sâfilîne düşürmektedir.

Evet, Üstad’ın “İşârâtü’l-İ’caz” eserinde yazılı ol­duğu üzere “Güneş Üflemekle Sönmez” adlı eseri­mizde ve bu kitabın üst tarafında tafsilen kaydettiği­miz gibi Bakara suresinin dördüncü ayetinin geniş tef­sirini yaparken, umum tefsirlerin ittifakına istinaden: Ehl-i kitabın hem Kur’an’a, hem eski semâvî kitaplara iman ettiklerinde iki kat fazilet kazanacaklarına işa­rettir demiş. Üstad Hazretleri bu ayetin tefsirini ge­nişletirken Al-i İmran/64. ayetinin manasıyla da tefsiri te’kid eylemiştir. Bu ayet: “De ehl-i kitaba, gelin bi­zimle sizin aramızda aynı seviyede olan kelimede birle­şelim” yani “İmanınızı ıslah ve tekmil etmeye gelin. İlh.” manasındadır. Ama bu Tekin Ahmet ve hempâsı sözde kendilerini “Kur’an’cı” diye takdim ediyorlar ya, bu ayetin ve ayrıca kendisinin kitabının, ister istemez, 68. sayfasında (tezatlara düşerek) kaydetmiş olduğu birkeç sarih ayetlerin hükümlerini hiçe sayarak icmâ-ı ümmet ve Resululah’ın (A.S.M.) tatbikatlarını hiç na­zara almadan, kendi hevesi ve şeytanî içtihatlarıyla: “Hristiyanlık diye, ruhâniler diye bir din yoktur. Alla öyle bir din göndermemiştir. Ehl-i kitap, müşriklere ta­kılmış bir ünvandır. Hristiyanlık denilen şeyin kökü Phawlos’un icat ettiği uydurmadır, başka bir şey değil­dir, şudur budur” diye bunu kitabının birkaç yerinde ısrarla kaydettiği halde aynı kitabın 67. sayfası ve “30” diye başlık koyduğu yerde ise şunları söylüyor: “Kur’an-ı Kerim, Yahudiler, Hristiyanlar ve benzeri kimseler için ehl-i kitap diyor…” Yani bu şahıs, tezatlara düşe­rek yalfalamalar yaptığı gibi, zaman zaman da kendi görüş ve re’yiyle, müfessir büyük alimlere zıt ve muğayir ola­rak Kur’an ayetlerini yorumlayabiliyor. O ise, hadis-i Ne­bevînin emriyle küfre girebileceğini bili­yor mu acaba!..

Ayrıca, Tekin Ahmet’in “İman parçalanmaz, bir par­çasını inkar eden tamamını inkar etmiş sayılır.” dedi­ğinin manasını biliyor mu? Yani bu sözün izahını yapa­biliyor mu? Parçalanma veya parçalanmama işi nasıl tekevvün ettiğini biliyor mu?.. Benim kanaatıma göre hayır bu şahıs öyle bir şey bilmiyor, duymuştur belki. Ama her şeye rağmen, onun bu sözü doğru bir sözdür. İman altı rüknü ile birbirini tamamlayan ve biri birisiz olmayan vahdânî bir hakikattır. Lâkin imanın altı rüknü için­den bazı rükünleri kutup mesabesindedir. Mesela iman-ı billah ve sonra iman-ı bi’l yevmi’l-ahir rükünleri en büyük rükünlerdir, diğer rükünlerin de mihver ve medarıdırlar. Bu kutup olan iki rükün, Kur’an’da ehl-i kitabın en öncelikli olarak iman etmele­rinin lüzumuna işaret edilmiştir.

Tekin Ahmet, eğer Üstadü’l-enam olan Hazret-i Bediüzzaman’ın te’lifatından “Meyve Risalesi”nin Do­kuzuncu Meselesi’ni görmüş olsaydı, azıcık mari­fet ve fazileti de olsaydı, herhalde teeddüp içine girip bir saygı göstermesi icap ederdi. Ama yok, nerede?!..

Ve bu eşhasın câhilâne ve İslâm şeriatının uy­gulamasına ters olarak indî ve şahsî yorumların­dan ON ÜÇÜNCÜ ÖRNEK:

Bay Tekin Ahmet sağına soluna bakmadan şöyle kalem oynatmış: “Allahu Teâlâ iki ayrı ayette Hristiyanlara sorumluluklarını arttırmalarını tavsiye ediyor. 4/171, 5/177”([89])

Birkaç satır aşağıda ise: “Îsevîlikten bahsetmek, Kur’an’ın, Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) ve İslâmın varlığına aykırıdır” cümlesi yer almaktadır.

Elcevap: Tezat, tenakuz içinde yalpalayan bu şahıs, Hazret-i Üstad Bediüzzaman’a itiraz edeyim de, tena­kuza mı düşmüşüm önemi yok; âlem içinde, ilim karşı­sında kepaze mi olmuşum zararı yok dercesine bun­ları böyle yazıyor. Bediüzzaman Hazretleri Risalele­rinde bazan “Îsevîler” bazan “Hristiyan ruhanileri” yazmış ya, işte bu şahıs, sözde, buna karşı çıkmak isti­yor. Tahmin ediyorum, bu mesele veya benzeri mevzu­lar “Güneş Üflemekle Sönmez” isimli kitabımzda, hem bu kitabımızın bazı yerlerinde bahsi yapılmış, neticeye de bağlanmıştır; bu şahıslar kendi indlerinde, bazı şey­tanî ve ârzî içtihatlarla, dinden uzak bir ekol oluştur­mak suretiyle, “Kur’an’ın vardır “dediği “hadisin mev­cuttur” diye kabul ettiği ve bütün müfessirlerin ve müç­tehit imamların icmâ halinde varlıklarını kabul edip İslâm şeriatında “Hristiyanlık, Yahudilik ve Sabiîlik” dinleri sâliklerinin mevcut hal ve vaziyetleriyle nazara olarak onlarla olan Müslümanların muameleleri hak­kında hükme bağladığı halde, bu şahıslar ne tefsirlerin birle­şik hükümlerini, ne hadislerin kararlarını, ne İs­lâm şe­riatının vazıh ahkâmını hiç nazara almadan, bir yana bırakarak kendi kafalarına göre bid’atlı hükümler ge­tirmek istemektedirler. Bunlar bu batıl, geçersiz ve bo­zuk içtihatlarıyla istedikleri şekilde, ve diledikleri ka­dar dalalet bataklığına saplansınlar, marifet ve iz’an sahibi Müslümanlara bir zararları dokunmaz. Ama bunların gelip hadsiz derece hadlerini aşarak, müçtehid-i a’zam, müceddid-i ekber, mühdî-i efham Hazret-i Bediüzzaman’ın hakikatlar semasına taş at­maya kalkışmasınlar, attıkları zaman işte böyle recm-i şeyâtîn gibi başlarına ateşli şehaplar inecektir.

Biz durup dururken, bu eşhasın dalaletli telâkkile­rine gelip bulaşmadık, bulaşmak da istemeyiz. Amma onlar, birkaç senedir belli mihrakların emirberleri gibi sistemli bir şekilde geldiler, Allah’ın yaktığı nuru, meş’aleyi söndürmeye ve Bediüzzaman’ın Kur’anî ve imanî hizmetini lekelendirmeye kalkıştılar. Gerçi bu dünyada, imtihan sırrıyla şeytanların gizli ifsat komi­telerinin işi budur. Fakat bu şahıs gibi Kur’an’dan, hakaik-ı İslâmiyeden bî-haber kimseleri öne sürüp ma­nen feda ve imha etmeleri yazık olmaktadır, günahtır.

Ve netice olarak: Hazret-i Muhammed Mustafa’nın (A.S.M.) yüzden fazla sahih hadislerinde ve bu hadis­leri pek çok mihenklerden, mana ve mefhum eleklerin­den geçiren İslâm muhakkik muhaddislerinin eserle­rinde kayıtlı olduğu gibi, Hazret-i Bediüzzaman’ın da, bütün o sahih hadislere ve ayrıca, dâhî, müfessir ula­mânın tahkikli tefsirlerine ve Kur’an’ın وانّ من اهل الكتاب الاّ ليؤمننّ به قبل موته ([90]) ayetinde kat’î bir tarzdaki işari ha­berine göre: “Ahirzamanda bütün ehl-i kitab, Hazret-i İsa’ya (A.S.) tâbi olup iman edecekler­dir.” hükmüne da­yanarak “Müslüman İsevî ruhanîleri” gibi tabirleri, ki ileriye ait olarak, kullanmasında hangi sakınca var?.. Bununla beraber, bu şahıs veya şahıslar, Hazret-i Üstad’ın kullandığı cümlenin bir kelimesini keserek sadece “İsevî”yi almışlar ve gayet câhilâne, hatta son derece bî-edebâne bir üslûp ile: “Müslüman Îsevîler ta­biri Kur’an’ın, sünnetin ve İslâmın varlığına aykırıdır.” diye tefevvüh etmişlerdir, ki hiçbir mana ve değer ta­şımıyor bu sözleri. Hazret-i Üstadü’l-enamın bu husus­taki ifade ve izahı şöyledir: “Hem âlem-i insa­niyette in­kâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikisini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir “Îsevî cemaati” namı altında ve “Müslüman ‘İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini Hazret-i İsa’nın (A.S.) riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; be­şeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.” ([91])

İşte ey, feraset, basiret ve dirayetini koruyan Müs­lümanlar! Siz Hazret-i Üstad’ın şu çok muğlak ve mu­ammalı bir din tılsımı olan meseleyi hal ve fasleden ifadesinde, Tekin Ahmet’in tahrif ve iftiralı şekilde id­dia ettiği gibi bir şey hissettiniz mi? Yani bu şahsın id­dia ettiği gibi, “Üstad hâlihazır Batı dünyasını ve Hristiyanlık âlemini kısmen imanlı kabul ediyor” diye bir şeyin kokusu bile olsun duydunuz mu?.. Hazret-i Üstad ileriye mâtuf, geleceğe ait Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzûlü ve göreceği vazife ile alâkadar muazzam hadi­selerden bahsetmiş ve büyük meseleyi çözmüş, ortaya koymuştur.

Tekin Ahmet, zırvalamalarının bir yerinde Hazret-i Üstad hakkında ne diyor biliyor musu­nuz, diyor ki: “Üstad’ın içine düştüğü açmazlar, içinden çıkılabilecek gibi değildir.”([92])

Hey bedbaht Tekin Ahmet! Hazret-i Bediüzzaman, senin ve hempâların gibi, düşüp dibine yuvarlandığınız tarzda, hiçbir açmaza düşmemiştir. O, Kur’an’ın, Resulullah’ın (A.S.M.) tevhid ve iman hakikatının ve nur-u Kur’an ve irşad-ı nübüvvetin içindedir ve orta­sındadır. Kur’an’a, Peygambere (A.S.M.) ve İslâm dini­nin hakikatına, feraset, irşat ve tahkikâtına muğâyir, zıt, aykırı bir yana sapmamış, tam aksine bir hidayet âbidesi olarak daima nur-ı iman, feyz-i Kur’an neşret­miş ve bütün müşkil meseleleri halletmiş ve ortaya koymuştur. Bütün bu dünya ve ilim âlemi bunu böyle kabul ediyor ve teslim ediyor. Sen ve hempâların kûşe-i harâbâtta ıslıklayadursunlar.

Ve yine Tekin Ahmet ve hempâlarının şahsen mahrum ve uzak oldukları Allah’ın bazı has kul­larına bahşeylediği vehbî ilim ve nuru, kendi şa­hıslarına kıyas ederek, inkâr ve uzaktan hükmeyleme gibi hamâkatlıca dil uzatmalarının ON DÖRDÜNCÜ ÖRNEĞİ:

Bediüzzaman Hazretlerinin gençliğinde mazhar ol­duğu harika bazı halleri birçok şahidin şehadetiyle sa­bittir. İçlerinde hilaf veya mübalağa yoktur. Bu harika haller, kuve-i hafıza, zekâ ve ilimde olduğu gibi: cesa­ret, kuvvet ve çeviklik gibi maddi vaziyetlerinde de gö­rülmüştür. Ve bunlar pek çok insanın gözleri önünde vaki olmuş ve müşahede edilmiştir.

Ama Tekin Ahmet’in ve hempâlarının şahısları iti­bariyle mahrum ve uzak bulundukları, Allah’ın has, bazı kullarına bahşeylediği harika zekâ, hafıza, vehbî ilim, feyiz ve nuru inkâr ederek yalan yanlış bilgilerle itirazlarını öne sürüyorlar.

Bay Tekin Ahmet Üstad’ı kast ederek şöyle demiş:

“Mütercim Asım Efendi’nin Kâmûs’unu “sin” har­fine kadar kısa sürede ezberlediği söylenmektedir. Bir sayfasında Kur’an’daki kelimelerin beş altı kadar ke­lime olan iki bin beş yüz sayfalık metnini kısa sürede ezberlediği söylenen Üstad, altı yüz sayfalık Kur’an’ı hafızlığa başlamasına rağmen ezberleyememiştir. Ha­fızlığa başlamış, bırakmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu, Üstad’ın kabiliyetleriyle ilgili anlatılanların ciddi­yetten uzak olduğunu göstermektedir.”([93])

Elcevap: Avrupa’da ve başka yerlerde, birisini öl­dürtmek, ya da hal ve vaziyeini takibe almak için üc­retle tutulan dedektifler misilli, bu adamın da bazı fe­sat odakları tarafından tutulmuş bir dedektife benziyen hali vardır. Lâkin gerçek dedektiflerin aldıkları ücret karşılığında yaptıkları, ya o adamı öldürmek, ya da onu takibe alarak hakikat-ı hali ortaya çıkarmak iken, bi­zim bu kiralık dedektifimiz ise, görevini yaparken hem iftira ile zabıt tutuyor, hem de cehil içinde yalanlarla rapor hazırlıyor. Evet, kat’î ve şahitli, ispatlı vukûa gelmiş, kayda geçmiş gerçek hadiseleri inkâr etmek için, başka bir hadisenin şeklini değiştirerek tahrif edip beriki hadisenin vukûunu örtbas etmek için delil göste­riyor ve ona göre yorumlarını ekliyor.

Evet, Bediüzzaman’ın Tillo’da meşhur “Hassa” kümbetinde “Kâmûs-ı Fîrûz-âbâdî”yi bâbü’s-Sîn’e kadar ezber ettiği, şimdiye kadar yazılmış bütün hayat tarih­çelerinde kayıtlıdır. Bu hadiseye Tillo halkı ve Siirt âlimleri şahit olmuştur. Hususiyle Bediüzzaman’ın kü­çük kardeşi Molla Muammed o günlerde ağabeyisine hizmet etmektedir ve kendisi ve Üstad’ın âlim talebele­rinden Müküslü Molla Hamza Efendi birlikte şahitlik etmek­tedir. Molla Hamza hadiseye bizzat şahit olduğu gibi, yazdığı tarihçe kitabında şöyle kaydetmiştir:

“…Siirt’e tâbi Tillo kasabasında “Hassa” kümbeti denilen türbeye kapandı. Orada ‘Kâmûs-ı Okyanus’u bâb-ı Sin’e kadar hıfzeyledi. Bir gün ne fikre mebni Kamûs’u hıfzeylediğini sordum. ‘Kâmûs, her bir kelime kaç ma­naya geldiğini yazıyor. Ben de, Kâmûs’ın aksine olarak her bir manaya kaç kelime müsta’mel olduğuna dâir bir kâmûsı yazmak merakına düştüm, bu heves üzerine hıfzeyledim. Fakat sonra Mısır’da bir cemiyet tarafın­dan öyle bir eser vücuda geldiğini haber aldım. Sa’yim heba oldu cevabında bulundu.

Kendi kendime düşündüm, teessüfle dedim ki: Reh­bersizlikten neler zâyi’ olup gidiyor. Öyle bir zekâ böyle bir uğurda sarfedilir mi?!”([94])

İşte, muharrif ve müfteri dedektif bay Tekin Ahmet, dedektifliğini doğru ve dürüst olarak yapmamış, iyi bir bilgi alıp sağlam bir rapor yazmamıştır. Belki çok halt etmiş ve cehaletler karıştırmıştır, şöyle ki:

Bay Tekin, bir kerre bu Kâmûs’ın asıl müellifi kim olduğunu da bilmiyor. Lâkin Türkçeye tercüme eden Âsım Efendi’nin ismini işitmiştir. Onun için cahillik yaparak: “Mütercim Âsım Efendi’nin Kâmûsı” diye kaydetmiş. “Kâmûs-ı Okyanus” kitabı Arabî metnini müellifi, Muhammed Mecdü’d-din Fîrûz-âbâdî’dir. Ve asl-ı Arabîsi bir cilttir. Seyyid Murtaza e’z-zebîdî onu yine Arapça olarak şerh etmiş. Daha sonralarda da Ki­lisli Âsım Efendi Türkçeye tercüme etmiştir. Bu şerh ve tercüme, dört ciltlik olanları beş bin sayfa kadar bü­yü­müş. İşte Hazret-i Üstad’ın bâbü’s-Sîn’e kadar hıf­zına aldığı bu beş bin sayfalık Türkçe tercümeli kitap değil, Arapça metinli bir ciltlik kitaptır.

ON BEŞ GÜNDE KUR’AN’I HIFZETMESİ

1919’da Üstad Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatını genişçe kaleme alıp aynı yıl içinde tab’ ettiren yeğeni Abdurrahman-ı Nursî bu mevzu’da şöyle diyor: “Kur’an’ı on beş gün zarfında hıfzına almaya başladığı, fakat hıfz için, çok acelelik içinde tekrarlanmasını Kur’an’a karşı bir hürmetsizlik saydığı için, o tarzdaki bir çalışmayı bıraktı.” diyor. Ama hıfzını yarıda bıraktı demiyor.

Üstad’ın kardeşi Molla Abdülmecid Efendi ise: “Bediüzzaman’ın on beş gün içinde Kur’an’ı ezber etti­ğini ve “Kâmûsu’l- Muhît”ten altmış satırlık bir sayfayı bir defa okumakla ezberine alırdı. Ve kısa bir müd­det zarfında Kur’an’ın hıfzıyla beraber, otuz Kur’an ka­dar çeşitli ilimlerin metinlerini de ezber etti”([95]) demek­te­dir.

Tekin Ahmet, kendi karanlık zâviyesinden bakarak ve kendi şahsıyla kıyaslayarak dâhî-yi a’zam olan Haz­ret-i Bediüzzaman’ın hayatıyla alakalı harikaları kat’i müşahedeye dayanarak yazan sadık şahitleri yalanlaya dursun ve fesat çıkaran menfi dedektifler tarzında ki­ralık vicdan kullanarak tahrifli saldırganlıklarına de­vam eylesin. Ve kendisi bu şahitli, ispatlı hakikaten vaki’ olmuş hadiselere hiç de inanmamaya devam ede­dursun. Onun yanında da, Bediüzzaman’ın ve talebele­rinin hiçbir yazılarında bulunmayan şu “O, hafızlığa çalıştı, yapamadı, bıraktı, gitti” iftirasını da cebinde saklasın. Hesap günü huzur-ı İlâhîde hesaba çekilecek­tir.

Hazret-i Üstad’ın kuvve-i hafızası, zekâsı husu­sunda harika bir şekilde tezahürlere şahit olanlar, sa­dece isimlerini yazdığımız zatlardan ibaret değildir. Meselâ, Siirtli Molla Fethullah Efendi’nin Bediüzzaman’ı zekâ testinden geçirdikten sonra hafıza­sının da derece­sini ölçmek için, “Makâmât-ı Harîriye’den bir sayfasını iki defa okumakla hıfzedebi­lir misiniz?” diyerek kitabı kendisine uzattığında, iki sayfalı bir yaprağını bir defa okumakla ezberlemiş. Ha­dise hocasının huzurunda ce­reyan ettiği için, hocası hayrette kalarak böyle zekâ ile hıfzın en yüksek dere­cesiyle birlikte bir insanda bu­lunması çok ender rastla­nan hadiselerdendir. Tarihte Bediüzzaman-ı Hemedânî’de de böyle olduğu söylenir” diyerek ona ilk olarak “Bediüzzaman” ünvanını lâyık görmüştür.

Bu kat’i hadise gibi, aynı günlerde Bediüzzaman Hazretleri, Şâfiî fıkıh usûlü hakkında “Cem’ü’l- Cevâmî” kitabının tamamını bir hafta zarfında ezberine alarak hocası Molla Fethullah Efendi’ye takdim etmiş, Molla Fethullah bunun üzerine kitabın kapağına Arapça قد جمع جمع الجوامع جميعه فى حفظه فى جمعة diye yazmıştır. Yani, “Cem’ü’l-Cevâmî” kitabının tamamını bir haftada hıfzına aldı.” Bu hadiseler ve daha sonra doksan kita­bın metinlerini ezberlediğini ve benzeri hadiselerin tamamı şeksiz ve mübalağasız vuku’ bulmuş olduğuna şahitler, deliller pek çoktur.

Evet, tarihte görülen bazı harika zekâ ve kuvve-i hafızalara sahip insanlar “dâhî” diye tavsif edilmiş. Meselâ, İbn-i Sînâ için, yüz dâhî derecesindedir denili­yor. Ve gerçekten de öyledir. İmâm-ı Şâfiî hakkında da, bu vasıflara sahip olduğu yazılıdır. İbn-i Teymiye’de de bunlar vardır diye yazılmış. Her ne ise…

Evet, Cenâb-ı Hazret-i Üstad ve onun muhakkik, müdakkik talebeleri mübalağalı hurafeli kelâm söyle­mezler ve olmamış, vuku’ bulmamış asılsız bir hadiseyi de, olmuşçasına işâaya çalışmazlar. Hazret-i Üstad’ın hayatıyla alakadar ne ki yazılmış, kaydedilmişse, mutlak ve mu­hakkak olarak vâki’ olmuş, en mübalağa­sız tarzıyla kaydedilmiştir. Ben ve biz Nur talebeleri bütün bun­lara tam bir kanaatla inanmaktayız. Varsın bizim Te­kin Ahmet, birâderleri olan birkaç Vahhâbîcik ile birlikte inanmasınlar, inanmaya da bilirler. Ama hiçbir hak ve görevleri olmadığı halde, gelip hâinâne tahriflerle ve kasdî iftiralarla saldırganlık yapmasınlar. Bizim onlara bu merhalede tavsiyemiz budur: Biz Ri­sâle-i Nur tale­beleri ve okuyucuları, ehl-i iman, Müs­lüman grup ve cemaatlarla elimizden geldiği kadar dostluk ve uhuvvet içinde olmak ve iç işlerine şununa bununa karışma­mak isteriz. Ve bu hâlimizi korumak için, onların bil­mezlikten gelen bir itirazları, kavrayamamazlıktan gelen bir tenkitleri olsa da, hoş görüp hilim ve kavl-i leyyin ile de karşılarız.

Lâkin şu Tekin Ahmet ve hempâlarının giriştikleri kasdi, yalanlı ve tahrifli iftira, çürütme ve gözden dü­şürmek için ağır ve çirkin gıybetleri ile gelip bizim yo­lumuzu kesmeye kalkışırlarsa, o durumda bizim onlara boyun eğecek halimiz olmaz. Gökten atılan şehaplar gibi onları işte böyle hakikat semasından, fezasından tard etmeye biiznillah gücümüz vardır.

VE NETİCEYE BAĞLARKEN

Şu Tekin Ahmet kendini bir müçtehit zannederek kafasına göre esassız ve mesnetsiz bir takım hükümler üretip öne sürmeye kitabında devam etmektedir. Kita­bının bizdeki kısmının son bölümü olan 65. sayfadan, 74. sayfaya kadar yaptığı sahtece içtihat pozisyonlu sözleri, büyük hataları din ve şeriat noktasından çok ise de, bunlar bizi fazla ilgilendirmemektedir. Ama 68. sayfasında tamamen kara tezatlıklar içine düşerek ki­tabının başından beri ısrarla iddia ettiğinin aksini yazmaktadır. Yani, bu şahsın zu’muna göre, Hristiyanlık dini diye bir şey yoktur. Bunlar komünist, putperest, kâfir ve müşrikleri gibidirler, bir farkları yoktur. Şimdi ise, burada bakın: “Bir kısım ehl-i kita­bın gerçek mü’min ve Allah’a ve kitaplarına inanan ve gerçek kulluk yapanlar”ın olduğunu söyleyerek bunu dile getiren birkaç ayet mealini de getirip koymuş. Ama yine de, kendi batıl içtihadı ile, bugünkü dünyada bunların varlıklarının zor bulunabileceğini, yani öylesi bir ruhani zümrenin mevcut olmadığını da eklemiş. Biz de cevap veririz ki, kendisinin bu tenakuzlu, zıt görüşü sadece onun şahsına mahsus olup hiç kimseyi bağla­madığını, İslâmın icma’lı bir kanaatı da olmadığını söylüyor ve hatırlatıyorum. Çünkü bugün Orta Asyada, Hindistan’da ve Afrika’nın bazı bölgelerinde samimi ruhaniler ve Hazret-i İsa’nın (A.S.) hâşâ, Allah’ın oğlu değil, Allah’ın resulü olduğunu kabul eden Hristiyanlar çoktur. Tekin Ahmet ise, bunu bilmiyor.

Yine bu şahsın kitabının 72. sayfası, son parag­ra­fında şunlar yazılı: “Ben Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi, bir ayağım merkezde İslâm ile bağlı, öteki ayağım, yetmiş iki milleti dolaşan, herkesle barışık bir Müslü­man Türküm… Ben lâik görünüşlü gayr-ı samimi lâik­çilere karşıyım…” Ve şuyum, buyum, oyum diye devam etmiş.

Tekin Ahmet’in buraya aldığım sözlerinden iki cümlesi bizi bir derece ilgilendiriyor. “Bir ayağım İslâm ile bağlı, öteki ayağım yetmiş iki milleti dolaşan her­kesle barışık bir Müslüman Türküm.” İşte bu sözler, içerdikleri mana ile iyi ve güzel. Ama “herkesle barışı­ğım” deyip de, hak ehli olan, gerçek dindar ve en sa­mimi insanlar olan Nur talelerinin okudukları ve hırz-ı can edip inandıkları kutsi Nur kitaplarına ve bunların Kur’an hadimi ve fedakâr, sadık hizmetkârı üstadlarına tahrif ve iftiralarla bulaşık, ey bay Tekin, attığın oklar seni bu sözünde tekzip etmektedir. Eğer sen, gerçekten ciddi bir Müslüman Türk ve herkesle barışık bir kişi olmuş olsaydın, bu gibi yakışıksız ve yalandan karalamalara tevessül etmezdin. Hem yine eğer bu dediklerinde samimi olmuş olsaydın, hakikatların çok uzağında ve pek gerisinde olduğun halde, indî ve hayalî hükümler çıkararak iftiralı, ya­lanlı gıybetler yapmak yerine, gelir Nur taebelerini bulur, ulemalarıyla oturup bütün meseleleri tartışarak neti­ceye bağlayabilirdin. Bizi de bugün böyle sert haşin ve kırıcı müdafaalara mecbur etmezdin.

Ey Tekin Ahmet! Senin şu gelecek cümlen, iman ve İslâm akîdesi noktasından hayli kritiktir. Çünki sen samimi lâikçiler arıyorsun. Kendini de bir lâikçi gös­termek istiyorsun. Oysaki senin hep karşı gibi olduğun Batı’dan gelmiş, onlara yakışır bir sisteme samimi bağlılık istemen, hep müdafaa edegeldiğin fikirlerine hiç de uygun düşmemektedir. Bir gerçek samimi Müs­lüman mecburiyet-i kat’iyye olmadan Batı’dan gelmiş hayat sistemi bir uygulamaya samimice iman eder bir tarzda bağlanamaz. Ama kanunî dayatmalarla, zor ile uygulanırsa, o zaman susar karışmaz. Bir Müslüman ancak kendi dininin her şeye kâfi gelen kanunlarına iman edip bağlanır. İslâm kanunları dururken lâikliği ona tercih edip benimsemek, Müslümana yaraşan bir şey değildir. Lâikliğin bir yanı iyi olsa, on yanı terstir, zarardır, he ne ise…

VE NETİCENİN NETİCESİ OLARAK BİRKAÇ KELAM

1. Biz Risâle-i Nur Taalebeleri Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin zâtî şahsiyetine, ehl-i Şîa ve bir kısım ehl-i tasavvuf gibi, bir kutsiyet, bir lâyuh­tîlik vererek bağlanmış bir kitle değiliz. Ve bu yüzden gayr-ı ilmî belgesiz ve hurâfeli haber ve kuruntulara inanan bir zümre de değiliz. Lâkin, o aziz Üstadü’l-enamın ve mürşid-i ümmetin küçüklüğünden ta vefa­tına kadar, mahzâ lûtf-ı İlâhî ile bazı harika hal ve va­ziyetlere mazhar olduğu ve bu mazhariyeti vesikasız dedikodularla değil, pek çok sadık şahitlerin (şahitlerin büyük bir kısmı ulemadandır) şehadetiyle sabit olmuş ve mübalağaların zerresi dahi karışmamış hakikatlar olarak kaydedilmişlerdir.

2. Bediüzzaman’ın yazdığı eserlerin mecmu’u iki sı­nıf ve iki çeşittirler. Bir sınıfı, 1908’lerden 1923’lere kadar yazdığı eserlerdir ki, “Eski Said” tabir ettiği gençlik zamanında telif edilen bu eserler, ekseriyet ile Müslü­manların içtimaî ve siyasî hallerine temas eden şeyler­dir. Müslümanların siyasî heyecanlara kapılıp yanlış ayak basnlarını engelleyen, istikamet tayin eden reh­berlerdir. Bu eski eserler içinde üç dört tanesi de akîde ve inanç hususunda mihenk gibi vazife gören eserler­dir.

Eserlerin ikinci sınıfı: “Yeni Said” diye tabir eylediği ve 1921’in ikinci yarısında başlayıp 1949 senesinde bi­tirdiği ve tamamına “Risâle-i Nurlar” dediği eserleridir. Ancak 1926’da başlayıp yirmi üç senede bitirdiği eser­ler asıl Risâle-i Nurlardır. 1922-1926 yılları arasında yazdığı eserlerin hemen hepsi Arapça olup bunlar da asıl Risâle-i Nur silsilesine bilâhare dahil edilmişlerdir. Risâle-i Nur silsilesine dahil olan bu eserler umumi­yetle imanın takviyesi, ihlas ile amel, Müslümanlar arasında kardeşliğin yerleştirilmesi; ve ayrıca da iman ve akîde etrafındaki şek, şüphe ve vesveseleri def etme vazifesi ve kalbî ve ruhî hissiyat ve manevi hastalıkla­rın tedavi ve teşfiyesi ve keza ahlak-ı hasenenin güzel­lik­lerini anlatma ve kazanılması gibi en mühim mev­zular hakkındadır. Risâle-i Nurlar adı altında bu eser­lerin tamamı yüz elli risaledir. Bu yüz elli risale içinde beş risale vardır ki, bunlar Kur’an’ın bazı ayetlerinden ve İmam-ı Ali’nin (R.A.) ve Gavs-ı A’zam Şeyh Abdülkâdir Geylânî’nin (K.S.) bazı kasidelerinden cifir ve ebced he­saplarıyla ve riyâzî tevafuklarla istihrac edilmiş gaybî bir takım işaretleri ihtiva ederler. Bütün bu eserler, şimdiye kadar yüzlerce ulemanın tedkikinden geçtiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti binden fazla mahkemeleri­nin bizzat tedkikatlarının ve ehl-i vukuf olarak seçmiş olduğu binlerce hocaların ve bil­hassa Diyânet İşleri Başkanlığı ehl-i vukuf alimlerinin teftiş nazarlarından da geçerek hakkaniyet ve doğrulu­ğunu ispat edip or­taya koymuştur. Hakikat noktasında ve ehl-i sünnetin icma’lı görüşünde, -bazı savcılar ve şu Tekin Ahmet gibi uzaktan bakıp hükmeden bir iki yo­baz Vehhâbîler ha­riç,- hiçbir ehl-i tahkik alim ve mari­fet ve hakikat er­babı zatlar, bu eserlerin içindeki hakikatlara ve içle­rindeki bazı ince manalara itiraz edememişler. Kur’an’a ve sünnete ve icma’a muhalif hiçbir nokta tesbit edememişlerdir. Ben (yani bu biçare Abdülkadir Badıllı) tam elli altı senedir bu eserleri de­vamlı okuyo­rum ve aynı zamanda İslâm dini masdar ve me’hazleri olan büyük ulemanın yazdığı tefsir, hadis, kelâm, fıkıh, mantık ve tasavvuf kitaplarından kütüp­hanemde mev­cut altı bin cilt kadar eserlerle de Nurları karşılaştırıp mukayeseler yapıyorum. Nurların hiçbir noktasında, hakikat müvacehesinde hiçbir hata, hiçbir muğayeret, hiçbir yanlış (tefsir ve yorum) bulamadım.

Yani: Demek istiyorum ki, Risâle-i Nur okuyucuları, gözleri kapalı, mantıkları çalışmaz, te’kid ve takviye işinde hep harice muhtaç ve yalnız bir muhabbet ve hüsn-i zan ipiyle bağlı kimseler değildir. Ama ihlaslı, samimi, hürmetkâr, imanları sağlam kimselerdir.

3. Nur Taleneleri, dâhî Üstadları Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nurlarda tahkiklice yazdığı ve İslâm şeriatının ışığı altında şerh eylediği üzere: Hristiyanlık([96]) âlemine ve diğer ehl-i kitaba bakış açı­mız şöyledir: Kur’an’da defalarca zikredilen ehl-i kitap olan Yahudi ve Nasârâ ve Sabiîlerin dinlerinin kök, asl ve menşe’ itibariyle birer peygambere ve vahye dayanır ve kitaplarda vahy-i semâviyedendir. Ama bu dinlerin üstünden uzun zaman dehirler geçtiği için, bazı kıssîs ve rahipler tarafından birçok tahriflere uğratılmışlar­dır. Bu yüzden o kitaplarda bir hayır, bir sağlamlık ve istikametli rehberlik eden bir hak dinin tarifi kalma­mıştır. Bu yüzden de zaten Allah tarafından bütün o eski kitapların asıllarında bulunmuş doğru hakikatları Kur’an’ın içinde dercedilerek eski kitapların hüküm ve şeriatları neshedilmiş ortadan kaldırılmış, Kur’an ve Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ve gerçek din olan İslâm zuhura gelmiş, getirilmiştir.

Nasârâ yani Hristiyanlık ve Yahudiliğin, tahrif ve neshe uğramış bugünkü mevcut haliyle de, İslâm şeri­atı olan fıkhı, onu ateistlerden, Allah’ı kökten inkâr eden, tanımayan müşrik ve putperestlerden farklı ve ayrı tutmuştur. İşte İslâm fukahasının ve müçtehitle­rinin Kur’an ve sünnetten istinbat ettikleri bu tesbitlerini aynıyla hak görüp kabul etmişizdir. İslâmın yolu da budur. Ama Tekin Ahmet’in başka şekilde, ama yalnız şahsî re’yi ile yaptığı gibi, ehl-i kitabı iki gruba ayırıp da, bir grubu gayr-ı mevcut sayarak diğerini ise müşriklerle bir seviyede tutan safsatacılardan olama­yız.

4. Ve biz Risâle-i Nur Talebeleri Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlığı aynı kefede ve aynı seviyede bir tutup da, onları da İslâm dini gibi hak olarak kabul etmedik, etmemişiz ve etmeyeceğiz de. Öylesi bir anlayış hiçbir zaman semtimize uğramadı.1450 sene evvel Peygambe­rimiz’in (A.S.M.) irsal buyurulmasıyla beraber, dün­yada hak din yalnız ve yalnız İslâm dini olmuştur. Di­ğer mensuh olmuş dinlerin kök ve asılları itibariyle semavî ve hak olmakla beraber, lâkin bugünkü halleri ile muharref ve mensuh dinlerdir. Mensuh ve muharref dinler olmakla berabe, o dinlerin hüküm ve teşri’î düs­turları batıl da olsa, ki öyledir, varlıklarını kabul ediyor ve onları müşrik ve minkirlerden ayrı tutarak farklı muamelelerde bulunuyoruz… Ve bugünkü mevcut ha­liyle İslâmiyete ve Müslümanlara en yakın olanlar Hritiyanların Îsevî ruhanîleridir diyoruz. Kur’an-ı Ke­rim de buna işaret eder.

5. Diyalog denilen muameleler, iyi bir niyetle, yani onlarla temas kurup buluşarak İslâm ahlâkını, İslâm dini hakikatlarını, İslâmın örf ve âdetlerinin güzellikle­rini, nezaketini, medeniyetini ve İslâmın içindeki ger­çek insanlığı, insanlara karşı şefkat ve merhametini, li­san-ı kâl, -eğer mümkünse- ve lisan-ı hâl ile tebliğ et­mek niyetiyle güzeldir, iyidir, destekleriz. Ama eğer başka niyet ve başka gayelerle olsa, makbul değil, doğru de­ğildir.

وصلّى الله على محمّد و على آله و صحبه و سلّم

Abdülkâdir BADILLI



بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ

BİR ZEYL

KADİR MISIROĞLU’NUN EĞRİ TERAZİSİ

Hülasalı bir fezleke: Kadir Mısıroğlunun, Bediüzzaman hakkında hakikate, yazılı kayıtlı gerçek metinlere ve Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat yazılı kendi ifadelerine dayanarak değil, hurefelere, uydur­masyon hayalî beyanlara isti­naden yazdığı ve aleme ilan ettiği eğri terazili iddiasına karşı şu ispatlı, senedli, tahkikli yazı­mızdaki birkaç temel esasları fezlekeli bir şe­kilde başta burada sıralamak istiyorum:

1- Bediüzzaman Hazretleri II. Meşrutiyetin ilanın­dan evvel, merhum Sultan II. Abdülhamid hakkında herhangi bir hakaretli yazıyı yazmamış, bir nutuk irad etmemiş, bir konferans vermemiştir.

2- Meşrutiyetin ilanından 1,5 ay kadar evvel sevk edildiği Emraz-ı Akliye Hastanesi Baştabibi ile yaptığı muhaveresinden ve daha sonra alındığı nezarethanede Zaptiye Nazırı ile yaptığı karşılıklı münakaşalı konuş­masından başka II. Meşrutiyetin ilanından evvel hiçbir konuşması varid olmuş değildir.

3- Bediüzzaman Hazretlerinin konferansları, nu­tukları, gazetelerde yayınlanan yazıları, ancak II. Meş­rutiyetin ilanından sonra vaki olmuştur.

4- Üstad Bediüzzamanın II.Meşrutiyetten evvel tı­marhaneye sevki; K. Mısıroğlu’nun iddiası ki, güya: “Zeynep Kamil Kona­ğında verdiği konferansta Sultan Hamid hakkında ileri-geri konuştuktan sonra olmuş.. Ve sonra gelip Pa­dişahla görüşmek talebinde bulun­muş, fakat ısrarlara rağmen belindeki hançerini çıkar­madığı için, bu gö­rüşme vaki olmamıştır” diye olan hu­rafeli uydurmas­yon sözlerin hiçbir hakikati asliyeti yoktur.

5- Bediüzzamanın tımarhaneye sevk hadisesi, mabeyndeki beceriksiz ve içlerinde mason tinetli bazı paşaların tertipleriyle olmuştur. Bu da padişahla gö­rüşme talebinin -yine o beceriksiz paşaların engelle­meleri yüzünden- inkıta’a uğraması neticesinde; maksad ve gayesini dile getiren bir dilekçeyi mabeyne- bıraktıktan sonra, Fatih Maltada bulunan Şekerci Ha­nındaki odasının kapısına astığı garip levha ve ilim âlemini lerzeye getiren acib ilan üzerine; vicdansız bir­kaç doktor ayarlanarak alı­nan rapor üzerine vaki ol­muştur.

6- Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan Abdülhamid’in ve paşalarının icraatları hakkında ve müsbete çağıran ve menfi olarak ne demiş, ne yazmış, ne konuşmuşsa, bila-istisna hepsi ve tamamı mahfuz­dur, yazılıdır, kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla onun bu merhaledeki hayatı şunun bunun hurafeli, efsaneli, uy­durmasyon lakırdılarına ihtiyacı kalmamıştır. Ayan beyandır.

7- Bediüzzaman Hazretleri II. Meşrutiyet dönemi ve 1.Cihan Harbine ve sonrasına kadar hayatında yazdığı ve söylediği hiçbir yazı ve sözlerinden pişman olmuş değildir. Çünkü adı geçen o makale ve kitaplarını 1950’den sonra da yeniden ele almış, neşrettirmiştir. Zira onların tamamı tarihi gerçeklerdir. O günlerin ce­reyan eden olaylarının en berrak aynaları ve müstakim kıstaslarıdır.

8- K.Mısıroğlunun, ilimden, tarihten yoksun te’ville-riyle ve aşağılayıcı fasid yorumlarıyla ileri sür­düğü gibi; Sultan M.Reşad tarafından Van’da kurul­ması düşünü­len Medrset-üz Zehra Üniversitesinin inşaasına tahsis edilen 19 bin altından bin altını resmî devlet tahsisi ol­duğu için, Bediüzzamanın cebine değil, Van Valiliğinin emrine verilmiştir. Ve bu bin altınla Van Artemit mevkiinde kurulmasına karar verilmiş olan Medreset-üz Zehra Üniversitesinin temeline har­canmıştır.

9- Bediüzzaman Hazretleri Van Valiliğine tevdi’ edilen bin altın lira paradan tek bir kuruşunu dahi şahsına sarf etmemiştir. Mısıroğlu o iftiralı, yakışıksız isnadı, ne için Bediüzzamana izafe ettiği bilinememek­tedir.

10- Bediüzzaman Hazretleri sekerat halinde iken Urfa’ya doğru yaptığı vefat rıhleti seferinde hiçbir yere uğrayıp durmadan 25 saat süren Isparta–Urfa yolcu­luğu şöyle cereyan etmiş ve gerçekleşmiştir:

18 Mart 1960 Cuma günü Ramazan-ı şerifin’de 20. gününde Isparta’dan Emirdağ’ına gitmiştir. Burada Hazret-i Üstad çok hasta, o akşam orada kalıyor, sa­bahleyin Emirdağlı talebeleriyle vedalaşıyor (19.Mart 1960 cumartesi) ve Isparta’ya hareket ediyor. O akşam Ramazanın 21. gecesi, Isparta’da geçireceği son gecesi. O gece defalarca: “Hazırlanın yarın Urfa’ya gideceğiz” diyor. Sabahleyin (20 Mart 1960 Pazar günü) sabah 09’da Isparta’dan, Urfa’ya hareket ediliyor. Hiçbir yerde durmaksızın 21 Mart 1960 pazartesi günü saat 10.00 da (Ramazan-ı Şerifin 23. günü) Urfa’ya ulaşılı­yor. Buna göre, Ankara’ya uğradı, Sultan Abdülhamid’in kız torunundan dedesi namına helallık diledi gibi bir hareketin aslı-faslı olmadığı ortada.

Şu on adet maddeli fezlekelerin ispatları yazımızın içinde gelecektir inşallah.

İŞTE KADİR MISIROĞLUNUN EĞRİ TERAZİSİ([97])

1- Kadir Mısıroğlu -bilindiği üzere- yazdığı kitapla­rın da bir Osmanlı milliyetçisi, özellikle merhum Sul­tan Hamidci gözükmektedir. Onun bu vasıf ve hali bir noktadan takdire şayandır. “Bir mazlum Padişah Sul­tan II. Abdülhamid” isimli bir kitabı çıkmış. Bu kitap tahmin ediyorum Sultan Abdülhamid Hazretleri­nin şahsiyet ve icraatının haklılığını anlatmaktadır. Kita­bın mantık, sağlam sened ve dürüst bilgilerin te­razi ve süzgecinden geçirilip geçirilmediğini ben şahsen bak­madığım için bilmiyorum. Fakat bu kitabın baş ta­rafla­rında 22 ve 23. sayfalarının haşiyelerinde dercedilmiş olan son derece fahiş hatalı ve gerçekle asla alâkası ol­mayan -iki şahıstan aktarıldığını söylediği- iki yalanlı rivayet var. Bu iki yalan rivayet Bediüzzaman Hazretlerinin şahsi­yet ve fikriyatıyla alâkadar olup aşağılayıcı nitelikte­dir.

Biz bu rivayet ve rivayetçilerin tahliline geçmeden evvel, şu gerçeği yada getirmek isteriz ki; Merhum Sul­tan II. Abdülhamid Han Hazretleri Osmanlı ülkesinin şefkatli ve dindar padişahı olduğu gibi; İslam âleminin de dini halifesi ve bayrağı idi. İs­lam âlemi Osmanlı pa­dişahlarına hep bu nazarla bakmışlardır. Lakin bu­nunla beraber, Sultan Abdülhamid ve icraat kabinesi 12 paşaların hiçbir ha­taları, siyasî ve idarî hiçbir yan­lışları yoktu, tamamen masum ve bigünah idiler denil­mez ve denilmemelidir. Eğer kendisinin ve icraatcı paşala­rının mutlak masu­miyetleri iddia ve müdafaa edilirse, bir kuru taassup­tan başka olmaz. Tarihin müspet ve menfiliklerini bir­likte nazara alan ve mütalaa edenler bilirler ki; Mer­hum Sultan Abdülhamidin son 10 yılı ic­raatında vukua gelmiş hadiseler ve ekserisi mason olan paşalarının el­leriyle işlenen cinayetler ve birçok fikir ve düşünce adamlarının onların elleriyle menfalara sü­rülmeleri ve bir kısmı da Avrupa ve diğer memleketlere firar edip kaçmaları olmuştur. İşte bu gibi icraata karşı çıkıp iti­raz edenlerin tümünün haksız ve hiçten bir iti­raz de­ğildi herhalde.

Evet, Merhum -cennet mekân- Sultan Abdülhamid Han Hazretleri, mübarek şahsiyeti itibariyle şefkatli, merhametli ve hayırhah bir padişah idi. Lakin Hazret-i Osman bin Affan (R.A.) ki halife-i Resulullah idi. Ama icraatında ve siyasî işlerinde Mervan bin el Hakem gibi kimselere iş ve vazife verdiği için, bazı yanlışlıkları meydana geldiği gibi, Sultan Abdülhamidin de icraat kabinesi 12 paşalarının elleriyle bazı hatalar meydana geldi. Neticede Sultan Abdülhamid Han da II. Meşruti­yeti uygun buldu ve kabul etti. İsteseydi kabul etmeye­bilirdi. Yani karşı koyarak elindeki kuvvetle muhalifle­rini kanlı bir şekilde bastırabilirdi. Fakat o şefkatli pa­dişah onu yapmadı. Kan dökülmeden kabul etti. Buna göre, II. Meşrutiyetin ilanından evvel, hürriyet ve meş­rutiyeti isteme yolunda Sultan Hamidin icraatını eleş­tirenlerin çoğu taşrada idiler. Bu eleştiricilerin içinde pek mühim şahsiyetler ve büyük fikir adamları da bu­lunuyordu. Ama İstanbul’da ve Anadolu’da, aleyhte konferans ve miting gibi şeylerin yapılması kesinlikle mümkün değildi. Konferanslar, mitingler ve gazete ya­zıları ancak 24 Temmuz 1908 de II. Meşrutiyetin ila­nından sonra içerde de baş gösterdi. Her ne ise…

MEVZUYA GİRİYORUZ

Kadir Mısıroğlu, adı geçen kitabında bu iki şahsın -ki, bu şahıslar hayatta değiller ve bu sözde ve delilsiz nakil ve rivayetlerini- hiçbir yerde kaydetmemişler ve anlatmamışlardır. İşte Mısıroğlu güya bunları esas ala­rak; Bediüzzamanın Meşrutiyet dönemindeki haya­tıyla il­gili pek çok şahsiyetlerin ifadelerini ve o gün­lerde kay­dedilmiş yazılı belge ve beyanlarını bir çır­pıda hiçe saymak girişiminde bulunarak, aslı-faslı ol­mayan bir şeyler karalamıştır. Bu makamda bir ha­dis-i şerif hatı­rıma geldi mealen; “Kişinin günaha gir­mesine yol aç­masına her işittiğini alıp nakletmesi ona yeterlidir.”

Mısıroğlunun yazdıklarını dayandırdığı kişi­lerden birisi Prof. Dr. Osman Turan; ikincisi Celaleddin Ökten hocadır. Bu iki şahsın ki, (eğer gerçekten anlatmışlarsa) Mısıroğluna anlattıkla­rının aslı-faslı olmadığını belge­lerle ispatını ya­pacağım.

Önce Celalettin Ökten:

K. Mısıroğlunun, bu zattan bizzat dinledim diye kay­det­tiği ve kendisinden başka şahidi olmayan ifade­sinin özeti iki-üç bölümlüdür.

Birinci Bö­lümü: “II. Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said Nursî merhum, o zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II. Abdülhamidin hakkında ileri geri söz­ler söylemiş. Güya demiş ki: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım…” demiş.

İkinci Bölümü: “Bediüzzamanın -sözde ve Mısıroğlunun batıl yorumlarına göre- bu ve ben­zeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş.”

Üçüncü Bölümü: Yine fasid yorumlarına göre: “Bundan sonra Mabeyne gelmiş, Padişahla gö­rüşmek istemişse de, belindeki hançerini -ısrar­lara rağmen- çı­karmadığı için görüşme vaki’ olamamıştır.”

Celalettin Ökten Hocadan sözde nakledilen rivaye­tin diğer bölümlerine sonra bakmak üzere, şimdi bura­daki şu rivayetin kesinlikle uydurmasyon olduğunu hem Bediüzzamanın ifadeleriyle, hem de hadisenin içinde bulunarak yaşamış zatların beyanlarıyla ispatlı­dır. Amma önce, Mısıroğlunun sağlam sened dediği Celalettin Ökten isimli zat, muhterem bir zât olup İmam Hatiplerin okullarının yaygınlaşmasına emeği geçenlerdendir. Kendisi 1961 yılında vefat etmiştir. Yani elli sene önce vefat etmiş. Bizim kısa bir araş­tırma sonucu elde ettiğimiz bilgiye göre, gerek en yakın aile çevresinden ve gerek manevi olarak ken­disini en yakın tanıyanlardan hiçbir kimse, böyle bir söz duy­mamışlar ve nakletmemişlerdir.

Prof. Dr. Os­man Turan ise, Sultan Abdülhamidin kız torunuyla evli olduğu için, Sultan Hamidcilik na­mına bir şeyler dese de mazurdur.

Geliyoruz ispatlı cevaba:

1- “Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said-i Nursi” diye söylenmiş?..

Bir şeyin arefesi -malum olduğu üzere- hemen az evvelisi demektir. Oysaki Bediüzzaman Hazretleri İs­tanbul’a meşrutiyetten 6–7 ay önce gelmiştir ki Medreset-üz Zehra üniversitesini kurmak gaye ve niye­tiyle doğrudan padişah II. Abdülhamidle görüşerek, bu muazzam mesele hususundaki niyetini arz etsin. Tâ ki, padişah bu hususta mutasavver üniversitenin kıymet ve yararlığını dinlesinde, onun maddi finansmanını ta­ahhüt eylesin. İşte bu niyetle Bediüzzaman Hazretleri memleketten İstanbul seferine çıkmadan evvel, eski Van valisi, o günün Bitlis valisi olan İşkodralı Tahir Paşanın tavsiyelerini de almak üzere yanına uğramış. Paşa da Sultana hitaben Bediüzzamanın yüksek mezi­yetlerini anlatan bir mektup yazarak, Bediüzzamana vermiştir. Mektup 3 Teşrin-i Sani 1323 tarihlidir.([98]) Bu tarih, miladi karşılığı 16 Kasım 1907’ dir. Aynı ta­rihte yola çıkmışsa, herhalde, en erken Aralık ayı ba­şında İs­tanbul’a ulaşmış olmalıdır. Demek ki o, meşru­tiyetten 7,5 ay evvel gelmiş demektir. Yani meşrutiye­tin arefesi diye bir şey söz konusu değildir.

2- “…O zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II.Hamid hakkında ileri-geri sözler söylemiş: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal edi­yor, çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım” de­miş.”

Bu ifadeler, serapa hayal mahsulü uydurmasyon şeylerdir. Çünkü evvela II. Meşrutiyetin ilanından ev­vel konferans, miting ve gazetede aleyhte yazı yazmak -taşralarda ve Avrupada mümkün iken-İstanbul’da ke­sinlikle imkân dışı idi. Bu yüzden Bediüzzamanın gaye ve hedefi haricinde olan öylesi bir konferansa, İstan­bul’a gelir gelmez girişmesi asla ne vaki olmuş ne de imkân elvermiştir.

Evet, bütün tarihi bilgiler ve belgeler diyorlar ki: Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a gelir, gelmez iki ay müddetle Sultan Abdülhamidin paşalarından şuray-ı devlet üyesi doğu kökenli Ahmet Muhtar Paşanın evinde kalmıştır. Bu müddet zarfında gaye ve hedefi olan Sultan Abdülhamidle görüşerek İstanbul’a geliş gayesini ona arzetmek ve böylece hedefine ulaşmak ça­bası içinde olmuştur. Fakat ne yaptıysa, padişahın et­rafını sarmış olan mabeyndeki paşaların engelini aşa­madı. Paşalar -o gün ki deyimle hamal kıyafetli- had­dini aşan birisinin öylesi büyük işlerle meşgul olmasını uzak gördüler. Bediüzzamanla bu mabeyin paşaların arasında şiddetli münakaşalar oldu. Bir kaç gün son­rada, Şişli’de Vanlı zengin bir adamın evinde aynı pa­şalarla aynı mevzu’ ile alakalı ikinci bir münakaşa oldu. Fakat netice değişmedi. Ve artık Padişahla gö­rüşme ümidi kesildi.

Bunun üzerine Bediüzzaman İstanbul’a geliş gaye­sini dile getiren bir dilekçeyi Padişaha arz edilmek üzere yazdırıp Mabeyn-i Hümayuna tevdi’ eyledi. Bu dilekçenin metni bilahere bazı gazetelerde yayınladığı gibi, Asar-ı Bediiye kitabı sh.464 ‘te de kayıtlıdır.

İşte yazdığımız bütün bu tarihi bilgiler hem Bediüzzamanın kendi ifadeleriyle hem diğer tarihçile­rin beyanlarıyla sabittir. İsterseniz buyurun Latince baskılı Asar-ı Bediiyedeki Üstadın ifadeleri için bakı­nız: 402.431.464.486 Ve Mufassal Tarihçe-i Hayatta Üstadın ifadesi; 1. cilt, sh.179

Diğer bilgiler için, Mufassal Tarihçe-i Hayat A.Kadir Badıllı 2. Baskı; 1. cilt, sh 170,171,172,177,178,180 ve dahası..

Ve yine Celalettin Öktene isnad ettiği -sözde- riva­yetini bir nass kabul edip şahsi kin ve garazıyla yoğu­rarak nakleden K.Mısıroğlu adındaki şahıs adı geçen uydurmasyon naklin üçüncü bölü­münü şöyle kaydet­miş:

3- “…Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, Çıksın oradan. Orayı ben mektep yapaca­ğım.. Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarha­neye sevkedilmiş…”

Cevap: Bediüzzaman Hazretlerinin üslüp ve tar­zıyla uzaktan yakından alâkası görülmeyen bu batıl ve şahsi kinlerle alude lakırdıların hakikat zemininde hiçbir değeri ve gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı az üstte ispatı yapılmış olmasıyla beraber, tımarhaneye gönde­rilmesinin şekil ve sebepleri üzerinde az duralım.

Ama önce, Bediüzzaman Hazretlerinin merhum Sultan II.Hamidin hakkında, hele onun zat-ı şahsiyeti hakkında hiçbir zaman ne ileri, ne de geri konuşmuş­tur. Hele II. Meşrutiyetin ilanından önce hiçbir şey konuşmamıştır. Bediüzzamanın bütün nutukları, kon­feransları ve makaleleri ancak II. Meşrutiyetin ilanın­dan sonra olmuştur. Ve bütün bunlar tarihli, rakamlı­dır. Ve hepsi de zabtetdilmiş, kaydedilmişlerdir. 7 adet konferanslardaki nutukları ve 21 adet yazı ve makale­leri Asar-ı Bediiye kitabında neşredilmiştir. Bu nutuk ve makalelerin ve Divan-ı Harb-i Örfi ve Said-i Kürdî eserinin hiç birisinde merhum Sultan II. Abdülhamid Hanın zat-ı şahsiyetine karşı (diğer bazı zatların hü­cumları tarzında) hakaret içeren hiçbir nokta yoktur. Ama nasihatları vardır, irşadkâr çıkış yolları göster­meleri vardır. Öbür yanda mabeyn paşalarının elle­riyle yapılmış olan hatalı, eğri icraatlarını tenkit etme de vardır. Hz. Üstad az üstte nitelik ve sayılarını ver­diğimiz mezkür nutuk ve makalelerinde hiçbir tanesi için pişmanlık duyma diye bir şey söz konusu değildir ve öyle bir şey olmamıştır. Çünkü bunların tamamını 1950 den sonra, ufak- tefek bazı rötüşlerle yeniden neşrettirmişlerdir.

Buna göre, Bediüzzamanın müsbet-menfi bütün dedikleri mezkür nutuk ve makalelerin içindedir. Bunların dışında olan –kimden olursa olsun– aykırı nakil ve rivayetler laf u güzaftan ibaret olup hiçbir değer taşımamaktadır ve itibarsızdırlar.

İşte haricî laf u güzafların aykırı çirkin örneğini gözler önüne sermek üzere, ri­vayeti ele alıyoruz.. Ba­kınız, rivayet diyor ki: -sözde- Bediüzzaman demiş: “Sultan tek başına bir sarayı işğal ediyor. Çıksın oradan .Orayı ben mektep yapaca­ğım…” Acaba Hz. Bediüzzaman bunu böyle mi demiş? Aslı nasıldır.?. Ne zaman demiştir?..

Hemen kaydedelim ki, Hz. Üstadın padişaha karşı gazetede yayınlanan nasihati, II. Meşrutiyetin ilanın­dan epey zaman sonra, padişah henüz tahtından in­memişken, 23 Mart 1909’da gazetelerde yayınlanan “Dağ meyvesi acı da olsa deva’dır” makalesinin “Hila­fete dair bir rü’yadır” bölümünde yer almıştır. Ve asıl metni de şöyledir:

“Alem-ı menamda padişahı gördüm. Dedim: “Zekat-ül ömrü Ömer-i sani([99]) mesleğinde sarfet! Tâ ki meşrutiyet riyasetine lazım ve biatın ma­nası olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın.

Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, sizde ol zaman ehlini taklid edebiliyor musu­nuz?.. Birde sizde onlardaki kuvvet-i İslamiyet ve safvet ve ahlak!..

Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkar-ı umumi ve tekmil-i mebadi ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla ; hem o noktaları is­tihsal, hem de netice-i matlup olan terakkiyi in­taç ede biliyoruz. Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu ispat eder.

O dedi nasıl yapacağım?…

Dedim: İstibdad kalb-i memalik olan İstan­bul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti gös­ter.. Pür-şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul etti­ğin gibi, menfur olmuş yıldızı mahbub-u kulub etmek için, eski zebaniler yerine (Padişah adına zulüm ve istaibdad yapan yıldızdaki paşalar muraddır. -A. Kadir Badıllı-) melaike-i rahmet gibi muhakki­kin-i ulemayı doldurmak ve yıldızı Dar-ül fünun gibi yapmak ve ulum-u islamiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı islamiyeyi ve hilafeti mevki-i hakiki­sine isad etmekle, yıldızı Süreyya kadar i’la et ! Ta ki hanedan-ı Osmanî ol burc-u hilafette pertav- nisar-ı adalet olabilsin… Mademki imam­sın …] (Mufassal Tarihçe 1, cilt sh. 218)

İşte Bediüzzamanın dedikleri bunlar. Asıl metni de bu…

Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan Abdülhamidin bir kısım paşaları eliyle icra edilen is­tibdadı şiddetle tenkit ettiği gibi, Onun padişahlık ve halifeliğinin korunması, devamı için elinden ne gel­miş, dili ne kadar dönmüşse söylemiştir. İşte örnekleri:

1. Örnek: 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ila­nının üçüncü gününde İstanbul’da tertiplenen nümayiş mitinginde nutuk şeklinde okuduğu ve bir hafta sonra da Selanik’te aynısı irad edilen “Hürriyete Hitap” nut­kunda, zulüm ve istibdadı tenkid, hürriyet ve meş­ruti­yeti istihsan edici beyanlarından sonra, aynı hita­benin sonunda: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fik­rinde olan Halife-i peygamber!…” diyerek Sultan Abdülhamidi tezkiye ve vikaye eyler. (Bu nutuk bilahere Misbah gazetesi 19 Eylül 1324 ve 26 Eylül 1324 de (Yani Ekim 1908 de) neşredildi. İki sene sonra da, kütüphane-i içtihad sahibi Ahmed Ramiz ta­rafın­dan bu nutukla beraber Üstadın sair nutukları bir ki­tap şeklinde ve “Nutuk” ismi altında yayınlandı. Yoksa Mısıroğlunun dediği gibi, aynı günlerde bastırı­lıp halka dağıtılmış değildir.

2. Örnek: Adı geçen nutuklardan altıncısında: “Mahasıl efendimiz (Yani Padişah Abdülhamid Han) o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağış­ladı. Siz de (Yani doğudaki aşiret ağaları) o eski ve köhnelenmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!” demek suretiyle, Sultan Abdülhamidin büyük meziyetini dile getirmiştir.

3. Örnek: 31 Mart hadisesinden sonra, İstanbulda üç noktada kurulan Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemele­rinin bir nolusunda, Bediüzzamanın merdane müdafa­alarının cinayetler bölümünün “yarı cinayet” diye ni­telendirdiği kısımda şöyle demektedir. “… Daire-i İslamın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sultan-ı sa­bık([100]) kabul-u nasihata istihkak kesbetmiş zan­nıyla; ve aslah tarik musalahadır” mülahaza­sıyla; şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde’ ve tohum olan suret-ı garazı daha ahsen suretle düşündüğümden, sultan-ı sabıka ceride lisanıyla söyledim ki: “Münhasıf yıldızı Dar-ül fünun et, tâ Süreyya kadar i’la olsun.. Ve oraya seyyahlar ve eski zebaniler yerine, melaike-i rahmet yerleştir, tâ cennet gibi olsun.. Ve yıldızdaki milletin serve­tini, milletin baş hastalığı olan cehaleti için mil­lete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et!.. Zira senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra ahireti düşün­mek lazım.Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk et. Zekat-ül ömrü, Ömer-i Sani yolunda sarfeyle!..

…Ben ki bir gedayım padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.” (Asar-ı Bediiye sh. 415)

İşte şeksiz belgelerle görüldüğü üzere, Bediüzzzaman Hazretlerinin asıl metin ifadelerinde merhum Sultan Abdülhamid Han hakkında, (uydur­masyon rivayetin ve onun nakilinin iddiaları gibi) hiç bir şahsi hakaret ve aşağılama yoktur. Bilakis onun halifelik ünvanını mukaddes sayarak hıfz ve devamını istemiştir. Nite­kim Üstadın Divan-ı Harb-i Örfi müdafaatının bir başka bölümünde 31 Mart olayının çıkmasının sebep­lerinden birisinin: “Sultan-ı maz­lumu sükut-u müsammemden kurtarmaktı.” Yani: Padişah Abdülhamidi sağırca susturmaktan kurtar­maktı. (Asar-ı Bediiye sh.418)

Aynı müdafaatının başka bir yerinde : “…İstibdatlar sultan-ı mahlu’a isnad edildiği halde, onun zaptiye nazırı ile bana verdiği maaş ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükutu kabul etmedim. Aklım feda ettim, hürriyetimi terk et­medim. O şefkatli sultana boyun eğmedim …” (Asar-ı Bediiye sh.414)

İşte bu yazılı metinlerdeki ifade ve beyanların ışı­ğında ve Bediüzzamanın kardeşi Molla Abdülmecidin kendi eliyle hatıra defterinde yazdığına ve yeğeni Abdurrahmanın yazdığı tarihçeye istinaden, katiyetle hükümederiz ki; meşrutiyetten evvel ve sonraki 1. Devre İstanbul hayat merhalesi şöyle cereyan etmiş­tir: ( çok kısaca)

1907 Aralık başlarında, Van’da kurmak istediği Medreset-üz Zehra Üniversitesini kurma ve te’sis mas­raflarını ve maddi finansmanını Padişahtan talep etme tasavvuruyla İstanbul’a geldi. Her şeyden evvel Padişahla görüşme yollarını aradı. 2.5 ay kadar onunla meşgul oldu. Ne ettiyse mabeyndeki bazı mason paşa­ların engelini aşamadı. Nihayet, İstanbul’a geliş se­beplerini ve gayesinin mahiyet ve hedefini anlatan bir dilekçe yazdırarak mabeyne bıraktı. Sonra, Fatih sem­tinde bulunan Şekerci Hanında bir oda bularak, oda­nın kapısına son derece acaib ve garip olan şöyle bir levha astı: “Burada her suale cevap verilir, her müşkil hallaedilir. Ama hiç kimseye sual sorul­maz.” Bu fevkalade acib ve garip ilan üzerine iki ayda mütemadiyen her sınıf ilim erbabından grup-grup insanlar geldiler, sualler tevcih eylediler. Herkesin su­allerinin tam ve doğru olarak verilip, memnun ve mutmain ayrılıyorlardı. Tabii haliyle, bu hadise yıldı­rım hızıyla İstanbul’a yayıldı. Bu vaziyet hiç şüphesiz ki Bediüzzamanı kale almıyan mabeyn paşalarına bü­yük tedirginlik verdi.. Bediüzzamandan kurtulmak yollarını aradılar. Sonunda, böyle her şeyi bilen bir kişi deli olmalıdır diyerek, Ermeni ve Rum ağırlıklı birkaç doktordan sahte bir rapor hazırlatılmasını sağladılar. O rapora dayanarak Bediüzzamanı Toptaşı Akıl Hastanesine sevk ettiler. Ama “yalancının, sahte­karın mumu yatsıya kadar yanar” darb-ı meseli tar­zında, oyunları tutmadı, Yalan ve sahtekarlıkları mey­dana çıktı.. Çünkü birkaç gün sonra hastanenin Baş­tabibi bizzat Bediüzzamanı konuşturarak muayene etti. Ve sonunda şöyle bir rapor yazıp mabeyin paşala­rına gönderdi. Dedi ki: “Eğer Bediüzzamanda zerre kadar cünunluk varsa, dünyada hiçbir akıllı in­san yoktur.”

Baştabibin bu raporu üzerine mabeyine telaşa düştü. Hemen çar-çabuk Bediüzzazmanı oradan alıp, getirip nezarethaneye koydular. Burada Hazret-i Üsta­dın ne kadar kaldığı kesin olarak belli olmamakla be­raber, bir ay kadar kaldığı tahmin edilmektedir. Neza­rethanede iken, Zaptiye Nazırı Şefik Paşayı Üstada gönderdiler.

Şefik Paşa: “Padişah sana selam söylemiş. Şu 30 altunu ihsan-ı şahane olarak, her ayda da 10 altun maaş bağlamış. İleride bu maaşı yirmi-otuz altun yapacakmış” şeklinde Bediüzzamana teklif ge­tirmiş.

Bediüzzaman ise: “Ben maaş dilencisi değilim. 1000 lira da olsa kabul edemem” diyerek teklifi red etmiştir.

Hz. Üstadın gerek tımarhane Baştabibiyle yaptığı muhaverenin, gerekse nezarethanede iken, yanına ge­len şefik paşa ile karşılıklı konuşmalarının onun kendi ifadesi ile olan uzun metinleri, “İki Mekteb-i Musibe­tin Şehadetnamesi” eserinde o zamanlar yayınlanmış olduğu gibi, şimdi ise, Latince baskılı Asar-i Bediiye ki­tabı 426-432 sahifelerinde mevcuttur.

Demek ki; Mısıroğlunun iddialarında: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım.” Bu ve benzeri söz­leri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş…” ve yine iddiacının zımnen buğuzlu yorumuna göre: “Tı­marhaneden çıktıktan sonra gelmiş, padişahla görüş­mek istemiş.. fakat belindeki hançerini çıkarmaktan vazgeçmediği için, bu görüşme gerçekleşememiştir.” İlh… gibi, miş, muşların kaç paralık değerde olduğu herhalde anlaşılmıştır.

Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin o günleri, Tımar­hane, nezarethane derken, İkinci Meşrutiyet ilanı gelip çatmış, Bediüzzamanda artık serbest… Hazret-i Üsta­dın, meşrutiyet ilanından sonraki hayatı, ileride bu­rada yazılmayan uydurmasyon iddiaların cevabında gerekirse yazılacaktır. Aslında Müfassal Tarihçe-i Ha­yat eserimizde, onun bu döneme ait hayatı tafsilen ve belgelerle yazılmıştır, görülebilir.

Bu şahsın şu gelen saygısız, anlayışsız, bilgisiz ve terbiye dışı, ama iftiralı ve kazf-ı muhsanatlı sözle­rini de kaydedip bir-iki cümle ile cevabını yazdıktan sonra, Celaleddin Ökten’e isnad edilen iddialarının son bölü­müne geleceğiz.

İşte bakınız, bütün tarihçiler, o günlerde Bediüzzamanı yakından tanıyan ve gören insanlar, onun küçük kardeşi Molla Abdülmecid Efendi ve onun o devreye ait hayatını yazan yeğeni Abdurrahman-ı Nursi, Eşref Edip Fergan gibi zatların müttefikan, Tımarhane baştabibinin yazdığı raporunun sureti hakkında, az üstte kaydettiğimiz gibi veriyorlar. Kadir Mısıroğlunun kaydettikleri ise; “Doktorlar, aklında bir noksan olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü sebebiyle yakışıksız sözler sarf et­tiğini söyleyerek onu serbest bırakmışlardır” şeklindedir. Biz şu uydurmacalı te’viller düzen, sinsi düşmanlık güden bu şahıslara ne diyelim?.. Onların ayarına inip, sokak insanları tarzında hakaretamiz sözlerle mi mukabele edelim?.. bilemiyorum.

Ama şunu söylemek durumundayız ki; zahiren dost, zımnen adavet saklıyan bu adamların gayesi, Sultan Abdülhamidi tezkiye ve sena etmek değil, Bediüzzaman gibi bir allame-i cihanı bir maneviyat sultanını bir müçtehid-i azamı aşağılamak, nazardan düşürmektir. Fakat acaba bunlardaki bu sinsi his, nereden kaynak­lanıyor? Bediüzzaman Hazretlerinin bir zamanlar ta­şıdığı “Kürdî” ünvanından mı?.. Evet buna bir derece işaret eden bir hadise var, ama şimdi söylemiyeceğim.

Necip Fazıl Kısakürek merhum bir zamanlar “Bü­yük Doğu”sunda Hz. Üstadın hayatını tefrika ediyordu. Sonra bunu kitaplaştırdı. 31 Mart Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesinden beraat aldığı kısmına geldiğinde; bü­tün tarihçilere ve Hz.Üsatadın bizzat kendi ifadesine ki: “Mahkemeden berat edip çıktığında, mahkeme hey’etine teşekkür etmiyerek, İstanbul Üniversi­tesinden Sultan Ahmede kadar bağıra bağıra “ zalimler için yaşasın Cehennem!” dedi kaydı yerine, Necip Fazıl bunu kasden “Sultan Ahmede kadar kendi kendine mırıldandı” tarzında vermişti. Necib Fazıl merhum kendi şeyhinin taht-ı tesirinde idi. Onun şeyhi bir zamanlar Bediüzzamana itirazları olmuştu çünki… Necip Fazılın böyle küçümseyici davranışları ara sıra devam etmişti. Şimdilik hele bu kadar yeter…

Gelelim K.Mısıroğlunun son ve dördüncü bölüm id­diasına. Yine merhum Ökten Hoca’ya isnaden demiş ki:

“Daha sonra Sultan Reşatla görüşen Said-i Nursi, ondan (Sultan Reşattan) Van’da te’sis et­mek istediği medrese için yardım almış ve haya­tının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır. Vefa­tında, bu altın­lardan arta kalanlar, benim Eski­şehir Askeri ceza evinden hapishane arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşakta kalmış. O da bunları bozdurarak bu günkü “Hayrat vakfı”nı kurmuş­tur.”

Tahmin ediyorum, bu fasid iftiralı yorum, tek ba­şına Mısıroğluna aittir. Hakikaten bu çok kabih, fev­kalade çirkin iftiralı yorumu yapan şahıs cehennemi boylaması lazım.

Evet, o Hazret-i Bediüzzaman ki hayatında hiçbir sadakayı, hiçbir hediyeyi ve mukabelesiz hiçbir ihsanı kabul edip almamış. Hatta amcasının çorbasını bile içmemiş iken; Medreset-üz Zehra Üniversitesi için Sul­tan Muhammed Reşadın resmi devlet tahsisi olarak 19000 altun lirayı –ki bu para Kosova’da kurulması mutasavver bir üniversitenin tesisi için tahsis edilmiş iken 1912 deki Balkan harbinde Kosova istila edilince- Van’da kurulması düşünülen resmi bir üniversiteye yönlendirmişti. 1913 yazında bu paradan 1000 altun o üniversitenin temellerinin atılması masrafları için Van Valiliğinin emrine verilmişti.

İşte bu uygulama resmi bir muamele olduğundan, dünyanın bildiği ve herkesin işittiği bu çok açık pek be­dihi hadiseyi Mısıroğlu tecahül-ü arifaneden gelerek, çirkin iftirasına alet ittihaz etmiştir. Yani; Hazret-i Bediuzzaman gitsin, Medreset-üz Zehra Üniversitesi hususunda Sultan Reşadı ikna etsin, Sultan Reşad da cihan çapındaki büyük hizmeti takdirle karşılasın ve 19000 altını bütçeden ayırsın ve onun ilk ayağı olarak 1000 altınını Van valiliğine göndersin, sonra Bediüzzaman da gidip bu parayı alsın ve üzerine otu­rup hayatının sonuna kadar onunla geçinsin. Eliyazubillah!.. Düşman dahi bu iftirayı yapamaz.

Ey Mısıroğlu! Sen bu hususlarda ya tamamen ca­hil bihabersin, ya da sinsi bir kasıtla perde altında Bediuzzamanın aziz şahsiyetini, şerif zatını iftiralarla çürütmek istemektesin. Amma çok yanılıyorsun, güneşi balçıkla sıvayamazsın Bediuzzaman ve Nur mesleğinin hüşyar, ilimdar nöbetdarı çoktur. Bilesin ki sen kendi hezeyanlı iftiralarını kimseye yutturamazsın. Bunu böyle bil.

Geliniz hadisenin gerçek aslının cereyan şeklini biz­zat Bediuzzamanın ifadelerinden dinleyelim: Arabi Hutbe-i Şamiyenin zeyli olan “Teşhis-ül İllet” isimli eserin başında şöyle kaydetmektedir:

“Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Vilayat-i Şarkiye namına bende refakat ettim. Şimendiferimizde iki mek­tepli mütefennin arkadaşla bir muhasebe oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lazım?”

Hz.Üstad trendeki o iki muallim ile yaptığı karşı­lıklı konuşmayı bilahere kaleme almış ve bir risale ya­parak, “Teşhis-ül İllet” ismiyle o günlerde hem Arapça hem Türkçesi ile bastırmıştır. Bu mühim risale Hutbe-i Şamiye eseri arkasında yayınlandığı gibi, Türkçe ve Arapçası Osmanlıca Asar-ı Bediiye kita­bında da yer almaktadır.

Şimdi asıl mevzumuzu anlatan ifadesine geçiyoruz. Ama önce hadisenin geliş seyrini kaydedelim, şöyleki; 28 Nisan 1911’de Şam’da Emeviye camiinde irad eyle­diği Hutbeden sonra (Hutbe-i Şamiye) Şam’dan İs­tanbul’a dönmüş ve Sultan Reşadın tahta oturuşunun 2. yılı dönümü münesabetiyle yapılan merasime Bediuzzaman da katılmıştır. Daha sonra Sultan Reşadın Rumeliye yaptığı seyahate Bediuzzamanı da yanına almıştır. Bu seyahat 6 Haziran 1911’de Barba­ros zırhlı gemisiyle İstanbul’dan Selanik’e kadar git­tikten, sonra trenle Kosova’ya doğru devam edilmiş ve 11 Haziranda Kosova’nın vilayet merkezi olan Üskübe ulaşılmıştır… Şimdi asıl mevzu olan hususa geçiyoruz:

Hz. Üstad bilahere bu meseleyi (Medreset-üz Zehra meselesini) DP. hükümetinede anlatmak ve onları bu çok büyük hizmete sevk ve teşvik etmek üzere 20 Ağus­tos 1951’de DP. Bakanlar Kuruluna ve hususiyle Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleriye yazdığı şu mektubu yazdırmıştır:

“Heyeti Vekileye ve Tevfik İleriye arz ediyoruz ki;

Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmeti­nizi Üstadımıza söyledik. O da dedi ki: “Ben hasta olmasa idim, bende o mesele için vilayet-i şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh-u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum.

Hem 55 seneden beri Medresetüz-Zehra Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversi­teyi biri Van’da, biri Diyarbekir’de, biri Bitlis’te üç tane, hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için Hürriyetten evvel İstanbul’a geldim. Hürri­yet çıktı o mesele geri kaldı. Sonra ittihatçılar zamanında Sultan Reşadın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Kosovaya gittim.

O vakit Kosavada büyük bir Darül –fününün tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem ittahatçılara ve hem Sultan Reşada dedim ki: “Şark böyle bir Darul-Fununa daha ziyade muh­taçtır. Alem-i İslamın merkezi hükmündedir…”

O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istila edildi. Bende dedim ki: “Öyle ise, o yirmi bin altın lirayı Şark Darul Funununa veriniz. Kabul ettiler…bende Van’a gittim ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemitte temelini attıktan sonra, harb-ı umumi çıktı, tekrar geri kaldı…”

Mektubun devamında; Rus esaretinden firar edip İstanbul’a döndüğünü İstanbul’da İngilizlerle ve menfi propagandalarıyla mücadelesinden sonra Ankara’dan defalarca çağırıldığını ve sonra Ankara’ya geldiğini ve tekrar milli mecliste Medreset-üz Zehra meselesini gündeme taşıdığını ve meclisçe kabul edilip 150000 banknot tahsisat ayrıldığını vs. dile getirilmektedir. Bu mektubun tamamını görmek isteyenler Mufassal Marihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı; 3.cilt sh.1992-1994’de baksınlar.

İşte ey Mısıroğlu! Hadisenin aslı ve mahiyeti bu­dur, hakikati da bundan ibarettir. Eğer senin fasit zu’muna göre, Bediuzzaman Hazretleri dünya mef­tunu, para düşkünü olmuş olsaydı merhum Sultan Abdülhamid Hanın ihsan parasını ve maaşını kabul edip alırdı. Hem yine eğer öyle olsaydı M.Kemal’in 300 banknot maaş, mebusluk, köşk gibi cazip teklifleri ka­bul eder dururdu. Hz.Bediuzzaman, Hazret-i Peygam­berin (A.S.M.) varisidir ve onun sünnet-i saniyesi yo­lundadır; hiçbir zaman dünyaya ve paraya meyletmiş değildir… ve o yüzden dinini bazıları gibi dünyaya satmamıştır. Demek ki, sen ya cehlinden ya da sinsi garazından ona fahiş iftirada bulunuyorsun. Hz. Bediuzzaman Van Medrest-üz Zehrası için Sultan M. Reşaddan alınmış bin altın liradan tek kuruşunu dahi yememiştir. O bin altın liranın tamamını ve hepsini Van Valiliğinin nezareti altında Medreset-üz Zehranın temellerine harcanmıştır.

Eğer senin Eskişehir askeri ceza evindeki arkada­şım dediğin Hüsrev ağabeyde sana bunu öyle söyle­mişse-ama eğer söylemişse-kesinlikle oda hilaf söyle­miştir.

Peki Hz. Üstadın vefatından sonra Hüsrev Ağabeye intikal eden bu paranın kaynağı nereden? derseniz, dinleyin anlatayım. Ama bu paranın mazisi ve mesele­sinin tam anlaşılması için Hz. Üstadın geçmiş hayatı­nın bu tarafa doğru gelen seyrini tarih teleskopu ile temaşa etmek gerekmektedir.

Evet, Hz. Bediüzzaman babası ve ağabeysinden aldığı harçlıktan gayrı hiç kimseden sadaka, he­diye, zekat ve ihsan almamıştır. Peki o halde na­sıl yaşamıştır?!..

CEVAP: 5-6 senelik talebelik hayatında babasının ve ağabeysinin cebine koydukları küçük bazı harçlık­larla geçinmiştir. Sonra 1898 de Van Valisi ya da askerî paşası Hasan Paşanın davetiyle Van’a gitmiş. Ve he­men mahalli basit bir medrese açtırmış, daha sonra büyük bir medreseyi, Horhor Medresesini Van kalesi altında küşad eylemiştir. Evkaf dairesinden 5-10 tale­benin tayinatını (geçim masraflarını) alarak Vanda 15 sene kadar tedrisatla meşgul olmuştur. Bu 15 sene içinde, iki defa İstanbul’a gidip ikişer sene kalmaları da dahildir. Van’da evkaftan aldığı paralardan arta kalanlarla bazı şahsi masraflarınıda yapmıştır.. zaten o küçüklüğünden beri elbise, yemek ve yatmak gibi şeyleri gayet basittir. İstanbul da gece kaldığı yerler ya bir cami hücresidir, ya da köhne ve ucuz bir han odası­dır.

Sonra 1. Cihan Harbinde(1914 Ekiminde)önce fırka müftüsü sıfatıyla; 1915 Nisanından sonra da, gönüllü milis alay komutanı olarak vazife almıştır. Ordunun bütçesinden az bir miktar maaş bağlandığı tahmin edilmektedir. 1916 Martında Ruslara esir düşünce, henüz Tifliste bekletilmekte iken, Talat paşanın direk­tifiyle Hilal-ı Ahmer cemiyeti reisi (Kızılay) Ömer Be­sim Paşa özel bir kurye ile kendisine 60 liray-ı Osmani mukabili olan 1254 mark ulaştırılmıştır. (Resmi bel­geler için bkz.Mufassal tarihçe 2.baskı,1.cilt, sh: 410)

İki buçuk sene kadar esaret hayatından sonra, firar edip İstanbul’a geldiğinde, Harbiye Nazırı Enver Paşa hemen Bediuzzaman’ı Harbiye Nazeretine davet etmiş, lazım gelen her türlü hürmet izaz ve iltifatı yapmış, al­tın harp madalyasını hediye edip takmış ve çok ısrar­larla ordunun bütçesinden 150 altını ona kabul ettir­miştir. Arkasından Şeyhül-İslama bir tezkere yazarak, Bediuzzaman’ı ordunun bir delegesi olarak “Darül-Hikmetil-İslamiye” azalığına alınmasını talebetti. Şeyhül-İslam Musa Kazım Efendi de, hemen bir tez­ke-re ile padişah Muhammed Vahidüddine Bediüzzaman’ın atanması için müracaat eyledi. Padi­şah bunu hemen onayladı. Böylece 24 Ağustos 1334’de (yani1918) tari­hinde 50 altın lira maaşla tayini ger­çekleşmiştir. (bu resmi belgeler Mufassal Tarihçe-i ha­yat eserimiz 2.baskı 1.cilt sh.448-449 dadır)

Dar-ül Hikmet-il İslâmiyede iki buçuk sene kadar vazifesi devam etmiştir. Bu süre zarfında maaşından arttırdığı para ile küçüklü –büyüklü 20 kadar eserini bastırıp halka meccanen dağıtmıştır. Çünkü bu maaşı kendisine fazla görmüştür. Bastırdığı bu kitaplardan İşarat-ül İ’caz ile birisini daha para ile satarak, ilerde Hacca gitmek niyetiyle toplamıştır. Daha sonra An­kara’ya gelmesi ve uyuşamayıp Van’a gitmesi ve 1925’te alınıp sürgüne gönderilmesi… Tâ 1946’lara ka­dar çok aşırı bir iktisad ile hayatını sürdürmüştür 1946 ortalarında Nur Talebeleri teksir makineleri sa­tın alarak, Risale-i Nur’un Asa-yı Musa, Zülfikar, Siracünnür vs. gibi mecmualarını teksir ederek istiyenlere para mukabilinde dağıttılar. Üstad Hazretleride yanında sakladığı ve onunla hayatını sür­dürdüğü paradan arta kalan 90 banknotu teksir maki­nelerinin hizmetine iştirak niyetiyle talebelerine yol­lamıştır.

İşte bu tarihten itibaren satılan Nur risalelerinin iptidada beşte bir, sonralarında onda bir te’lif hakkı olarak Hz. Üstada verildi. Bu para ile Hz. Üstad geçim masraflarını yaptığı gibi, hayatını nur hizmetine vak­fetmiş talebelerinin de tayinatlarını veriyordu. 1956 da Risale-i Nurların tamamı mahkemece berat kazanıp serbest olunca, latin harfleriyle matbaalarda resmen basılmaya başlandı. Nurların satışı da ona göre hız­landı ve arttı. O nisbettede te’lif hakkı olan onda bir gelir de artmış oldu. Lakin aynı parelelde Risale-i Nur hizmetine hayatını vakfeden genç Nur Talebelerinin sayısı da arttı. 1956-1960 beş senelik zamanda vakıf talebelere tayinat olarak verilen şu te’lif hakkı olan pa­radan arta kalanı oluyordu. Şu artan parayı Hz.Üstad Reşat altınına çeviriyor ve ileride mu’cizeli Kur’anın tab’ı için muhafaza ettiriyordu. Nihayet vefat rihleti için Urfa’ya geldiği zaman-bana ulaşan rivayete göre 366 Reşat altını da beraber getirmişti. Sevgili muazzez şehit Üstad, vefat edince beraberinde Isparta’dan gelmiş hizmetkar talebeleri, bir sepetin içinde saklı olan bu paraları -hizmet parası olduğu için- Tereke Hakimine göstermediler, sakladılar. Sair şahsî eşyasını ise Tereke Hakimi tespit edip, Konya’da yaşamakta olan küçük kardeşine teslimine diye karar verdi. Bun­ların nelerden ibaret olduğu listesi ve Tereke Hakimi­nin kararı Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı, 3.cilt, sh.2154-2157 sahifelerindedir.

Adı geçen altınlar ise, Bediuzzaman’ın hizmetkar talebeleri, bu para hizmet parasıdır diye, götürüp Is­parta’da Hüsrev Altınbaşak Ağabeye teslim ettiler.

İşte ey Mısıroğlu! Recmen bilgayb ve ceffel-kalem sarf ettiğin lafların ve hükme bağladığın kararların -görüldüğü üzere- asılsız ve hükümsüz olduğu ayan-be­yan günyüzüne çıkmıştır. Çünkü evet, Bediüzzamanın hayatı kuytu köşelerde kalmışta, efsaneli hurafelere bürünmüş bir hayat değildir. Onun hayatı gündüz gibi açık, güneş gibi parlak olup adım-adım takip edilmiş, belgelerle tevsik edilmiş bir hayattır. Ağyarların zımnî kin besleyenlerin uydurmasyon nakil ve rivayetlerine hiçbir cihetle muhtaç olmayan masum ve berrak bir hayattır.

+++

Şimdide gelelim, Mısıroğlunun Prof. Dr. Os­man Tu­ran’dan işittim dediği nakil ve rivayetine:

Rivayetin metni şöyledir:

“Bediüzzaman Said-i Nursi, 1960 yılında vefatıyla nihayetlenen Urfa seyaha­tine çıkarken, Ankara’daki evlerini (Os­man Turanın kayin validesi Sultan II.Abdulhamid’in torunu Namıka Sultan Hanımla beraber yaşadıkları evlerini) ziyaret etmiş ve Namıka Sultandan dedesi adına helallık iste­miş ve Said-i Nursi merhum şu sözlerle kendisinden helallık dilemiştir:

“Biz gençlik saikasıyla ittihatçıların propa­gandala­rına kapılarak dedeniz merhum Sultan Abdülhamid Han Hazretleri hakkında itale-i ke­lamda (dil uzatma) bulunduk. Onun (bir) varisi sıfatıyla sizden helallık di­liyorum. Bende bir ölüm yolcusuyum. Kabre az mesa­fem kaldı. Onun namına bana hakkınızı helal ediniz!…”

Namıka Sultan: “Ne beis var hocaefendi!.. O zama­nın siyaseti icabı böyle çok şeyler oldu!.. Artık geçen geçti” demişse de, Bediüzzaman saraheten “Helal et­tim” cümlesini duymak istemiş ve bunu Sultan Hanıme­fendiye ısrar ederek üç defa tekrarlatmış ve sonra da.” Oh!..Elhamdülillah, inşallah bu haktan da kurtuldum. Artık müsterih olarak ölebilirim…” demiş­tir.

Ve beyanın sonuna şu cümleler ilave edilmiştir:

“Hakikaten o anda Urfa’ya gitmek üzere yola çık­mış bulunuyordu. Urfa’ya varmış ve kısa bir müddet son­rada orada vefat etmiştir.” (Bir Mazlum Sultan Ka­dir Mısıroğlu sh: 22)

Cevap: Bu rivayet ve nakil, bazı cinaslı imalarla, müstetbeatüt-terakib remizlerle derince bazı aşağıla­malar ve güya Sultan Abdülhamide karşı yapılmış ha­karetli suçlar varmışçasına gizli algılamaların işaret­leri varsa da, üzerinde durmayacağım. Rivayetin zahiri tatlıdır. Bediüzzamanın helalleşmek için kapılarına kadar geldiğini kaydetmeleri faziletini dile getirmişler­dir gibidir.. Bediüzzaman Hz.leri filhakika vefatına ya­kın günlerde veda ve helalleşme seyahatleri yaptığı da doğ­rudur. Buna bir şey demiyoruz. Ancak ben rivayetin için­deki üç noktasını tahlil etmeyi lüzumlu gördüm.

Birinci Nokta: Bediüzzaman Hz.leri merhum Sul­tan Abdulhamide karşı onun zatî şahsiyetini tahkir edici bir davranışı, hareketi, sözü vaki ve varid olmuş mudur?..

İkinci Nokta: Şeriatın kıstaslarına göre siyasî bazı tenkidler ile birisi tenkid edilmişse ve hakkı geçmişse, o kişinin varisleri, (vereselerine intikaleden bağ ve bahçenin mirasçıları gibi) bu hakkı taşıyıpta helal etme durumunda olabiliyorlar mı?…

Üçüncü Nokta: Fil-vaki Hz.Üstad vefatından az önce o ziyaret ve helallaşma imkanlar noktasında ve görgü şahitlerinin şahadetleriyle gerçekleşmiş midir?…

1. Noktanın Cevabı: Yazımızın az üst taraflarında kesin belgelerle gösterdiğimiz üzere Bediüzzamanın merhum Sultan Abdülhamid’e karşı hakaretamiz hiç bir sözü, tahkiri ima eden hiçbir hareket ve tavrı vaki olmuş değildir. Bu makamda başka bir şey söylemeye gerek kalmamıştır.

2. Noktanın Cevabı: İslam şeriatında, bağ, bahçe, mal ve para, kişinin vefatıyla, varislerine hak olarak geçtiği vardır ve vakidir. Birisi o kişinin sağlığında onun bir hakkını yemiş, ona bir zulmü olmuş ve bir hu­kuk tecavüzü olmuşsa, gelip varislerinden helallık taleb edebilirler ve bu mümkündür. Ama İslam ale­minde hakiki ve İslami siyaset noktasında (Mesela Zü­beyir b. Avvam Hz.Ali’yi siyaset noktasında hak na­mına tenkid etmişse) Bir muhaddis diğer bir muhaddisi hadisi tezkiye noktasında tenkid etmişse, sonra gelip tenkid ettiği kişinin varislerinden helallik dilemesinin lüzumu diye ben bir şey görmüş değilim ve bilmiyorum.

Bunun gibi; bilfarz Bediüzzaman Hz.leri merhum Sultan Abdülhamidin paşalarının elleriyle yapılmış bazı icraatını içtihadınca tenkid yolunda sert kelimeler sarf etmişse, bir hak geçer mi?.. Faraza geçse de, gelip varislerinden helallık talep etse, şer’i bir helalleşme sa­yılır mı? Ve bununla bir hak varsa kalkmış olur mu? Karar okuyucunun …

Şu ikinci noktanın içinde bir meseleyi ince bir ayarla ayarlamak gerekiyor. Şöyle ki, metin rivayette, sözde Bediüzzaman güya demiş ki: “Gençlik saikasıyla ittihadçıların propagandalarına kapılarak Sultan Abdülhamid Han Hz. leri hakkında pek çok itale-i ke­lamda bulundum”un bir sabit vesikası var mı? Ve fil-hakika Bediüzzaman ittihatçıların propagandalarının tesirinde kalarak ve sadece o tesir ile konuşmuş mu­dur?..

Elcevap: Bediüzzaman Hz.lerinin İttihatçılarla ilişkileri sadece bir ay sürmüştür. Onlarda -gitgide ha­kim olan- farmason grubu Bediüzzamanı kendi emelle­rine alet etmek istedilerse de, tam aksiyle Bediüzzaman onları kendi mefkuresine çekip alet et­mek istedi. Her zaman ve her defasında Meşrutiyeti “Meşruta-i Şer’iye” ve “Meşrutiyet-i Meşrua” tar­zında ifadelerde bulundu. Ve onu şeriata alet ve hadim yapmak istedi. Meşrutiyetin ilanından bir buçuk ay kadar sonra onlar Bediüzzamandan kesildiler ve ayrıl­dılar. Bediüzzaman da onlardan yüz çevirdi. Ve bir müddet sonra “İttihad-i Muhammedi” cemiyetine üye olarak katıldı. Lakin Ahrar Fırkasıyla dostluğu ve alâkası devam eyledi. Bu meseleyi ben Mufassal ki­tabımızın 1.cildinde belgelerle uzun uzadıya kaydetmi­şimdir, müracaat edilebilir.

Ve 3. Noktanın Cevabı: Rivayet ve rivayetçi de­miş ki: Bediüzzaman vefat rihletı ile Urfa yolculuğuna giderken, Ankara’ya uğradı, evimize geldi, Namıka Sul­tanla halelleşme dileğinde bulundu?

Oysaki adım-adım saat-saat Hz.Üstadın bu seyahatını az yukarıda kaydetmişiz ki O’nunla beraber Urfa’ya gelen hizmetkar talebelerinden Konyalı Zübe­yir Gündüzalp, Emirdağlı Bayram Yüksel, şoförlüğünü yapan Karabüklü Hüsnü Bayramoğlundan defalarca bizzat dinlediğim gibi, birçok kimselerde dinlemişlerdir ki; Isparta’dan 20 Mart 1960 Pazar günü saat 09’da çı­kıp hiç durmadan Konya, Adana, Gaziantep’e uğraya­rak, 21 Mart 1960 Pazartesi günü sabah saat 10 sırala­rında Urfa’ya geldik diyorlar. Bu yolculukta Ankara ismi kat’iyetle yoktur ve mümkünde değildir. Üstadın yanından hiç ayrılmayan hizmetkar talebelerinin hiç birisinden böylesi bir ziyaretin şahitliği de yoktur. Bu durumda acaba kime inanmak gerekir?..

Kaldı ki, Hz.Üstad vefatından üç ay kadar evvel, yani 1959’un son günlerinde iki defa Emirdağ’dan An­kara’ya ve birer akşam Beyrut Palas Otelinde kalarak ertesi günü İstanbul’a İstanbul’da da birer akşam kala­rak, geri Ankara’ya gelmiş ve yine birer akşam An­kara’da kaldıktan sonra, birinci seferinde geri Emirdağına, ikinci seferinde Ankara’dan Konya’ya, aynı gün Isparta’ya dönmüşlerdir. 1960 başlarında ta­lebelerinin daveti üzerine Ankara’ya bir üçüncü defa gitmek istemişse de, aynı günde hükümetten (Bakanlar kurulundan) Ankara’ya girmesi yasaklanmış, geri dö­nüp Emirdağ’dan çıkmama tebliği yayınlanmış oldu­ğundan polis Ankara yakınında barikat kurarak An­kara’ya girmesini engellemiştir ve vefatına kadar bir daha Ankara’ya gitmemiştir.

İşte Üstadın Ankara’ya yaptığı mezkür iki seya­hati hep polis kordonu altında yapılmış olduğu, berabe­rinde bulunan ve hiç ayrılmayan hizmetkar talebeleri­nin hiç­birinden Prof. Osman Turanın sözünü ettiği öy­lesi bir ziyaretten söz edip şahitlik yapmıyorlar.

Ancak bu mevzuda Bediüzzamanın talebelerinden büyük şahsiyetli bir –iki zattan Sultan Abdülhamid’le ilgili olarak Üstad Hz.lerinden şunu dinlediklerini duymuştum. “Ben bir ara Sultan Abdülhamid Han adına paşaların eliyle yapılan istibdatları ondan zan­netmiştim. Sonra anladım ki, onun etrafını masonlar sarmış, yapılan menfi icraat ona mal ediliyordu. Ken­disi veli bir insan. Ben her sabah onu manevi kazançla­rıma hissedar ediyorum. Ey Said, o büyük sultanı müs­tebit zannetmiştin, onun cezası olarak çek bu büyük is­tibdatları !..”

İşte Hz. Üstadın hayatı bu. Tavır ve hareketlerinin şekil ve şemaili de böyle…

01.12.2007 ŞANLIURFA

ABDÜLKADİR BADILLI

NOT: Ameliyatlı hasta yatağında yazdığım bu ya­zıda, olabilecek üslup hatalarından, cümle devriklikle­rinden dolayı okuyuculardan özür diliyorum.

Abdülkadir BADILLI




[1] Arapça lûgatlarda “Hamite” kelimesinin manası: Ceviz ve ben­zeri yemişlerin tefessüh edip bozulmasıdır. “Ahmet” onun mübâla­ğalı halidir. Yani, daha çok bozulan şey demek olur.

[2] Ahmet Tekin, Hazret-i Üstad’ın bu âlicenâbâne tavsiyesini başka yöne çekerek tenkit eder.

[3] Emirdağ Lâhikası-ll, sh: 153

[4] Bu mektup 1947’de yazıldığına göre, Hicri takvime göre 30 sene evveli 1918 eder. -Abdülkadir Badıllı-

[5] Bu mektup 1947’de yazıldığı ve henüz Afyon hapis hadisesi mey­dana gelmediği için “iki defa imha için hapse” demiş, 1948 baş­larında Afyon hapsi ile beraber “üç defa hapis” olur. -Abdülkadir Badıllı-

[6] 1959’un Aralık ayı başında Üstad Hazretleri bana demişti ki: “Beni yirmi bir (21) defa zehirlediler.” -Abdülkadir Badıllı-

[7] Osmanlıca Şualar, s. 656.

[8] İbnü Sâad, Tabakâtü’l- Kübrâ.

[9] El-Havî li’l-Fetava, C. 2, s. 297.

[10] Büyük müfessir, allâme Elûsî, “Rûhü’l- Maânî” isimli tefsirinde İmam-ı Gazâlî’nin bu içtihadını tasvip ederek kaydetmiştir. (Bkz. Elûsî, C. 15, s. 42).

[11] Süyûtî, Mesâlikü’l- Hunefâ fî Vâlideyi’l- Mustafa, s. 402.

[12] Abdüllâtif el- Harpûtî, Tenkihu’l-kelâm fî Akâidi’l-İslâm, s. 111.

[13] İşârât-ül İ’câz, Türkçe tercüme, A.B. s.161-162; Arabî metin, s.104.

[14] Bu hadisin mürselliğine dayanılarak ziyade zayıflığına hükme­dilmiştir.

[15] İbnü’l- Arabî, Füsûsü’l- Hikem, s. 93-94.

[16] Et-Tezkire, s. 512.

[17] Târih-i Yakup bin Süfyan, 2/103.

[18] Şualar, 11. Şua, Sekizinci Meselesi, s. 230.

[19] Mektubat, 1. Mektup, s. 10.

[20] Hak ve hakikatlı ilmî ve dinî cevaplar, insaflı ve vicdanlı olup söz anlayanlara, ilimden ve dinden nasibi olup bilenlere verilir. Yoksa bu kayıtlardan uzak ve azade olanlara değil. Bunlara “ceva-bül-ahmaki es-sükût” ya da başka bir ifadenin darb-ı meseli uya-rınca devam edilir. Ama biçare safdilleri de unutmamak gerek­tir.

[21] Muharrem Bayraktar, “Said Nursi ve Askerlik”, Yeni Mesaj, 10/20/ 2006.

[22] TEKİN, Ahmet, Diyalogçulara Kur’an Dersi, s. 47.

[23] Münasebetsizce söz söyleme, dil uzatma

[24] Et-Tâc, C. 3, s. 299. (Birçok kaynaktan)

[25] TEKİN, a.g.e., s. 35.

[26] “Güneş Üflemekle Sönmez” eserimizin 73-75’nci sahifele­rinde Muharrem Bayraktar isimli şahsa aynı mevzuda lâzım gelen cevapları da vermişiz. Ona da bakınız.

[27] Türkiye İnkılabının İçyüzü, Mevlanazâde Rıfat sh:76

[28] TEKİN, a.g.e., s. 54.

[29] Bu üçüncü bölümde dört beş iftirasına cevaplar verilecek.

[30] TEKİN, a.g.e., s. 56-57.

[31] BADILLI, Abdülkadir, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 1455.

[32] TEKİN, a.g.e., s. 57.

[33] BADILLI, Abdülkadir, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 1374.

[34]TEKİN, a.g.e., s. 85.

[35] Türkçe ve Arapçası Üstad’ındır.

(*) Müstensih kalem-i kudrettir. –Müellif–

[36] Said-i Nursî, Âsâr-ı Bediiyye, s. 96.

[37] İstinsah eden Kudret kalemidir.

[38] Emirdağ Lâhikası-1, s. 159; Mufassal Tarihçe-i Hayat, C. 2, s. 1366, 1418.

[39] TEKİN, a.g.e., s. 11.

[40] Muharrem Bayraktar’a balyoz gibi verilen cevap, “Güneş Üfle­mekle Sönmez” adlı eserimizin 84. sahifesindedir, bakılabilir.

[41] Şualar, Envar Neşriyat, s. 360-361.

[42] Lem’alar, 16. Lem’a, Envar Neşriyat, s.104.

[43] Emirdağ Lâhikası-1, s. 285.

[44] TEKİN, a.g.e., s. 61.

[45] “Ebter”in müennesi. Kısır.

[46] TEKİN, a.g.e., s. 68.

[47] TEKİN, a.g.e., s. 67.

[48] TEKİN, a.g.e., s. 46.

[49] TEKİN, a.g.e., s. 47.

[50] TEKİN, a.g.e., s. 51.

[51] Gayr-i Müslimlerden Rum ve Ermenilerin isimleridir.

[52] Âsâr-ı Bediiyye (Lâtin harfli), s. 316.

[53] Mâide Suresi, 33. ayete bakılabilir.

[54] Âsâr-ı Bediiyye (Münazarat kısmı), s. 329.

[55] Âsâr-ı Bediiyye, s. 331.

[56] Âsâr-ı Bediiyye, s. 320.

[57] Âsâr-ı Bediiyye, s. 562.

[58] Tekin Ahmet’in bir ifsat komitesi adına Hazret-i Bediüzzaman gibi ulvî ve muallâ bir şahsiyete ve onun nuranî mesleğine ve Kur’anî ve Peygamberî olan irşad, talim ve dirayetli, isabetli içtiha­dına karşı giriştiği iftira, tahrif ve garazkârane yalanlı bühtanla­rından ötürü, vasıfları yazılmış bir gayr-i Müslim, kendisinden çok fazla muhabbet ve takdire lâyıktır. Fazileti de ondan üstündür.

[59] “A’ver”in müennesi, tek gözlü.

[60] Bakınız: BİLMEN, Ömer Nasuhi, Istılahât-ı Fıkhiye Kamusu.

[61] Âl-i İmran, 5. ayet.

[62] TEKİN, a.g.e., s. 49.

[63] Bakara, ayet 106.

[64] TEKİN, a.g.e., s. 53.

[65] TEKİN, a.g.e., s. 53-54.

[66] Tekin, a.g.e., s. 54.

[67] Celâleddin-i Süyûtî, Ed-Dürerü’l-Müntesire fil-Eh’adisi’l- Müştehire, s. 151.

[68] Tekin, a.g.e., s. 55.

[69] Tekin, a.g.e., s. 53.

[70] Nisa suresi, ayet 157-159.

[71] Hadis-i şerifler: “Uyku ölümün kardeşidir.” der.

[72] Buhari, 4 / 105.

[73] Sahih-i Müslim, 1 / 136.

[74] Mektûbât, I. Mektup.

[75] Tekin, a.g.e., s. 59.

[76] Harman sonu tarlada kalan döküntü başakları toplayıcı, topla­yan.

[77] Bunlar birkaç grup gibi görünüyosa da, her hepsinin tek merkez­den idare edildikleri anlaşılıyor.

[78] Tekin, a.g.e., s. 52-53.

[79] Âsâr-ı Bedîiyye, Lâtin harf, s. 429-430.

[80] Albayrak, Sadık, Son Asrın İslâm Akademisi, Dârül-hikmeti’l-İslâmiye.

[81] Şark vilâyetlerinin çok meşhur alimi Şeyh Muhammed Emin Efendi, Üstad Hazretlerine bir cübbe ve sarık hediye edip hoca kis­vesine girmesini ısrarla teklif etmesine karşılık, “Ben bir çocuk iken nasıl muhterem bir hoca kıyafetine girebilirim” demiş ve bu hedi­yeyi almamıştır. (Tarihçe, s.34-35)

[82] Kastamonu Lâhikası, s. 96-97.

[83] “Mahrec” pâyesi, Osmanlı ülkesi umum din alimlerinin birincisi­nin ikincisi manasındadır.

[84] Bkz. Fergan, Eşref Edip, Risale-i Nur Muarızı Yazarlar Hak­kında İlmî Bir Tahlil.

[85] Şualar, s. 425.

[86] Tekin, a.g.e., s. 64.

[87] 1948’lerde Adliye Vekili (bakanı) Rize Milletvekili Fuad Sirmen Büyük Millet Meclisi kürsüsünde yaptığı konuşmada, Türkiye’ye dinsizliği tam yerleştirmeye muvaffak olamadıklarından yakınarak demiş ki: “Mesela hükümet yirmi senedir Said-i Nursî’nin faaiyetini durduramamıştır.”

[88] Tekin, a.g.e., s. 64 alt kısmı.

[89] Tekin, a.g.e., s. 65.

[90] Nisa suresi, 159.

[91] Mektûbât, Yirmidokuzuncu Mektup, Yedinci Kısım, s. 441.

[92] Tekin, a.g.e., s. 65.

[93] Tekin, a.g.e., s. 65.

[94] Âsâr-ı Bedîiyye, s. 659.

[95] Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 1, s. 147. “Hatıra Defteri, Abdülmecid Efendi, s. 11.

[96] Aslında Hristiyanlığın, işin aslı itibariyle üç ana gruba ayrıldı­ğını tefsirler yazmaktadır. Bu gruplar Yakûbiye, Nestûriye ve Müslümanlar adıyla anılır. İlk iki grup hata ve yanlışa düşerek Hazret-i İsa’ya (AS) Allah veya Allah’ın oğlu dediler. Üçüncü tâife ona: “Allah’ın kulu ve resulü” dediler. Bkz. Tefsir-i Dürrul, Süyûtî, C.2, s.238.

[97] İleride vesikalara dayanarak izahlıca kaydedeceğimiz gibi; Kadir Mısıroğlunun şu eğri ve hakikatsiz iddiası hilafına; Cemal Kutay “ Bediüzzaman, Şeyhül İslam Cemaleddin Efendioğlu ile birlikte Sultan Abdülhamidle görüştüklerinde onun bazı icraatlarını tenkid ettiği için akıl hastanesine gönderildi.” Demiş. Türkeli Dergisi ise: Bediüzzaman, Sultan Abdülhamidin faytonu arkasına bağlı dilek kutusuna görüşme talebini attıktan sonra onu sultan huzuruna celbettirmiş, talebini sormuş. O da Doğuda Kürtçe okutan mektepler açmak için maddi finansman istediği için, tımarhaneye gön­dermiştir. Kadir Mısıroğlu ise: Hançerini belinden çıkartmadığı için, Bediüzzzamanı huzuruna almadığı gibi tımarhaneye göndermiş demişler di­yor. Bu üç rivayetin de aslı olmadığı ispat edilmiştir.

[98] Tahir Paşanın mühürlü mektubu, Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 1.cilt, sh.168’dedir.

[99] Ömer-i Sani, Abdülaziz-i Emevidir ki; ona adalet ve hakkaniyette Hz. Ömere benzediği için o lakap verilmiştir. -Abdülkadir Badıllı-

[100] Çünkü o günü Sultan Abdülhamid Hazretleri, hain ittihatçılar tarafın­dan bir sürü bahaneler ileri sürerek tahttan indirilmiş olduğundan, Hz.Üstad maziden söz ediyor. Yoksa bu nasihatlar, padişah tahtta iken gazetelerde ya­yınlanmış idi. Hem Sultan Abdülhamid Han tahttan indirildiğinde Bediüzzaman Hazretleri İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti mensubu olarak İttihadçılar tarafından tevkif edilmişti ve hapisteydi.

Kontrol et

KİME OY VERECEĞİZ?

Bediüzzaman Hazretleri Kime Demokrat Der? Soruluyor: -Bu seçimlerde oyumuzu kime vereceğiz? Cevap: Ehvenüşşer kaidesi devam ettiği …