Hakikat Semâsından Müfterilerin Başlarına İnen
ATEŞLİ ŞAHAPLAR
"Türkü Hristiyanlaştırma, İslamı Tasfiye Taşeronlarına, Diyalogçulara Kur’an Dersi" yazarı A.Tekin ve "Kendi Belgeleriyle Said Nursi ve Nurculuk" yazarı Z.Beyaz’a ve K.Mısıroğlu’na Cevaplardır
İTTİHAD YAYINCILIK
TANITIM HİZ. LTD. ŞTİ.
Çatalçeşme Sokak No: 27/19
Defne Han
Cağaloğlu / İstanbul
Tel: (0212) 520 51 47
http://www.ittihad.com.tr
ittihad@ittihad.com.tr
Sertifika No: 17183
Baskı&Cilt
Çınar Matbaası
Tel: 0212 628 96 00
İstanbul / 2010
© Her hakkı mahfuzdur.
Gizli bir fesat komitesinin taşeronluğunu yapan,
Allah’ın yaktığı nur ve meş’aleyi ağızlarıyla söndürmeye çalışan,
yalan, tahrif ve iftiralarla güneş gibi hakikatları setretmeye yeltenen,
maşalık bedbaht müfterilerin başlarına hakikat semâsından inen;
ATEŞLİ ŞAHAPLAR
Dr. Abdülkâdir BADILLI
İÇİNDEKİLER
TAKRİZ……………………………………………………………………………………… 10
TAKDİM……………………………………………………………………………………. 13
MAHUT KİTABIN İSMİ………………………………………………………….. 17
GİRİŞ…………………………………………………………………………………………. 19
BİRİNCİ FASLIN BİR MUKADDİMESİ………………………………. 25
BİRİNCİ FASIL
BÜYÜK İSLÂM ULEMÂSININ GÖRÜŞLERİ 29
BİRİNCİ FASLIN BİRİNCİ MADDESİ…………………………………. 29
BİRİNCİ FASLIN İKİNCİ MADDESİ…………………………………. 34
Bu zamanda insanlık aleminde “Fetret” devrinin bazı iz ve kalıntıları olup olmadığı hakkındadır. 34
BİRİNCİ FASLIN ÜÇÜNCÜ MADDESİ……………………………….. 36
Cehenneme girecek (çok zayıf imanlı da olsa) ehl-i imanın azap müddetini bitirip geçirdikten sonra, cehennemden çıkartılıp cennete idhalleri nasıl olacaktır?……………………………………………. 36
BİRİNCİ FASLIN DÖRDÜNCÜ MADDESİ……………………….. 37
Ebedi cehennemlik olan kafirlerin cehennemdeki halleri nasıl olacaktır, hep aynı tarz dehşetli ve şiddetli olan azapları bitmeden devam mı edecektir?……………………………………………….. 37
İKİNCİ FASIL
TAHRİFCİLERİN İFTİRALARINA KARŞI CEVAPLAR 43
BİRİNCİ İFTİRALI DAVASI İÇİNDEKİ İDDİASI………………. 43
Sözde Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî: “Hristiyanlar kendi dinlerinden ayrılmadan da Müslüman olabilirler” demiştir” şeklinde kaydetmiş. Dipnotunda da Üstadın Arabî “İşârât-ül İ’caz” eserinin Türkçe tercümesinden bir parağraf koymuştur. Bu tahrife karşı cevabımız:………………………………….. 43
İKİNCİ KERİH VE KABİH TAHRİFLİ İFTİRASI………………. 51
Tekin şöyle yazmış, kasıtlı, iftiralı, tahrifli bühtanını: “Anadolu’da öldürülen Ermenileri şehit sayan, buna kendi keşfi, kerametini delil gösteren…”………………………………………………………………………. 51
ÜÇÜNCÜ İFTİRALI BÜHTANI ……………………………………………. 63
İftiraları şunlardır:………………………………………………………………….. 63
1. Hazret-i Üstad’ı kasdederek: “Camie ‘bid’at yeri" diyen”….. 63
2. “Cumayı keyfe keder bir ibadet sayan”………………………………. 63
3. “Müslüman-misyoner ittifakının bozulmamasını tavsiye eden” 63
4. “Üstad gibi İslâmın temel kaynaklarına muhalefet eden tarihte görülmedi” 63
5. “Kendini Mesih (Hz. İsa) olduğunu söyleyen”……………………… 63
BİD’AT NEDİR, VAR MIDIR?………………………………………………… 67
CUMA NAMAZI VE CAMİ CEMAATI…………………………………… 68
İKİNCİ MADDE: YİNE CUMA HAKKINDA…………………………. 71
ÜÇÜNCÜ İFTİRA VE BÜHTANININ ÜÇÜNCÜ MADDESİ 75
Hazret-i Üstad Bediüzzaman için: “Kendinin Mesih olduğunu söyleyen” diye yazmış?!.. Yani, bedbaht müfteriye göre, Hazret-i Üstad kendinin Hazret-i İsa (A.S.) olduğunu söylemiş?!..……… 75
DÖRDÜNCÜ YALAN: ŞAHS-I MÜFTERİ VE MUHARRİFİN DÖRDÜNCÜ YALANI, AYNI ZAMANDA CEHALETLİ BÜHTANI………………………………………………………….. 79
“İşarat” eserindeki “Aşura” isimli makale gayet beliğ, cevâmiü’l-kelîm ve hakikat ilminin son derece derin ve garip lûgazının bir örneği olduğu halde, bu müfteri Ahmet Tekin isimli şahıs, tutmuş, hiç akıl ve hayale gelmeyen bir yöne çekip çevirmeye çalışmıştır.……………………………………………. 79
BEŞİNCİ YALANI; VE ÜÇÜNCÜ BÜYÜK İFTİRASINA BAĞLI BEŞİNCİ TEZVİRLİ TAHRİF VE İFTİRASI 88
Demiş ki şahs-ı muharrif: “Müslüman-Misyoner ittifakının bozulmamasını tavsiye eden…” Yani, Hazret-i Üstad kasdedilerek ……………………………………………………… 88
VE ŞAHS-I MÜFTERİNİN BEŞİNCİ YALANLI VE TAHRİFLİ İFTİRASININ HÜLÂSASI: 91
“Hazret-i Üstad’ın askerliğe karşı olduğunu” söylemesidir.….. 91
ORDUYA KARŞI MUHABBET VE MÜNASEBETİ…………….. 96
MÜFTERİ ŞAHSIN ALTINCI CAHİLÂNE İFTİRASI………… 98
Şöyle herzelemiş cahil şahıs: “Hazret-i Bediüzzaman, sözüm ona, dinde tahrifat yaparak küfrü ve şirki, geçmiş eski (semavî) kitap ehlinin sırtından alarak mektepli inançsızların üstüne yığmak üzere ehl-i kitabı kurtarmak için, يا اهل الكتاب hitabının, يا اهل المكتب e de baktığını söyler” diye cahilâne ve asılsızcasına gevelemiş. 98
ALTINCI İFTİRASININ İKİNCİ MADDESİ………………………. 106
Hazret-i Üstad’ın “ehl-i kitap” lâfzını ehl-i mektebe de şümullendirmesi bir oyundur. Çünkü ehl-i kitabın, ehl-i mektep anlaşılması mümkün değildir” diye herzelemiş bu şahıs. 106
ALTINCI İFTİRASININ ÜÇÜNCÜ MADDESİ………………….. 107
Şöyle gevelemiş şahs-ı nâdân: “Bu anlayış (yani ehlil-kitabın, ehlil-mektebe de şümûlü anlayışı) ne bugünkü Arapçada, ne Kur’an’ın geldiği dönemde, ne de cahiliye döneminde yoktur.” 107
ALTINCI İFTİRASININ DÖRDÜNCÜ MADDESİ……………. 108
Şöyle gevelemiş, biçare ve abeskâr şahıs: “Resûlullah (A.S.M.) ve sahabe döneminde ehl-i kitabın ne manaya geldiği açık seçik ortaya konmuştur.”…………………………………… 108
İKİNCİ BÖLÜM
CAHİLLİKLERİNİN ÖRNEKLERİ…………………………………….. 111
BİRİNCİ ÖRNEK:………………………………………………………………….. 111
“Hristiyanlığın ve Yahudiliğin menşei itibariyle hak din olduğunun söylenilmesi de mümkün değildir…” 111
“Din dedikleri şeylerin adı itibariyle de hak peygamber ve hak kitap ile de bağı yoktur. Bunlara menşe’ itibariyle de “hak din” diyenler, kocaman bir yalan söylüyorlar.” ……………. 111
Cehaletli hatalarının İKİNCİ ÖRNEĞİ:……………………………… 114
1. Meclis-i Meb’usandaki Hristiyan ve Yahudiler Hakkında.. 116
2. “Gayr-i Müslimlerle Nasıl Müsavi Olacağız?……………………. 117
3. “S: Rum ve Ermeniler’in hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kerre tecavüze başlıyorlar, bir kerre ‘Hürriyet ve Meşrutiyet bizimdir, biz yaptık’ diyorlar; bizi me’yus ediyorlar.……………………………. 119
4. “S: Yahudi ve Nasârâ ile muhabbetten Kur’an ’da nehiy vardır; لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ Bununla beraber nasıl dost olunur? Dersiniz.……………………………………… 119
Kasdî, ifsatlı, ama cehaletli hatalarından ÜÇÜNCÜ ÖRNEK: 134
Cehaletli, idraksiz ve donukluklarının DÖRDÜNCÜ ÖRNEĞİ: 138
Nurun parlak, keskin hüccetlerine karşı gizli şebekeler adına çıkanların humuklu teşvişlerinin BEŞİNCİ ÖRNEĞİ:………………………………………………………………… 139
Cehl-i mürekkep ile hakikatı tersinden alarak tahrif edip değerlendirmelerinin ALTINCI ÖRNEĞİ:………………………………………………………………… 142
Ve haddi aşarak kafalarında sakladıkları donuk, karanlık anlayışlarını ve akidelerinde biriken ve kursaklarında yığılan zehirleri kusan YEDİNCİ ÖRNEK: 148
Gerçeği tersine çeviren, Hristiyanlık inancını öne çıkaran Tekin’in ve hempâsının ürettikleri SEKİZİNCİ ÖRNEK:……………………………………………………………… 151
Ve tenakuzlu ve sünnette (Hadis-i şeriflerde) yeri olmayan, amma Tekin Ahmet’in kafasından uydurduğu ve hadis diye ileri sürdüğü gülünç iddialarından DOKUZUNCU ÖRNEK: 160
Ve şimdi de, önceleri Süleymaniye Vakfı yobaz Vahhâbilerinin dillerine doladıkları şeyi ki: “Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın, İzhar kitabından sonra, üç ay zarfında medrese usûlüne göre on beş senede okunabilen ilimleri okuyup bitirdiğini inkârları tarzında, karşı gelmesinin cehâletli ONUNCU ÖRNEĞİ: 162
MEVLÂNÂ HALİD HAZRETLERİNİN CÜBBESİ……………. 166
TEKİN AHMET’İN DİĞER ZIRVALAMALARI:……………….. 168
Ve yine abes ve mevzu’la alakası olmayan cehaletli bir şeyler karalayarak, gûyâ Müslümanların idarecierinin kendilerinden olmasını emreden bazı ayetlerin meallerini vermek suretiyle sergilemiş olduğu abeskârlığının ON BİRİNCİ ÖRNEĞİ:………………………………………………………….. 172
Ve mütezendikâne bir edâ içinde rezil iftira ile Bediüzzaman’a mal etmek istediği karalama bühtanlarının ON İKİNCİ ÖRNEĞİ:…………………………………………………………….. 174
Ve bu eşhasın câhilâne ve İslâm şeriatının uygulamasına ters olarak indî ve şahsî yorumlarından ON ÜÇÜNCÜ ÖRNEK:………………………………………………………….. 177
Tekin Ahmet, zırvalamalarının bir yerinde Hazret-i Üstad hakkında ne diyor biliyor musunuz, diyor ki: “Üstad’ın içine düştüğü açmazlar, içinden çıkılabilecek gibi değildir.” 180
Ve yine Tekin Ahmet ve hempâlarının şahsen mahrum ve uzak oldukları Allah’ın bazı has kullarına bahşeylediği vehbî ilim ve nuru, kendi şahıslarına kıyas ederek, inkâr ve uzaktan hükmeyleme gibi hamâkatlıca dil uzatmalarının ON DÖRDÜNCÜ ÖRNEĞİ: 180
ON BEŞ GÜNDE KUR’AN’I HIFZETMESİ…………………………. 183
VE NETİCEYE BAĞLARKEN 186
BİR ZEYL
KADİR MISIROĞLU’NUN EĞRİ TERAZİSİ 193
Hülasalı bir fezleke: Kadir Mısıroğlunun, Bediüzzaman hakkında hakikate, yazılı kayıtlı gerçek metinlere ve Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat yazılı kendi ifadelerine dayanarak değil, hurefelere, uydurmasyon hayalî beyanlara istinaden yazdığı ve aleme ilan ettiği eğri terazili iddiasına karşı şu ispatlı, senedli, tahkikli yazımızdaki birkaç temel esasları fezlekeli bir şekilde başta burada sıralamak istiyorum:………….. 193
Mısıroğlunun yazdıklarını dayandırdığı kişilerden birisi Prof. Dr. Osman Turan; ikincisi Celaleddin Ökten hocadır. Bu iki şahsın ki, (eğer gerçekten anlatmışlarsa) Mısıroğluna anlattıklarının aslı-faslı olmadığını belgelerle ispatını yapacağım.………………………………………………………………………………………………… 199
Birinci Bölümü: “II. Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said Nursî merhum, o zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II. Abdülhamidin hakkında ileri geri sözler söylemiş. Güya demiş ki: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım…” demiş. 199
İkinci Bölümü: “Bediüzzamanın Mısıroğlunun batıl yorumlarına göre- bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş.”……………………………………….. 199
Üçüncü Bölümü: Yine fasid yorumlarına göre: “Bundan sonra Mabeyne gelmiş, Padişahla görüşmek istemişse de, belindeki hançerini -ısrarlara rağmen- çıkarmadığı için görüşme vaki’ olamamıştır.” 199
“Daha sonra Sultan Reşatla görüşen Said-i Nursi, ondan (Sultan Reşattan) Van’da te’sis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır. Vefatında, bu altınlardan arta kalanlar, benim Eskişehir Askeri ceza evinden hapishane arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşakta kalmış. O da bunları bozdurarak bu günkü “Hayrat vakfı”nı kurmuştur.” 212
Şimdide gelelim, Mısıroğlunun Prof. Dr. Osman Turan’dan işittim dediği nakil ve rivayetine: 219
Rivayetin metni şöyledir: “Bediüzzaman Said-i Nursi, 1960 yılında vefatıyla nihayetlenen Urfa seyahatine çıkarken, Ankara’daki evlerini (Osman Turanın kayin validesi Sultan II.Abdulhamid’in torunu Namıka Sultan Hanımla beraber yaşadıkları evlerini) ziyaret etmiş ve Namıka Sultandan dedesi adına helallık istemiş ve Said-i Nursi merhum şu sözlerle kendisinden helallık dilemiştir:…………………………………………………………………. 219
Güya Bediüzzaman demiş: “Biz gençlik saikasıyla ittihatçıların propagandalarına kapılarak dedeniz merhum Sultan Abdülhamid Han Hazretleri hakkında itale-i kelamda (dil uzatma) bulunduk. Onun (bir) varisi sıfatıyla sizden helallık diliyorum. Bende bir ölüm yolcusuyum. Kabre az mesafem kaldı. Onun namına bana hakkınızı helal ediniz!…” 220
Ege Üniversitesi Türk Dünyası Araştırmaları Enstitüsü Öğretim Görevlisi, değerli edebiyatçı, sadık kardeşim, arkadaşım muhterem Maksud Belen Hocanın takrizidir.
TAKRİZ
Bu vatanda düşmanlarının elinden garip olmuş, akla gelmeyen maceralara sürülmüş, ağlamış, ağlatılmış birçok fedâkâr vardır. Onlar vatan ve millet uğruna kendilerini feda etmişler, hain diye damgalanmışlar, sürgün edilmişler, öz yurtlarında gurbet hayatı yaşamışlardır. Bu gariplerin garibi, küfür ve dalâlet asrının zifiri karanlığını dağıtan muhteşem bir güneşi, zamanın bir benzeri ve örneği olmayan büyük şahsiyeti Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleridir.
Hayal dünyasında yaşamıyoruz. Olayları olduğu gibi kabul ediyor, gerçeklerin ortaya çıkarılmasını istiyoruz. Rastgele yürüyerek koşarak gerçekler görülmez. Alain: “Düşünmek için durmak lazımdır” der. İlim adamı, filozof ve sanatkâr durur, derinleştirir ve uzun uzun yoklar. Ama ne yazık ki, bugüne kadar, yıllardır, ideolojik şartlanmışlıkla karşı görüşün varlığına bile tahammül edilemeyen günümüz Türkiyesinde her önüne gelen, Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleriyle alakalı olarak, yoklamadan, derinleşmeden, çalakalem, rastgele yazılar yazmış, düzmece tefrikalarla onu gözden düşürmeye çalışmıştır. Nice nice, yazar diye takdim edilen kimseler, Bediüzzaman güneşini balçıkla sıvayıp örtmeye yeltenmişler; isim yapmış şöhretler, devlet adamları ve tanınmış yazarlar da kitaplarında, makalelerinde Said-i Nursî gerçeğini tamamen ters yüz ederek takdim etmeye çalışmışlardır. Bunlardan bazıları kendi sahalarında her ne kadar bilgili ve otorite olsalar da Bediüzzaman konusunda son derece cahildirler, bilmiyorlar, bilemiyorlar ve de bilmek istemiyorlar. Ziya Paşa’nın: “Erbâb-ı Kemâli çekemez nâkıs olanlar
Rencîde olur dîde-i huffâş ziyâdan” beytinde dile getirdiği gibi, yarasanın gözünün ışıktan incinmesi gibi, onların da Bediüzzaman nurundan, ışığından gözleri rahatsız olmuştur, incinmektedirler.
Ortada, masumiyeti yüzlerce mahkemelerde kaziye-i muhkeme halini almış, ilim dünyasınca kabul görmüş ve bilirkişilerce tasvip edilmiş; olayları objektif açıdan ele alan, gerçekleri akla uygun şekilde izah ederken Kur’an ve Hadis beraberliğinde kâinat kitabını sayfa sayfa okuyan, İslâm âleminin geleceğine temel teşkil edecek düşünceler, metotlar sunan ve Müslümanların ilim ve teknik sahasında hakimiyetini hazırlayan, inkârı imkansız bir “Risale-i Nur” olayı vardır. Sosyal hayatın maddi, manevi ve siyasi ortamında derin izler bırakan bu fikir hareketine ve “Nurculuk” tabiri ile “Said-i Nursî” ismine asla, sınır çekilip şüphe gölgesi düşürülemez!..
Muhterem Abdülkadir Badıllı’nın, Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretlerine ve Risale-i Nurlara gelen tenkit ve itirazlara, bundan önceki kitaplarında olduğu gibi bu defa da, “Hakikat Semasından Müfterilerin Başlarına İnen Ateşli Şahaplar” kitabında, “Kur’an, Hadis, Risale-i Nur ve Sadık Şahitler” kaynaklı ve mesnetli olarak; gerçekçilik zeminine tesbit edilmiş, ilim ahlâk ve geleneğine yakışır bir şekilde verdiği muknî, müsbit cevaplar gerçekten tebrik ve takdire şayandır. O, Hazret-i Bediüzzaman’ın: “Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin.” vasiyetine bi-hakkın uyarak Üstadına ve Risale-i Nurlara gerçek ve sadık bir talebe olduğunu yaşayarak gösteren bir Nur talebesidir.
Kitabı bitirince ve hatta ilk sayfalarını okuyunca aynı kanaata sizler de varacaksınız. Bunda hiç tereddütüm yok. Bu kitap için hak ve nur yolunu tutanların, marşı, neşîdesidir desem sezâdır…
Yürüdüğün bu sadakat çizgisinde yeni istidatlar seni takip edecektir, gönüller dolusu tebrik ve teşekkürler Abdülkadir Badıllı Ağabey!.. Nice sağlıklı, uzun ömürler dilerim.
Selam, Hüdâ’ya tabi olanlara olsun.
Maksut Belen
بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِ
اَلْحَمْدُ لِلّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ وَ الصَّلاَةُ وَ السَّلاَمُ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ
TAKDİM
Bana bir kitap gönderdi bir dostum; meşguliyetlerimden dolayı açıp da bakamamıştım. Sonra bir gün açıp baktım, gördüm ki: Hâşâ!.. Kitap, ismiyle alakası olmayan bir iftirânâme düzmecesi… Hem gördüm ki, yalan, bühtan ve tahrif halitasından yoğurulmuş bir saldırganlık fezlekesi… Hem onda gördüm ki, İslâmın müçtehit, muhaddis ve mücedditlerinin Kur’an’dan ve sünnetten aldıkları nurlu, müstakim fehim ve anlayışlarının zıddıyla, haddini hadsiz derece aşmış ve Kur’an ayetlerini kendi şahsi rey ve keyfine göre uydurmaya çalışan, ama kitabına da “Kur’an Dersi” diye ad koyan bir şahıs olarak karşıma çıktı.
Evet, adı geçen kitabın mahiyeti aynen böyle. Bu iddiamı ispat etmezsem o vasıflarla ben muttasıf olayım.
Kitabı yazanın ismi “Ahmet Tekin”. Yani Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) en büyük ikinci ismi olan “Ahmed” değil, Ahmet.([1])
Bu ismi ben tanımıyorum; kimdir, neyin nesidir?.. İslâmın icmâ-i ümmetinin akide ve anlayışı çerçevesinde İslâmı anlayan ve anlatan ve Allah’ın Kur’an’la gönderdiği mukaddes dine hizmet yolunda istikametli, nurlu eserler vermiş ve hakka hizmetlerde bulunmuş birisi olarak işitmemişim. Her ne kadar, bu adamın kendisine uygun bazı televizyon kanallarında bir takım sohbetler yaptığını ve bazı kitapları olduğunu internetten öğreniyoruz. Fakat onun o sohbetleri ve kitapları, şu elimizdeki “Diyologculara Kur’an Dersi” tipi şeyler ise ve yalan, iftira ve cehil halitasından ibaret ise, Allah korusun…
Peki bu adam kimdir acaba?!.. Bence o, kimliğini kendisi izhar eylemiş, yani yazdığı kitabı, İslâm dininin ikinci ana direği ve büyük rüknü olan hadis ve sünnet ilmini ve mefâhimini bilmeyen, belki de görmeyen, görmüşse de hiç nazar-ı itibara almayan, ayrıca da İslâmın dört hak mezhebinin dahi imam ve müçtehitlerinin din namına istikametkarane teşrih eyledikleri nurlu içtihatlarına hiç iltifat etmeyen bir şahıs olarak karşımızda arz-ı dîdâr etmektedir.
Yazarın vaziyeti böyle olunca, kitabında görülen tarz-ı üslûp ve menfice bozma hâl ve hareketi ve buna uyan tahripçi girişimi ile, bir gizli ifsat komitesinin militan bir elemanı, ya da maşası olduğu hakkında kuvvetli işaretler veriyor gibidir.
Böylece, mezkûr hal ve vaziyetleriyle menfi işaretler veren bu kitabın şu vaziyetlerini, hakikatli ve müskit cevaplar ihtiva eden kitabımızın sahifeleri arasında şeksiz ispatlarla ortaya koyacağız inşaallah.
Kitabın yazarı iftiranamesinde sergilediği mütereddi tavırlarla çok aleni olarak, o muazzez Üstadü’l- enâm Hazret-i Bediüzzaman’a gayet bî-edebane özel bir maşalık üslûpla saldırgancasına olan iftiralarına karşı, bizim de من تكبّر على المتكبِر صدقة kaziyesine uyarak, hilim ve kavl-i leyyin ile değil, onun üslûbuyla, ama iftira ederek değil, hakikatın keskin kılıncıyla mukabele etme durumundayız. Bu bizim bir hakkımızdır. Bu şahıs, gerçi yer yer “Merhum Üstad, rahmetlik Said Nursi” gibi kelimeler kullanmaktadır. Ama arkasında tahrifli iftiralarını da düzmektedir ki bu, bir adam birisine : “Haşa senden ama, sen şusun, busun.” diye şetmetmesine benzer. Yani bu adamın zahir suretteki bazı lâfları samimi olmadığı gibi, bir aldatmacadır.
Evet meseleyi künhüyle bilemeyen, hakikatını tam müdrik olamayan ve yakından alakadar olup tetkik edemeyen ve uzaktan bakan bazı din alimlerimizin veya safîkalp bir kısım din kardeşlerimizin, belki de kendine göre iyi bir niyetle Nurlara ve mesleğine karşı bir takım itiraz ve tenkitlerini elbette hoş görürüz; ve hilm ve sekinet içinde medar-ı tenkit olan meseleyi izah ederek anlatırız. Bunu Cenab-ı müellif Üstadımız da hep tavsiye eder.([2]) Amma bu vaziyetin, bilerek kasıt ve garazla düşmanâne bir tavırla sırf Nurları ve Nur Müellifini çürütmek; gizli düşman bazı komiteler adına tenkit ve itirazlarla, iftira ve yalanlarla Nurlara karşı cephe almak ise, işte o zaman durum değişir. Üstadımızın: “Ben şimdiye kadar hilaf ile vifakı bir yapmak fikrinde idim. Enaniyete karşı gelmek, daha ziyade kabarmak havfiyleانّ للباطل صولة ثمّ تضمّحلّ emeliyle hakikatı sükut içinde sakladım” ya da, Yunanistan’lı büyük din alimi (Aslen Balıkesir Gönen’li) Hafız Ali Reşad’ın:
“Zenbe nâdim, gayri hadim, din için hep hadimiz
Neşr için nur mesleği satvetli seyf-i sârimiz” dediği gibi.
Ve yine Üstadımız Hazret-i Bediüzzaman’ın “… Benlikleri firavunlaşmış derecede imana ve Risale- Nur’a hücumları zamanında onlara karşı tedâfü vaziyetimizde tevazu ve mahviyet göstermek büyük bir cinayet ve hıyanettir. Ve o tevazu, tezellül hükmünde bir ahlak-ı rezile olur.”([3]) dediği gibi, artık sulh yolu ile bilerek yanlış telakkilere alınmış meseleleri sükûnet içinde anlatma işi kapanmış, sinsi muarızları hak ve hakikatın haydarane darbeleriyle tar u mar edip, hâk ile yeksan etmeye gücümüz bi-iznillah vardır.
İspat edip ortaya koyacağımız meseleleri, yani iftira ve yalanlarla saldırıya uğramış meseleleri deşifre edip yazarken, kimseye yalan ile iftira etmeyeceğiz. Ben iftirayı bir namertlik, bir münafıklık şiarı kabul edenlerdenim. Umum Nur Talebeleri de öyledir. Hele yalanı Allah’a olan imanıma zıt, muğayir ve çirkin bir şey bilenlerdenim.
MAHUT KİTABIN İSMİ
Kitaba, daha ilk başta isminden, çirkin bir yalan ve kabih bir iftira mekanizması olduğu anlaşılmaktadır ki, “Türkü Hristiyanlaştırma, İslâmı Tasfiye Taşeronlarına, Diyalogçulara Kur’an Dersi” şeklinde isim verilmiş.
Bu tabirle ünvanlaştırılan kitap, bir müfsit komiteye mensubiyeti ifade ediyor ki, o zaviyeden doğru iftira şaklabanlıklarının baykuşluğunu yapacağı anlaşılıyor. Bu ise, Türkiye’de yaşamakta olan Türk, Kürt, Arap vd. tüm Müslümanlara fevkalâde çirkin bir hakarettir. Yani Türkiye Müslümanlarının cahil, müzebzib ve dinlerine bağlılıkları ince bir iple bağlı olduğu, basit bir propaganda ile hemen Hristiyanlaştırılabilecek kimseler olduğunu iddia etmekdir. Böylesi bir iddia ise, ya çatlak ve oynak bir aklın hamakatındandır, ya da Hristiyanlık için çabalayan misyonerler tarafından kiralanmış menfi yönden propagandacı bir militanlıktır.
İngilizler dört yüz sene Hindistan’da hakim olarak kaldı, Hristiyanlaştırmak için her çeşit araç ve gereci kullandı da, acaba kaç kişiyi Hristiyanlaştırabildi?..
Tarih gösteriyor ki, Asr-ı Saadet’ten şimdiye kadar hiçbir Müslümanın akli muhakeme ile İslâmı bırakıp Hristiyan olduğu görülmemiştir. Ama taklit, makam, para vesaireye kanıp Hristiyanlaşanlar olmuşsa da bunlar pek azdır. Lâkin Hristiyanlardan gelip Müslüman olanlar pek çoktur, milyonlarcadır. Bugün dahi, dünyada Müslüman olanlar günlük yüz kişiden aşağı değildir.
Mahut kitapta, Fethullah Gülen Hoca, İlahiyatçı Prof. Dr. Hayrettin Karaman ve eski Diyanet reisliği yapmış Prof. Dr. Süleyman Ateş’e ağır hakaret ve çirkin yakıştırmalar var. Bu zatlar hayatta oldukları ve her birisi bu şahıs gibi yüz tanesini yüz sene okutacak İslâmî ilim ve bilgiye sahip oldukları ve buna cevap vermekten aciz olmadıkları için, bizi bu zatlar namına müdafaaya sevk etmemektedir.
Bununla beraber, mahut kitabın yazarı, mezkur üç zat-ı muhteremin kitaplarından naklen aktardığı: “Kur’an’daki Yahudi ve Hristiyanları tevbih edip azarlayan ayetler, eski zamanda Asr-ı Saadet’te yaşamış Yahudi ve Hristiyanlara aittir, bu zamandakilere değil.” bir de yine o zatlardan naklen: “İslâm dini ile, Yahudi ve Hristiyan dinleri her üçü de, bugünkü haliyle de aynı seviyede hak ve semavî dinlerdir” gibi bir takım iddialar hakikaten varid olmuşsa (Şahsen bu üç zevat-ı kiramın o kitaplarını bizzat görüp tahkik etmiş değilim). Lakin Tekin Ahmet’in, elimizdeki bu kitabında Hz. Üstad Bediüzzamandan diye aktardığı tahrif ve iftiralı şekildeki gibi ise, o zaman iş değişir. Ben bir Risale-i Nur talebesi olarak o gibi telakkilere, ya da içtihatlara katılmadığımı, hatalı ve hatarlı gördüğümü burada peşinen belirtmek isterim.
Abdülkadir Badıllı
GİRİŞ
Kendilerini Kur’ancı takdim ederek, lâkin hakikat noktasında Kur’an’ın Kâinat-şümul mefahim ve kanunlarından habersiz ve bî-behre iken, Kur’an isminin gölgesine sığınan ve o ismi menfi ideolojik mefkurelerine alet ve siper yapmaya yeltenen Ahmet Tekin isimli şahsın yazdığı, belki de ona yazdırıldığı, “Diyalogçulara Kur’an Dersi” adlı tezvirnamesinde yer alan tahrif ve iftiralar pek çoktur. Bunları biz birkaç madde halinde ele alarak, açık ve seçik bir tahlil süzgecinden geçirip tartacağız ve ehl-i hakikat ve basiretin gözleri önüne vaz’edip hakemliklerine bırakacağız, ta ki zahir ve bahir görülsün ve bilinsin ki, bu yalanların, bu iftiraların kökü derindir. Şimdi değil, eskilerden beri aynı metot, aynı sistem ile gizli mihrakların emirberliği namına yapıla geldiğini herkes görsün. Evet, Üstat Bediüzzaman Said-i Nursî Hazretleriyle düşmanlık içinde böyle uğraşanların kimler olduğunun, gayelerinin ne olduğunun deşifre edilip meydana çıkarılması gerekmektedir.
Sual: Acaba hakikaten, şimdi olduğu gibi, eskilerde Bediüzzamanla menfi ideolojik akımlar hesabına, ya da sinsi ifsat komiteleri adına, düşmanlık içinde uğraşanlar oldu mu?.. Ve bunlar son derece namertçe ve münafıkâne çirkefli iftiraları sıçratmaya teşebbüs ettiler mi?.. Ve bu sinsi, münafık gibi insanlar neler yazıp neler dediler?!..
Cevap: Evet, Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, hikmetinin iktizası olarak, bir dâr-ı imtihan olan dünyada imtihana tabi tuttuğu insanları, bilhassa insanların rehber ve mürşitleri olan peygamberleri ve peygamberlerin vârisleri olan büyük ulema, müçtehit ve evliyaları, onun dinini tebliğ vazifesinde, o imtihanın en zor ve çetin olanından -derecelerine göre- geçirmeyi âdet etmiştir. Şu ahir zamanın en dehşetli şer ve fitneleri zamanında enbiyaya mutlak surette tabi olmuş olan Bediüzzaman gibi bir müceddid-i ulülazmı da âdetullah olan o imtihanla imtihan eylemiştir. O zat ise, bu imtihandan muzaffer olarak salim ve ganim çıkmıştır.
Evet, bu sırr-ı imtihanla kaderin hikmetli kanunu ve izniyle ona düşmanlık eden, sûikastlar hazırlayan, zehirler yutturan; ayrıca da münafıkâne iftiralarda bulunan, onun hak ve hakikat olan, Kur’an’ın ve sünnetin malı bulunan ifade ve beyanlarını (ya cehalet ve gabavetlerinden veya münafıkane sinsi garazlarından) tahrif ederek, zıtlarıyla manalandırmaya yeltenen gruplar, resmî ve gayrı resmî şahıslar, onun hayatı boyunca bulundukları gibi, şimdi halen de bulunmaktadırlar. Ama hususiyle Hazreti Üstadın vefatından sonra, “derin devlet”in direktifleriyle çeşitli sahte broşürleri, reddiyeleri, adı sanı olmayan matbaalar adını vererek dağıttılar. Şu söylediğimiz hadiseler ispatlıdır, kat’îdir. Belgeleri tarihçelerde, hususiyle Mufassal Tarihçe-i Hayat’ta tafsilen kayıtlıdır. Ayrıca da merhum Eşref Edip Fergan Bey’in (Sebilürreşad mecmuası sahibi) araştırıp yazdığı “ Risale-i Nur Muarızları Yazarların İsnatları Hakkında İlmî Bir Tahlil” adlı kitaba da bakılması tavsiye olunur. İsterseniz, mevzuun makamıyla alakalı olarak, önce cenab-ı müellif-i Nur mübeccel Üstad’ı dinleyelim, sonra da diğer bazı örneklere atf-ı nazar edelim:
1. T.C. ilk devre meb’usu (milletvekili) Erzurumlu Muhammed Salih Yeşiloğlu’nun, Üstad’ın hayat menkıbesiyle ilgili sorduğu suallerine karşı Üstad’ın yazdığı bir mektubundan:
“Otuz sene evvel([4]) Dâr-ül Hikmet a’zası iken, bir gün arkadaşımızdan ve Dâr-ül Hikmet a’zasından Seyyid Sa’deddin Paşa dedi ki: "Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebide ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki, bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremiyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız." diye senin i’damına hükmetmişler. Kendini muhafaza et." Ben de "Tevekkeltü Alallah, ecel birdir, tegayyür etmez" dedim.
İşte bu komite, otuz sene belki kırk seneden beri hem tevessü’ etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa([5]) imha için hapse ve onbir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi ondokuz defa oldu.)([6])” Emirdağ Lahikası-1 (193)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, sözünü ettiği şu gizli zendeka ve gizli ifsat komitelerinden çok defalar mektup ve müdafaalarında bahseder. 1948’de Afyon hapsine alındığında Savcı Abdullah Gönen: “Türkiye’de öyle gizli komiteler falan yoktur” şeklindeki iddiasına karşı, Hazret-i Üstad: “Savcının bu davası yalandır ki, Kominist ve Mason ve Taşnak gibi komiteler lisan-ı halleriyle. “Bu iftiradır, biz meydandayız.” derler; ve otuz seneden beri emsalsiz bir tarzda Said’in başına gelen elim hadiseler, hususan bu on ay tecrid-i mutlak (Afyon hapsindeki tecrit) ve Said’in her şeyi bırakıp bütün kuvvetiyle Kur’an için o mütecaviz din düşmanlarına karşı yüz Nur Risaleleriyle galibâne çalışması, o yalan davayı yüz cihetle tekzip eder…”([7])
Evet, daha ilk başlarda, İttihad-Terakki fırkası içinde çöreklenen Farmason gizli zendeka grubuyla başlayan ve sonraları birbirlerinden görevi devralmalarıyla silsile halinde devam eden ve gele gele 1947’lerde İçişleri bakanını kandırmaları sonucu, Hazret-i Üstad’ı öldürmek için gelen iş’arlar üzerine bir bedbaht amirin emriyle bir memurun eliyle Emirdağ’ında Üstad’ın su testisine zehir koydurtulması gibi, aynı günlerde, vazifeli üst bir memurun emri altındaki bir polisin girişimiyle de son derece şeni’ bir iftirayı düzmeye kalkışıldı. Bir kağıda: “Her akşam tepsilerle yemek ve baklavalar ve içkilerle birlikte fahişe kadınların onun evine girip çıktıklarını gördüm.” diye yazarak bu kağıdı herhangi bir adama şahit olarak imza ettirmeye çok çalışmışlar, fakat bu vicdansızca şahitlik için kimseyi bulamamışlar. En son bir sarhoş ayyaşı yakalayıp tehdit ederek: “Gel bunu imza et.” demişler. O adam ayyaş ama vicdanı kiralık olmadığı için, kağıdı görünce: “Tevbeler tevbesi, bu rezil iftirayı kimse imza etmez. Çünki herkes o zatı bilir ve tanır.” demiştir. Bu feci hadise “Emirdağ Lâhikası-1” kitabında hülasayla ve “Mufassal Tarihçe-i Hayat” eserimizde tafsilen kayıtlıdır.
Şimdi de, bu son üç dört senelerde “Süleymaniye Vakfı” adamları, hususan “Bayındır” soyadlı bir hoca ve arkasından bu Ahmet Tekin, öncelerinde ise, Haydar Baş isimli bir şahsın damad-ı hümayunu ve “Yeni Mesaj” gazetesi başyazarı Muharrem Bayraktar ve aynı gazetenin diğer bir yazarı Emin Koç ve başka bir yazar Aytunç Altındal gibi şahıslar, adı geçen gizli ifsat ve zendeka komitesinin kumandası altında iş ve ağız birliği yaparak herbirisi başka bir yandan iftiralı saldırılarına mukabil “Güneş Üflemekle Sönmez” adı kitabımızla, bütün yalanlı iftiralarını, bühtanlı hokkabazlıklarını gün yüzüne çıkarıp ve hakikat meydanına döküp ayaklarımızla çiğner tarzında tarumar eyledik, elhamdülillah.
Şimdi ise, yeniden aynı ağız, aynı metot, aynı üslûp ile, iftira mekanizmasının komutasını eline alan şu Ahmet Tekin’e dönüyoruz. Gerçi bizim adı geçen “Güneş Üflemekle Sönmez” kitabımız, yeni ve Masonik bir ağızla meydana çıkan bu şahsın ve benzerlerinin iftirakâr sözlerine de cevap ise de, lâkin manevi harp ve cihat seccal olduğu için, yeniden ve tekraren hakikat süpürgesini elimize alarak iftira ve bühtan kazuratlarını temizlemeye başlamak durumundayız. Allah (CC) tevfik ihsan eyleye.
Abdülkadir BADILLI
MÜHİM BİR MÜLAHAZA
Kitabımızın “Giriş” bölümünden sonra, Ulemâ-yı İslâmın en mümtaz, en a’lem ve en büyüklerinden sayılan İmam-ı Gazalî, İmam Celaleddin-i Süyûtî ve İbnu Hazemel Endülüsî ve İmam-ı Tahavî gibi zatların akide-i ehl-i İslâm noktasından hakikatlı, ilmî ve müstakim görüşlerini kitabımıza Birinci Bölüm yaparak derc etmek istiyoruz. Akide ve tahkikli müvazeneler etrafındaki tartışmalar şu birkaç maddeler etrafındadır.
Birinci Madde: Peygamberimiz Efendimiz Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) risalet ve tebliğini işitenlerin ve ona iman etmeyenlerin tamamı kâfir ve ehl-i cehennem midirler? Bunları bir sınıflandırmanın (yani Resulullah’ın risaletini işitme şekil ve telakkilerinin) imkânı, (akıl dini olan İslâma göre) yok mudur?
İkinci Madde: Bu zamanlarda da, nev-i beşer içinde Fetret devrinin bazı iz ve kalıntıları yok mudur? Çünki Fetret ehli, ehl-i necattırlar?
Üçüncü Madde: Cehenneme giren çok zayıf imanlı da olsa, ehl-i imanın azap müddetini geçirdikten sonra, Cehennemden çıkartılıp kurtulmaları nasıl olacaktır?
Dördüncü Madde: Ebedi cehennemlik olan kâfirlerin cehennemdeki vaziyetleri nasıl olacaktır, hep aynı tarz dehşetli ve şiddetli olarak azapları bitmeden mi devam edecektir?
İşte bu maddelerdeki suâllerin cevabını bulmak, ufak bir araştırmayı gerektirmektedir. Buna göre kitabımız üç fasıllı olacak.
Birinci faslı, az üstteki dört madde ve suâllerin cevabı etrafında olacak. İkinci Faslı, Tekin Ahmet’in ve benzerlerinin tahrif ve iftiralarına karşı cevapları ihtiva edecek. Üçüncü Faslı, aynı şahsın dindeki cehalet ve bilgisizliklerini ortaya koyacaktır.
BİRİNCİ FASLIN BİR MUKADDİMESİ
Eskideki Haricîler ve bir kısım Mu’tezileler bazan kendilerini Kur’ancı ve Kur’an’a karşı sadakatlı kimseler addediyorlardı da, hadis ve sünnete iltifat etmez, hatta belki inkâr edip kabul etmez bir vaziyette idiler. Şimdi de, o zamanki hadisçe “Mârikîn” ünvanını almış o Haricîler yerine, bu zamanda da kendilerine “Selefî” veya “Kur’ancı” adını vermiş kimseler de Resulullâh’ın (A.S.M.) hadis ve sünnetini inkâr ve kabul etmeme suretinde arz-ı endam edenler görünmektedirler. Ehl-i sünnet ve’l-cemâat icmâının ittifakıyla: “Sünneti bilmeyen Kur’an’ı anlayamaz.” Evet, çünki hadis, Kur’an’ın şerhi, tercümesi ve tatbikatıdır.
Bu makamda teberrüken İmam Celâleddîn-i Süyûtî’nin (R.A.) “El-Hâvî li’l- Fetava” kitabından çok mühim birkaç sözünü nakletmek istiyorum, diyor ki:
“Malumdur, Kur’an’da mücmel, müphem ve muhtemeller vardır. Bu her üçü de sünnete (yani hadîse) muhtaçtır ki, onu açıklasın, tayin etsin ve izah eylesin. Kat’iyyen sabittir ki, Hazret-i Ömer bin el-Hattab (R.A.) demiştir ki: “İleride bir kavim çıkacak, sizinle Kur’an’ın müteşabihatıyla mücadele edecek. Siz onları hadislerle tutun. Çünkü ashab-ı sünen (hadis alimleri) Allah’ın kitabını (Kur’an’ı) daha çok iyi bilirler.”
İmam Süyûtî Hazretleri devam ederek der ki: “İbn-i Sa’ad,([8]) Abdullah bin Abbas’tan (R.A.) tahriç etmiş olduğu bir rivayette demiş ki: “Hazret-i Ali (R.A.) beni Hâricîlerle gidip konuşmam için gönderdiğinde, bana dedi ki: “Onlara git, onlarla mühasame yap (yani tartış) fakat Kur’an ile deliller getirerek tartışma. Çünkü Kur’an çok vücûha sahiptir (yani, ayetin çok çeşitli manaları vardır). Amma sünnet ile onlarla tartış. Hazret-i İbn-i Abbas (R.A.) Hazret-i Ali’ye (R.A.): “Ya Emîre’l-mü’minîn, ben onlardan çok daha Kitabullahı bilirim. O, evlerimizde nazil oldu. Hazret-i Ali (R.A.) demiş: “Evet doğru söylüyorsun, fakat Kur’an, çok yüzleri olan bir cemaldir (bir güzelliktir). Sen Kur’an’dan söylersin, onlar da söyler. Amma eğer sünnet ile onlarla tartışırsan, onlarda kaçacak bir yer kalmaz.”
Hazret-i İbn-i Abbas (R.A.), onlara gider, sünnetin delilleriyle onlarla tartışır, onların elinde bir delil, kaçacak bir yer kalmaz olur.
Yine Hazret-i Celâleddîn-i Süyûtî (R.A.) demiş ki: “Yahya bin ebî Kesir demiş: ‘Sünnet, Kur’an’a kadîdir. Yani onun manalarını izhar eyleyip tefsir edendir.”
Hem yine İmam Süyûtî demiştir ki: “İmam Fahredin-i Râzî demiş: Kur’an hem muhkemata, hem de müteşabihata müştemildir. Müteşabihat kısmının anlaşılması teviller tarikıyla olan ilme muhtaçtır. Bu ilmin öğrenilmesi için ise, birçok ilimlere ihtiyaç gösterir, lûgat, nahv, maânî, beyan ve usûlü’l-fıkıh vesair gibi ilimler lazımdır.”([9]) İmam Süyûtî (R.A.) bahsin sonunu bağlarken der ki: “Ben de derim: Madem hakikat böyledir, nasıl olur, Kuran’ın fehmi için şart kılınan şu ilimlerden birisinde dahi yakîniyet elde edemeyen bir adam, ki (bu ilimler on beş kadardır) Kur’an’da alimmiş gibi, konuşması nasıl helal ve câiz olabilir. Ve Kur’an’ın ayetleriyle, herhangi bir hüküm, ya da herhangi bir meselede, istidlâl yolundan cahil ve şartlarının tahsilinden aciz iken, deliller getirmeye nasıl cür’et edebilir. İşte bu kabil kimseler hakkında varid olmuş olan şu hadis-i şerife dikkat etmek gerekmektedir:
من قال فى القرآن بغير علم فليتبوّأ مقعده من النّار
Başka bir rivayette hadisin son cümlesi yerine : فقد كفر denilmiştir. “Yani, kim ki, ilimsiz bir tarzda Kur’an’ı kendi görüşüyle tefsir ederse, o kişi cehennemde yerini hazırlasın.” İkinci rivayette ise: “O kimse küfre girmiş olur.”
İşte görüldüğü üzere, Kur’an’ın geniş manalarının hakkıyla anlaşılabilmesi için, az üstte adları geçen on beş kadar ilimlerin gerçek manasıyla tahsilinden gayrı, Resulullah’ın (A.S.M.) sünnetinin çok geniş ilimlerinin kâmil manasıyla bilinmesine vâbestedir. Evet, çünkü hadis, Kur’an’ın manalarının şerhli tatbikatıdır. Ehl-i sünnet ve’l-cemaatın dahi müçtehit ve kamil müceddit alimleri de bunu böyle kabul etmiş ve böyle amel etmişlerdir. Hadisçe “Mârikler” diye vasıflandırılmış. Haricîler ve onların bu zamandaki mukallit çömezleri ise, varsınlar Mârikliklerinde ısrar etsinler.
BİRİNCİ FASIL
BÜYÜK İSLÂM ULEMÂSININ GÖRÜŞLERİ
BİRİNCİ FASLIN BİRİNCİ MADDESİ
Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafa’nın (A.S.M.) peygamberlik veya risaletinin tebliğini işitenlerin birkaç sınıf ve fırkada olduğunu tahlil ve teşrih edip izah eden İmam-ı Gazâlî (R.A.) ve İmam-ı Celâleddîni’s- Süyûtî’dir (R.A.)([10]) Ve bir de bu iki zatın kitaplarında araştırma yapan Dârü’l-Fünûn-ı Osmâniye muallimlerinden ilm-i kelâm hocası Abdüllâtîf-i Harpûtî’dir.
Önce İmam-ı Gazâlî’den (R.A.) başlayalım: Gazâlî Hazretleri (R.A.) Hazret-i Aişe’den (R.A.) rivayet edilmiş bir hadis-i şerifi naklettikten sonra, çok mühim ve rahmet-i vâsia-i İlâhiyye noktasından gayet değerli, nâfiz bir içtihat ve kıyaslarla bir meseleyi vuzûha kavuşturmuştur. Hadis-i şerif şöyledir (meâlen): “Hazret-i Âişe (R.A.) demiş ki: Bir gece Peygamberi (A.S.M.) kaybettim. Onu bulmak için etrafa baktım, gördüm ki, “meşrube” denilen üstü açık odacıkta namaz kılıyor. Onun başı üstünde üç nurun parladığını gördüm. Resulullah (A.S.M.) namazını bitirdikten sonra: “O kim?” dedi. Dedim: “Ben Aişe Yâ Resulallah!” Dedi: “Sen o üç nuru gördün mü?” Dedim: “Evet, Yâ Resulallah.” Bunun üzerine ferman etti ki: “Rabbimden (Rabbim tarafından) birisi bana geldi, bana şöyle bir müjde verdi ki, Allâhu Teâlâ ümmetimdem yetmiş binini hesapsız ve azapsız cennete koyacaktır. Sonra, ikinci nur içinde Rabbim tarafından gelen birisi de beni şöyle müjdeledi ki: Allâhu Teâlâ ümmetimden o yetmiş binden herbirisinin yerinde yetmiş binini daha hesapsız ve azapsız cennete koyacaktır. Sonra, üçüncü nurun içinde Rabbim tarafından gelen birisi de beni müjdeledi ki: Allâhu Teâlâ ümmetimden herbirisinin yerinde yetmiş bin olarak fazlalaşanların herbirisinin yerine de yetmiş binini daha hesapsız ve azapsız cennete idhal edecektir.”
Hazret-i Âişe (R.A.) der ki: “Ben, Yâ Resulallah senin ümmetin bu sayıya ulaşmıyor ki!” dedim. Resulullah Efendimiz (A.S.M.) ferman buyurdular ki: “Size, namazı, orucu olmayan A’raptan bu sayıyı Allah tekmil edecektir.”
Bu hadis-i sahihin naklinden sonra Hazret-i Gazâlî der ki:
“İşte bu hadis ve emsali haberler gibi rahmet-i İlâhiyenin genişliğini bildiren rivayetler çoktur. Ve bu iş, has olarak ümmet-i Muhammed (A.S.M.) hakkında olmakla beraber derim ki: O (geniş) rahmet-i İlâhiyye geçmiş ümmetlerin çoğuna da şâmildir. Her ne kadar o ümmetlerin birçoğu ateşe arz olunurlarsa da. Onlardan bir kısmı, ya bir lâhza, ya da bir saatte, yahut da, öyle bir müddette olur ki, ona, “ateşe gösterildi” diye isim verilmesi olacak.
Hatta ben diyebilirim ki, bu zamanda da Rum Hristiyanlardan çoğu ve Türkler de rahmet-i İlâhiyenin şümûlü içinde olacaklardır, inşaallahü Teâlâ. Yani, onlar ki Rum diyarlarının en uzak semtlerinde, Türkler de (Uzak Doğu gibi) yerlerde bulunduklarından, Kur’an ve Resûl-i Zîşân’ın daveti onlara ulaşmayanlardır. Bunlar ise üç sınıftırlar:
1. Sınıf: Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) ismi kendilerine hiç ulaşmamış kimselerdir. İşte bunlar ma’zurlardır (tekliften muaftırlar).
2. Sınıf: Peygamber’in (A.S.M.) ismi ve vasfı, peygamberden zuhur etmiş mucizeleri kendilerine ulaşmış ve İslâm beldelerine mücavir, komşu olup Müslümanlarla görüşmeleri olanlardır. İşte bunlar, eğer İslâm davetini kabul etmemişlerse, o durumda bunlar mülhid kâfirlerdir.
3. Sınıf ise: Evvelki iki sınıfın ortasındadırlar ki, bunlara Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) ismi ulaşmış, ama sıfat ve vasfı ulaşmamıştır. Belki de bunlar çocukluklarından beri Peygamber (A.S.M.) hakkında işittikleri şudur: “Yalancı, aldatıcı birisi çıkmış, ismi Muhammed olup peygamberlik davasında bulunmuştur. Nasıl ki bizim Müslümanların çocukları duymuşlar ki: “Adı Mukaffi’ olan bir yalancı, Allahın kendisini peygamber olarak gönderdiğini yalandan dava etmesi” gibi bir şey.
İşte bunlar da, bana göre, evvelki sınıf manasındadırlar. Çünkü, bunlar Peygamber’in (A.S.M.) hakiki isim ve vasfını değil, evsafının zıddını işitmişlerdir. Bunun için o işitme bunları gerçeği araştırma hususunda tahrik edici olmamıştır.”
İşte Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (R.A.), halis ve ra’nâ ve isabetli bir içtihad ile fasledip Dîn-i Muhammedî adına ortaya koyduğu hükmü ve re’yi budur. O zât-ı müçtehid, ne Eş’arîlik, ne Matürîdîlik, ne de Şafi’î ve hanefîlik adına konuşmuyor. Çünkü o zat, hem müçtehittir, hem müceddittir. Yani avamlar gibi mukallit değildir. Kur’an ve sünnet adına hüküm veriyor.
Hakikat-ı hâl böyle iken, bazı molla ve hocalarımız, Hazret-i Bediüzzaman’ın İkinci Cihan Harbinde bombalar ateşi altında helâk olup felâketler çeken, mazlum ve bîhaber Hristiyanların masum çoluk çocuklarının, çaresiz kadın ve hastalarının o zulüm ve ceberut içinde ölümleri hakkında: “On beş yaşına kadar olan çocukların, hangi dinde olursa olsun, şehit hükmündedir. On beş yaşından yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu cehennemden kurtarır. Çünkü, âhirzamandamadem fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkâydlık gelmiş, ilh…
İşte İmam-ı Gazâlî’nin (R.A.) zamanı H. 450 (M. 1058) dir ki, Üstad’ın o mektubu yazdığı seneden 882 sene evveldir. Hicriye göre olsa, 900 küsûr sene olmuş olur. Hazret-i İmam’ın zamanı ki, İslâmın şa’şaalı devridir, hem Asr-ı Saâdet’e daha çok yakındır. O zamanda o tarz bir çeşit fetret hükmediyorsa, dokuz yüz sene sonraki zamanda o fetretlik herhalde daha fazla olacaktır. Bununla beraber, Hazret-i Üstad büyük İslâm alimleri arasında tartışmalı bir mevzu’ olan “Fetret var mı, yok mu?” kritiğine girmeden “fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkâytlık gelmiş” diyor, mahzâ fetret hükmediyor demiyor. O gibi felâketlerde helâk olan Hristiyan çocukları için “Şehit hükmündedir” diyor. Bunun esbâb-ı mûcibesini ise; suçsuz olarak o dehşetli harplerde felâketlerin içindeki ölümlerini gösteriyor. Hükmî şehitlik İslâm şeriatında, Müslümanlar için kat’î varlığı sahih hadislerle ortada. Hristiyanların da o gibi savaşların çıkmasından tamamen habersiz ve bîgünah olanları da rahmet-i İlâhiyeden hiç nasipleri olmaması mümkün değildir.
Bir hocamız, haddini aşmış bir gazetecinin kendini dinin her umûrunu biliyormuşçasına, Hazret-i Üstad’ın az üstte bahsi geçen mektubundaki rasih içtihadına dil uzatınca, ona İmam-ı Gazâlî’nin mezkûr eserindeki içtihadını bildirmiş ama, Gazâlî Hazretlerinin Eş’arî ve Şâfi’î olduğunu iş’âr ederek Bediüzzaman’ın da aynı mezhepte olduğunu ve kendi mezhebi hesabına konuştuğunu söylemiş.
Oysa ki Gazâlî Hazretleri aynı eserinde Hanbelîlerin Eş’arîlere, Eş’arîler de Hanbelî ve Hanefîlere bazı yanlış zanlarla tekfir izafe etmelerini çok hatalı gördüğünü yazmıştır. (Bkz. Aynı eser s. 79)
Netice olarak, İmam-ı Gazâlî de, Hazret-i Bediüzzaman da, birer ulü’l-azm müçtehid ve müceddid olarak doğrudan vâris-i Nebî olup din adına hükme varmış ve karar vermişlerdir.
Diğer basit bazı mollaların bu mevzudaki zıt sözleri, abes lâkırdılardan ibarettir.
Ve İmam-ı Celâleddin-es Süyûtî ne demiş?
İşte o zat-ı müceddid’in bu bahis ile alâkadar hükümlü sözleri şöyledir:
وما كنّا معذّبين حتّى نبعث رسولا
kavl-i celîline ittibâen, ehl-i kelâm ve usûlden Eş’arî imamlarımızla beraber, Şafi’î fukahaları da bu ayetin hükmüne göre, Resulullah (A.S.M.) ve Kur’an’ın daveti ulaşamamış kimselerin vefatları vuku’ bulduğu takdirde ehl-i necat olacaklarında müttefiktirler. Bazı fukaha ise, bu ayete dayanarak demişler ki: “Davet kendisine ulaşıp da inat etmemiş ise ve bir elçi kendisine gelmiş de, o elçiyi yalanlamamış ise, öldüğü zaman azap görmeyecektir. Çünkü öyleleri fetretin asliyeti üzerindedirler…([11])
Ve bu iki müceddit ve müçtehit zatların müçtehidâne olan nafiz hükümlerini ele alan, bilhassa İmam-ı Gazâlî Hazretlerinin teblîğ-i risalet hakkındaki hükmü ki Peygamberin (A.S.M.) risaletini duyma şeklinin üç çeşit olduğuna dâir beyanını tahlil eden kelâm alimi Abdüllâtif Harpûtî “Tenkihu’l-kelâm fî akâidi’l-İslâm” isimli eserinde o çeşit ve sınıfları ehemmiyetle kaydettikten sonra şu hükme varmaktadır: “Gazâlî’den nakil ile zikrolunan şu tahkik, beynennâs deveran eden birçok kîl ü kâli ref’ ve halletmiştir.”([12])
BİRİNCİ FASLIN İKİNCİ MADDESİ
Bu zamanda insanlık aleminde “Fetret” devrinin bazı iz ve kalıntıları olup olmadığı hakkındadır.
Bu meseleyi de, eski büyük İslâm ulemasından soracağız.
Birinci madde İmam-ı Gazâlî ve İmam-ı Süyûtî’nin içtihatlı görüşleri içinde şu “fetret” meselesine de işaretleri geçmiştir.
Şimdi burada meselenin (fetret meselesinin) bir kısım ana prensiplerinin izahını başta İmam-ı Süyûtî’den soruyoruz. O zat-ı müceddit der ki:
“Ehl-i fetret hakkında birçok hadis-i şerif varid olmuştur ki, bunlar kıyamet gününde imtihana çekilecekleridir. Ayetler ise, bunların ta’zib edilmeyeceklerine işaret vermektedirler. Buna göre asrın hafızı Şayhülislâm Ebu’l-fadl bin Hacer bazı kitaplarında şu hükme meyletmiş demiştir ki: “Peygamber’in (A.S.M.) âlinin, yani bi’setten evvel vefat etmiş familyasının kıyamet günündeki imtihanda, peygambere bir ikram olarak itâatı ikrar edecekleri umulur, ta ki Peygamber’in gönlü mahzun olmasın.”
Süyûtî Hazretleri devam ederek der ki: “Hafız ibn-i Hacer’in ‘El-İsâbeh’ nam kitabında gördüm ki der: “Birkaç tarike gelen bir hadiste, pîr-i fani ihtiyarların ve fetret devrinde vefat edenlerin ve anadan doğma gözsüz olanların (ekmeh olanların) ve sağır doğanların ve mecnun doğanların, ya da, kendisine davet ulaşmadan, yahut da buluğ çağına yetişmeden evvel deliliğe uğrayanların ve daha bunlar gibi arızalı kimselerin kıyamet gününde: “Eğer akıl ile düşünebilseydim, ya da tezekkür edebilseydim, iman edecektim” diye ellerinde hüccetli delilleri olabileceği için, onlar için cehennem azabı kalkacaktır, ilh…” İmam-ı Süyûtî bu hadisi, İmam-ı Ahmed bin Hanbel ve İshak bin Raheveyh’in “Müsned” kitaplarında ve Beyhâkî “El-İ’tikad” kitabında tashih ile, Esved bin Şurey’, (R.A.) Resulullah’tan (A.S.M.) alarak nakletmiştir.” diyor.
İşte, fetret manasını ve zamanını her ne kadar bazı ulema, Hazret-i Îsa (A.S.) ile Hazret-i Muhammed (A.S.M.) arasındaki altı yüz küsur senelik zamana münhasır saymışlarsa da, büyük bir çoğunluktaki ulema ise, davetin tebliği (yani Peygamberimizin (A.S.M.) ve Kur’an’ın davetlerinin tebliği) ulaşılmamış ve ulaşılmayan herkes fetretin asliyeti üzerindedir demişlerdir. İsterseniz misal için Süyûtî Hazretlerinin “Mesâlikü’l-Hunefâ” adlı eserinin 42. sayfalarındaki ayetler, hadisler ve ulemanın bu mevzu’daki re’ylerini dikkatle okuyun. Ve büyük müfessir Elûsî’nin “Rûhü’l-Meânî” tefsiri, 15. cildinin 42. sayfasından itibaren serdeylediği delil ve hüccetlere dikkatle bakınız.
BİRİNCİ FASLIN ÜÇÜNCÜ MADDESİ
Cehenneme girecek (çok zayıf imanlı da olsa) ehl-i imanın azap müddetini bitirip geçirdikten sonra, cehennemden çıkartılıp cennete idhalleri nasıl olacaktır?
Bu maddenin ispatına delil getirmeye gerek yoktur. Çünkü pek çok sahih hadislerle sabit olduğu gibi, İslâm alimlerinin icmâı ile de kat’îdir. Ancak bu iş ve muamele, yine Peygamber’in (A.S.M.) şefaatıyla gerçekleşeceğinde ittifaklıdır. Bu mevzuda bir iki me’haz vererek geçmek istiyorum:
1. Fahreddin-i Râzî, Tefsîru’l-Kebîr, C. 3, s. 145.
2. İbnü Hazem el-Endelüsî, El- Muhallâ bi’l-Âsâr, C. 1, s. 3.
3. Kadi Ali ibnü’l-İzz ed-Dimeşkî, Şerhu Akîdetu’t-Tahâvîyye, C. 2, s. 521.
4. Taftazânî, Şerhü’l-Makâsıd, C. 5, s. 132-135.
BİRİNCİ FASLIN DÖRDÜNCÜ MADDESİ
Ebedi cehennemlik olan kafirlerin cehennemdeki halleri nasıl olacaktır, hep aynı tarz dehşetli ve şiddetli olan azapları bitmeden devam mı edecektir?
Önce bu Dördüncü Maddenin yazılmasına sebep teşkil eden Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî’nin “İşârâtü’l-İ’câz” isimli eserinde kaydetmiş olduğu bu mevzula alakadar nüktesinden başlayalım. Bu nüktenin kaynaklarını derince araştırmamış bazı muhterem hocalarımızla beraber, yarım yamalak bilgilere sahip diğer bazı şahıslar da buna bir takım itirazları vaki olmuş, olmaktadır.
İşte Hazret-i Bediüzzaman’ın tefsir sadedindeki nüktesi: “Kâfirlerin cehennemde ebedî ve daimî kalmalarını uygun ve müstehak gören adalet-i İlâhiye ve onun hikmeti yanında İlâhî merhamet cihetine de uygun gelir mi?
Cevap: Ahirette kâfirler hakkında tasavvur edilebilecek şey, ya mutlak bir adem, bir yok olmadır, yahut da azap içindeki bir vücutta kalma ve bulunmadır. İşte buna göre, cehenneme dühul, velev ki daimî bir hulûd da olsa (yani onda ebedi kalmak da olsa) ve cehennem ebeden onların daimi kalacak evleri de olsa; lâkin yaptıkları amellerinin cezası tamam olup bittikten sonra, lâyık ve müstehak olduklarından değil, belki dünyada işledikleri bazı hayırlı amellerinin mükâfatı olarak cehennem ve azabıyla bir çeşit ülfet ve onunla bir nevi intiba’ etmekle hayli bir tahfifat hasıl olacağına hadislerde işaretler varid olmuştur. İşte bu noktadan lâyık olmadıkları halde kâfirlere de bir nevi merhamet vechi!..”([13])
Şimdi Hazret-i Üstad’ın bu husustaki ihtilaflı ayrı ayrı görüşlerin üstüne çıkarak umumun ittifak edebileceği bir seviyede şerhli beyanı acaba eski İslâm muhakkikleri arasında da mevzu’ olmuş mudur?
C: Evet olmuştur. Birkaç me’hazın ismini nümûne olarak gösterip sonra da bu me’hazlarda geçen mühim bazı hadislerin metinlerinden ve ülemanın bunlar üstünde yaptıkları yorumlarından bazı örnekler vereceğim:
Birincisi: Kadi Ali ibni Ebi’l-İzz’in, “Şerhu Akîdetü’t-Tahaviyye” kitabı.
İkincisi: Muhiddîn-i Arabî’nin, “Füsûsu’l-Hikem” eseri.
Üçüncüsü: Şemsüddin ebi Abdullahe’l-Ensârî el-Kurtûbî’nin, “Et-Tezkire” isimli kitabı.
Dördüncüsü: Osmanlı son devrinin ilm-i kelâm alimlerinden Abdüllâtif el-Harpûtî’nin, “Tenkîhu’l- Kelâm fî Akâidi’l- İslâm” kitabı…
Sırasıyla me’hazlardaki hadis ve yorumlarını getiriyoruz:
1. “Şerhu Akîdetü’t-Tahâviyye” cilt 2, sayfa 624-628’de: Hazret-i Hasan (R.A.) Hazret-i Ömer’den (R.A.) naklen kaydedilen bir rivayette;([14]) ve İbnü Mes’ud’dan (R.A.) gelen ve Ebu Hureyre’den de (R.A.) aynen menkul olan şu hadis mealen: “Cehenneme öyle bir zaman gelecektir ki içinde hiçbir kimse olmayacaktır.”
Ebu Hureyre’nin (R.A.) rivayeti olan hadisi ki, İbnü’l-Kayyim “Hadiyl- Ervah” kitabı sayfa 252’de İshak bin Raheveyh’den senediyle Ebu Hureyre’ye dayandırmıştır. Ebu Hureyre (R.A.) demiş, mealen: “Ben bildiğimi dememeklik içinde olamam ki: “Cehennem öyle bir gün gelecektir ki, içinde hiçbir kimse kalmayacaktır.” İshak bin Raheveyh’in hocası Ubeydullah: “Bu rivayetin senedi sahihtir.” demiştir.
Ve muhaddis-i celil Abd bin Humayd meşhur tefsirinde senediyle beraber Hazret-i Ömer’den (R.A.) rivayet ediyor ki: “Hazret-i Ömer (R.A.) mealen demiş: “Eğer cennem ehli ateşte “alic” çölünün kum taneleri kadar kalsalar da, onlar için bu meselede bir vakitleri olacak ve o vakit de cehennemden çıkacaklardır.’” Bu rivayetin râvisi olan zat, Nebe’ Suresi 23. ayeti olan لابثين فيها احقابا de kaydederek demiş ki: Cehennem, Allah’ın gazabının icabıdır. Cennet de rahmetinin icabıdır. Allah’ın rahmeti ise, O’nun gazabını sebkat etmiştir (geri bırakmıştır) mealinde sahih hadis-i şerif vardır.
2. Muhiddin-i ibnü’l- Arabî (K.S.) demiştir ki: “Cehennem ehli, ateş içinde azap çekeceklerdir. Amma bir zaman sonra, tabiatları değişecek ve ateşli bir tabiatla devam edeceklerdir.”([15])
3. Şemseddin ebi Abdullah el-Ensârî el-Kurtûbî’nin “Et-Tezkiretü fî Ahvâli’l-mevtâ ve’l-ahireti” isimli kitabında, Ebubekir el-Bezzâr, Abdullah bin Amr bin el-Astan, senediyle mevkuf olarak zikreylediği şu rivayet: “Cehennem üzerine bir zaman gelecek onun kapılarında rüzgarlar esecek, içinde hiç kimse kalmamış olacak.”([16])
Bu rivayeti Yakub bin Süfyan kendi tarih kitabında başka bir tarik ile şöyle zikreder: “Cehenneme öyle bir zaman gelecek ki, kapıları açık olarak sallanacak, onun için de hiç kimse olmayacak.”([17])
4. Abdüllâtif el- Harpûtî’nin, “Tenkîhu’l-Kelâm fi Akâidi’l-İslâm” eseri, sayfa 343’te: “Cehennemde daimi kalacak olanlardan azabın tahfif olunması hakkında şefaatın kabul buyurulması…” diye bir izahı vardır.
BİR MÜLÂHAZA
Nümunelik olarak verdiğimiz kaynaklarda geçen sahih ve sarih haber ve eserlerin zahir metinlerinde: “Cehennemin mezkur hal ve vaziyetleri ehl-i tevhid içindir, kâfirler için değildir” diye bir sarahat olmadığı halde, İslâmın büyük alim ve muhakkikleri bu eser ve haberleri tefsir ederken: “Cehennemin kesbedeceği o vaziyet, ancak ehl-i tevhid ve iman için olup işledikleri büyük günahlar yüzünden cehennemlik olmalarına bakmaktadır.” demişlerdir. Çünkü o gibi haberlerin zahirine göre, eğer cehennemde hiç kimse kalmayacak ve tamamen boş ve atıl kalacak olursa, fenaya ma’ruz olup yok olması ve bitmesi demek olur. Oysa ki cehennem ve cennet âlem-i bekâdandırlar, fena ve zeval onlara ârız olması mümkün değildir diye fikir beyan etmişlerdir. Ayrıca, bazı ayetlerin zahir metinleri ehl-i imandan isyan ehli kimseler hakkında da “ebedî kalacaklar” gibi ifadelerinin manalarını “müksü’t-tavil” yani uzun zaman bekleme ile tefsir etmişlerdir. Bu hususta Sâd-ı Teftazân’i’nin “Şerhu’l-Makâsıd” eseri, 5. cilt sayfa 131’deki kısımlara bakılabilir.
Ulema-i İslâmın bu tercihlerine elbette ki edep içinde hürmetkârız. Ancak sahabe-i kiramdan nakledilmiş eser ve haberlerin zahir metinleri de nazar-ı i’tibardan tamamen uzak tutulması lazım olduğu gibi, cehennem denilen celal ve azamet-i İlâhiyenin bir tecellîgâhı olan o ülke sadece hapishane vazifesini gören bir yer ve mekan değildir ki, mahkumlardan tamamen boşaldığı zaman bütün bütün terk edilip harap olmaya yüz tutsun. Cennet ve cehennem âlem-i bekânın menzilleridir, hal-i hazırda onun hapishane kısmı insanlardan boş bulundukları halde, vücutları ezel cânibinden var olarak devam etmektedir. Şayet ileride mahkumlardan tamamen boşalsa da, başka iş ve başka vazifelerde istihdam olunması hikmet-i İlâhiyenin iktizasından olması derkârdır. Bir aciz ve cahil olarak bu mevzuda sözü uzatmadan Hazret-i Bediüzzaman’ın hakikatı tayin eden bir iki hikmet-âmiz sözünü kaydetmek istiyorum:
“Evet cehennem ise, hayr-ı mahz olan daire-i vücûdun Hâkim-i Zülcelâlinin hâkimâne ve âdilâne bir hapishane vazifesini gören dehşetli ve celalli bir mevcut ülkesidir. Hapishane vazifesini de görmekle beraber başka pek çok vazifeleri var ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekâya ait hizmetleri var. Ve zebani gibi pek çok zîhayatın celaldârâne meskenleridir.”([18])
“…Bir Zât-ı Zülcelâlin kemal-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden uzak değildir ki, cehennem-i kübrayı elektrik lambalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip ahirete bakan semanın yıldızlarını onunla iş’âl etsin, hararet ve kuvvet versin. Yani, alem-i nur olan cennetten yıldızlara nur verip cehennemden nar ve hararet göndersin. Aynı halde o cehennemin bir kısmını ehl-i azaba mesken ve mahbes yapsın…”([19])
Bu makamda ben acizin hatırına geldi ki, dilden dile dolaşan bir rivayette “Hazret-i Mehdi (A.S.) geldiği zaman, İslâm aleminde bazı içtihadî muhalefet içinde devam etmekte olan mezhepleri tevhid edip birleştirir.” Şu tevhid-i mezahib ameliyesi, herhalde fıkıh ve ilmihâlin çok teferruatlı ve dağınık amel ve tatbikatı olmasa gerek. Belki akîde ve usûle taalluk eden kısmı olması lazımdır. İşte Hazret-i Bediüzzaman (R.A.) dinî usûl, akîde ve kelâmında bunu başarmıştır diyebilirim. Çünkü o zât-ı kerîm kader meselesinde olsun, fetret mevzuunda olsun ve şu üstünde durduğumuz meselelerde olsun, daima ehl-i sünnet ve’l- cemaatin müttefekun-aleyh görüşlerini öne sürmüştür. Akîde ve usûlüddin imamlarından Mâtürîdî ve Eş’arî arasındaki farklı görüşlerden birisini benimseyip de, (birçok ulemanın yaptığı gibi) kendi imamının görüşlerinde asabiyet gösterenler gibi olmamıştır; daima Kur’an, Hadis ve icmâ-i ümmetin tarafına meyil göstermiş, muhalif tarafa itaplı sözlerden içtinab eylemiştir. Bütün bunların yanında da, kendi nâfiz ve râsih içtihadını da yeri geldiğinde irae etmekten çekinmemiştir, elhamdülillah.
@@@
İKİNCİ FASIL
TAHRİFCİLERİN İFTİRALARINA KARŞI CEVAPLAR
“Diyalogculara Kur’an Dersi” yazarı Ahmet Tekin’in zırvalamalı menfi, tecavüzkâr, iftiralı iddialarına karşı, hak ve hakikat, Kur’an ve Şeriat adına, müspet, müdellel cevaplarımıza([20]) başlıyoruz.
Bu İkinci Fasılda Ahmet Tekin’in yalanlı, iftiralı davalarına, sonraki Fasılda da cahilâne ve keyfice hüküm ve iddialarına bakacağız.
BİRİNCİ İFTİRALI DAVASI İÇİNDEKİ İDDİASI
Sözde Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî: “Hristiyanlar kendi dinlerinden ayrılmadan da Müslüman olabilirler” demiştir” şeklinde kaydetmiş. Dipnotunda da Üstadın Arabî “İşârât-ül İ’caz” eserinin Türkçe tercümesinden bir parağraf koymuştur. Bu tahrife karşı cevabımız:
Bundan üç dört sene önce “Yeni Mesaj” gazetesi başyazarı Muharrem Bayraktar ismindeki şahıs, Ahmet Tekin’in iftirasının daha büyüğünü ve iğrencini yapmış ve gazetesinde yayınlamıştı. O günlerde yazıp yayınladığımız “Güneş Üflemekle Sönmez” kitabımızın 76- 83. sayfaları arasında, Kur’an’ın meşhur ve herkesçe makbul tefsirlerine müracaat ederek Hazret-i Bedüzzaman’ın tefsir eylediği tarzda aynı ayetin tefsirleriyle müskit ve tahkikli cevap vermiş, ağızlarını tıkamış idik. Şimdi aynı “güruh”un yandaş militanlarından olan şu Ahmet Tekin denilen şahıs, meseleyi yeniden mevzu yaptığı için, tekraren az bir temas edeceğim, şöyle ki:
Tekin Ahmet, sözde Hazret-i Üstad’ın I.Cihan Harbi içerisinde yazdığı Arabî “İşârât-ül İ’câz” tefsirinde Bakara suresi 4’ncü ayet olan:
وَالَّذ۪ينَ يُؤْمِنُونَ بِمَٓا اُنْزِلَ اِلَيْكَ وَمَٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِاْلاٰخِرَةِهُمْ يُوقِنُونَ
deki وَمٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ cümlesini tefsir sadedinde: “Ve sana indirilmiş olan kitaba, hem de senden evvel gelmiş peygamberlere indirilmiş kitaplara iman ediyorlar” mealini, gayet mahirâne bir tarzda şöyle tefsir etmiş (Türkçe mealini alıyorum): “Bu gibi tavsifatlar bir teşviki tazammun ediyor. Teşvik ise, inşaî hükümleri tazammun eyler. Mesela, şöyle şöyle iman ediniz ve tefrikaya düşmeyiniz.” gibi hükümleri (…) dedikten sonra وَمٓا اُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ nin makabliyle nazm, diziliş ve bağlanışında dört ayrı letaif bulunmaktadır.” diyerek, birinci, ikinci ve üçüncü letaifler (incelikler) zikredildikten sonra, dördüncü letaifi kaydederken şöyle devam eder:
“Dördüncü Letaif: Bu ayet cümlesinde ehl-i kitabı imana teşvik etmeye ve sonra ünsiyetlendirmeye ve onlara kolaylık göstermeye dair bir işaret vardır ki, sanki onlara der: “Sizin bu yola (Kur’an yoluna) bu çizgiye girmenizde bir zorluk, bir meşakkat, bir sıkıntınız olmaması gerek. Zira siz, birdenbire eski kabuğunuzdan çıkmayacaksınız, belki sadece inandıklarınızı tekmil etmiş olacaksınız. Ve sizin yanınızda müesses olan inancınız üstüne bina edeceksiniz.”
Evet, aslı Arabî olan “İşârâtü’l- İ’câz” tefsirinin tam tercümesi böyledir. Diğer makbul tefsirlerin de tefsir ve şerhleri buna yakın bir tarzda olduğu “Güneş Üflemekle Sönmez” adlı kitabımızda kaydedilmiştir. Ve bu tarz tefsirdeki hüküm, Kur’an’ın o ayetinin bir manasıdır.
Yalnız, müellifin kardeşi büyük alim Molla Abdülmecid’in ise, yaptığı Türkçe tercüme: “Kur’an size bütün bütün dininizi terk etmeyi emretmiyor. Ancak itikadınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor” şeklindedir. Yani İşârât-ül İ’câz’ın Arabî aslı: “Eski kabuğunuzdan birdenbire çıkmayacaksınız, belki sadece inandıklarınızı tekmil etmiş olacaksınız ve sizin yanınızda müesses olan inancınız üstüne bina edeceksiniz” tarzındadır.
İki tercümenin üslûbu arasında az bir fark varsa da, asıl manaya zarar vermemektedir. Hitap ise ehl-i kitabadır. Ehl-i kitap ise hem Yahudiye hem de Hristiyana beraber ve birlikte bakar. O ise, hiç kimse inkar edemez ki semavî bütün dinlerde, hususiyle Yahudî ve Hristiyanın aslı vahiy olan dinlerinde Allah’a, ahirete, peygamberlere ve semavî kitaplara ve melâikelere iman ve itikad mefhumu mevcuttu. Lâkin bilâhare tahrifler vs.lerle bu iki din bozulmaya başladı. Kur’an dahi birçok ayetleriyle bu durumu gösteriyor. Kur’an’ın son kitap olarak gelmesi, elbette ki bozulmuş olan itikatları, tashih vazifesiyle de muvazzaf olduğunu söylemek yerinde olur.
Ayrıca, yukarıda da arz ettiğim gibi, İslâm aleminde yetişmiş ehl-i sünnet müfessir alimlerin hepsi aynı manaya dair şeyler söylemektedirler. İsterseniz Alûsî’nin “Rûhu’l- Maânî” tefsiri ve Fahreddin-i Râzî “Tefsir-i Kebir”inin aynı ayet hakkındaki tefsirlerine bir bakıveriniz.
Hem Hazret-i Üstad’ın ayete verdiği manayı birkaç vecihle te’kid ve takviye eden ayetler vardır. Misal için 3/131, 5/82 son kısmı, yine 5/83, 28/52 ve 28/53,54, 57/27 ve 28 ayetlerine dikkatlice bakılır, teemmül edilirse, kök ve asıl itibariyle Hristiyanlık ve Yahudilik, yani bu iki din elbette vahye ve risalete dayandığı ve ona göre bir inanç ve akideyi iktiza ettiği görülecektir. Fakat tekrarlıca arz ettiğimiz gibi, bilâhere pek çok tahrifatlara maruz kaldıkları için, bugün artık ruh ve manadan soyunmuş bir kuru kabuk, bir isimden ibaret kalmıştır.
Lâkin gel gör ki, Ahmet Tekin ve Muharrem Bayraktar([21]) isimli iki kafadar şahıslar, hiçbir tefsirin hüküm ve reyine, hadîsî ve ilmî izahına bakmadan, kendi kafalarına göre keyfî ve hevesî yorumlarla Kur’an ayetlerini tefsir etmeye ve şahsî reyleriyle hükümler üretip çıkarmaya kalkışmışlardır. İslâmın büyük müfessir, muhaddis, müçtehit, müceddit ve fukahalarına sormadan cahilane içtihatlarda bulunmuşlardır.
İşte bunların temsil ettikleri ve arkalarındaki güruhların telkinatıyla öne sürdükleri o keyfî ve hevesî yorumlardan şu bir iki örneği vermek gerekir:
Birincisi: Muharrem Bayraktar’dır ki demiş: “Said Nursi Hristiyanlara seslenir: ‘Kur’an size bütün bütün dininizi terketmeyi emretmiyor…ilh.” Bunu kaydettikten sonra da: “Halbuki Said Nursi’nin söylediğinin tam aksine Kur’an Hristiyanlara dinlerini tamamen terk etmelerini emreder” diye gevelemiş?!
Burada hemen bu şahsa dönüp desek ki, bir defa Hazret-i Üstad Bediüzzaman yaptığı tefsirde ne Hristiyan, ne de Yahudi dememiş, ehl-i kitap demiş. Sen neden müfessir-i a’zamın umumi hitabını kendi canibinden hususiliğe çeviriyor ve kendi şahsî düşmanlığını Yahudilere değil, yalnız Hristiyanlara münhasır bırakıyorsun? Demek ki, senin bu halinin, bir garazı, pespayeli bir maksadı güttüğü anlaşılıyor. O halde ne sen, ne de refikin Ahmet Tekin, din adına, Kur’an namına konuşmuyorsunuz, konuşamazsınız. Nefis, his, garaz ve cehalet namına konuşuyorsunuz. Ama bilesinizki hak gelir, batılınızı siler süpürür. Bir de yine sorsak ki: “Senin ‘Kur’an Hristiyanlara dinlerini tamamen terk etmelerini emreder’ dediğin hüküm Kur’an’ın neresindedir, söyler misin?!..” Çünki, Kur’an’da öyle bir ayet yoktur. Hele yalnız Hristiyanlara hitap eden hiçbir ayet yoktur.
İkincisi: Şu andaki, kabil-i hitap olmamakla beraber, muhatap Ahmet Tekin’dir ki: “Allah’ın Hristiyanlık diye bir din göndermemesi sebebiyle, Hristiyanlık terk edilmeden İslâm’a girilemez…” diye gevelemiş. Bu Tekin Ahmet de, arkadaşı gibi Yahudiliğin teline de dokunmadan yalnız Hristiyanlık demiş. Demiş de, “Allah öyle bir din göndermedi” hükmünü de basmış. Bu hükmüne de hiç alâkası olmayan iki ayeti sözde iddiasına delil göstermiş. İki ayet diye verdiği ve iki numara verdikten sonra, müfessir kesilerek: “Bunlardaki şart edatı, kendisinden önceki hali kaldırır… ilh”([22]) demiş.
Şimdi buyurun bir de o iki ayetin tefsirlerini üç mühim ve büyük ilim adamının birlikte çalışıp hazırladıkları “Kur’an-ı Kerim ve Türkçe Açıklamalı Meali” isimli tefsirinden okuyalım (Bu kitabı Suudi Arabistan Hükümeti milyonlarcasını bastırıp Mekke ve Medine’deki harem-i şeriflere vakfetmiştir):
[Onlar ki kat’î iman ettiler. (Bazı tefsirlerde: “Onlar ki kat’i iman ettiler’den maksat önceleri münafık iken sonra iman edenlerdir” denilmiş. Ve onlar ki Yahudî ve Nasara ve Sabiîlerden olup geldiler, Allah’a ve ahiret gününe iman edip salih amel işlediler. İşte onların ecir ve mükafatları Rablerinin indindedir ve onlar için artık korku yoktur. Ve hem onlar hüzün ve kedere düşmezler]
İkinci ayetin tefsiri (Aynı tefsirden): “Ya Muhammed! Ehl-i kitaba şöyle de: Bizim yalnız bir Allah’a ve bize indirilene ve daha önceki peygamberlere indirilmiş kitaplara iman ettiğimiz için mi intikamlıca bizden hoşlanmıyorsunuz?.. Bu halinizle (bu düşmanlığınızla) hak yoldan çıkmış fasıklarsınız.”
İşte Tekin Ahmet’in kendi boş lakırdılarına delil diye getirmiş olduğu iki ayetin çok kısaca mealleri böyle. Bay Ahmet Tekin’in: “Hristiyanlık terk edilmeden İslâma girilemez” diyerek, sözde (keyfi tefevvühkarane)([23]) delil diye getirdiği iki ayetle: “Şart edatı kendisinden önceki hali ortadan kaldırır” demiş. Sorarız, bu iki ayette şart edatı hangisidir? Ve öylesi bir şart edatı görünüyor mu?!… Malumdur, şart edatّları اِلاّ ، اِنّما gibi harflerle teşekkül eder. Bence bu şahıs, şart edatı nedir bilmiyor. Gerçi ikinci ayette bir şart edatı vardır, o da هل تنقمون منّا الاّ ان آمنّاdeki الاّ ان آمنّا dır. O ise, ehl-i kitabın (bilhassa Yahudilerin) peygambere karşı intikamkarane adavetlerinin şart ve sebebi, Peygamberin (A.S.M.) ve onunla beraber ümmetinin Allah’a, Kur’an’a ve diğer münzel kitaplara iman etmiş olmalarıdır. Yani bu ayetteki şart edatı, Tekin Efendinin ileri sürdüğü mana ile hiçbir alakası yoktur.
Az üstte de temas ettik, bütün semavî dinlerin kökü vahye ve münzel kitaplara dayanır. Bütün peygamberlerin akide ve iman sahaları aynıdır, imanın altı rükünleridir. Bunlar hiçbir zaman değişmez ve değiştirilemez. Ama sonraları Yahudilerin Üzeyir’i (A.S.), Hristiyanların İsa’yı (A.S.) ibnullah telakki etmeleri gibi inhiraf ve bozukluklarla karşılaşmalar vaki olmuştur. Bundan dolayı Kuran-ı Kerim ehl-i kitabı, bozulmuş olan iman ve akidelerini tashih ve tekmil etmeye davet eyler. “Eski akidenizin her türlüsünü terk edip öyle gelin, iman edin.” diye Kur’an’da bir şey yoktur.
Ama bu vardır ki: “Eski peygamberlerin şeriatları, yani amelî sahadaki uygulamaları pek çok tahrifatlara ve hatalı yorum ve tefsirlere maruz kaldığı için, Kur’an-ı Hakîm son kitap olarak geldi ve o kitapların şeriatlarını nesheyledi. Nesh olunan şeyler ise, tekrar ediyoruz, daha çok amelî sahadaki uygulama ve muamelattadır. Yoksa, akide ve iman meseleleri nesih değil, tashih edilmiştir.
Buna göre tekrar ediyoruz ki, bir Yahudi veya Hristiyanın esas-ı dininde var olan Allah’a, ahirete, melaikeye, peygamberlere ve kitaplara vesair iman rükünlerine olan iman ve inançlarını tamamen terk edip bir kenara bırakarak İslâma ancak öyle girebilirsiniz diye bir şey ne Kur’an’da, ne hadiste yoktur, işareti de yoktur. Belki ancak Kur’an’la ve âhirzaman Peygamberi ile, yanlışlıklara bürünmüş eski akaidlerini tashih ederler. Hadis-i Sahihte:
الانبياء اولاد علاّت (اخوة) من علاّت ودينهم واحد
“Peygamberlerin hepsi baba bir, anneler ayrı kardeşlerdir, dinleri de birdir.”([24]) Yani eski peygamberlerin hepsinin dini İslâmdır buyurulmaktadır.
İşte Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî (R.A.) İşârâtü’l- İ’câz tefsirinde Bakara suresinin dördüncü ayetini tefsir ederken, bütün tefsirlerdeki hükme uygun olarak ayetin ehl-i kitabı İslâm dinine girmeye teşvik ettiğine işarettir demiştir. Yapılan bu teşvik ve terğibin içinde de dört ince nükteyi, tefsir sadedinde gayet mahirane ve üstadane ve gayet derin ve bir Kur’an müfessirine yakışır bir tarzda ilm-i tefsir usûlüyle yazmıştır. Üstad-ı Küll’ün bu tefsiri (İşârâtü’l- İ’câz) 1918’de, Osmanlı Harbiye Nazırı merhum Enver Paşa hayrına iştirak için kağıdını kesesinden vererek, tab’ edildikten sonra, Şeyhülislâmlık kanalıyla da Osmanlı ülkesinin bütün müftülüklerine “En kuvvetli ve en hakikatlı bir Kur’an tefsiridir” diye gönderilmiştir. O günden şimdiye kadar “Bir harp yadigârı” ve i’cazın ayinesi olan bu tefsiri pek çok ulema-ı İslâm görmüş ve takdir ile sena etmiştir.
Demek ki, Hazret-i Üstad Bediüzzaman havadan konuşmamış ve konuşmuyor. Kur’an’ın manasına, ayetlerin mefhumuna muğayir tekellüm etmiyor. Öyle ise, Hazret-i Üstadü’l- enâma itiraz edenler biçare ve hissiyattan mefluç çocuk mocuklardır. Şairin: “Ne bilsin cahil-i nadân nedir mana, nedir terkip” sözüyle, muterizler ya da hususi bir kast ve garazı güden bir gizli ifsat komitesinin militanları olabilir diye hükme varmış bulunuyoruz.
“Güneş Üflemekle Sönmez” adlı kitabımızın 76-83’ncü sahifeleri arasında detaylı bir şekilde şerh ve hallettiğimizden, burada bu birinci maddeye son veriyor, tafsilâtı görmek isteyenleri oraya havale ediyoruz.
İKİNCİ KERİH VE KABİH TAHRİFLİ İFTİRASI
Tekin şöyle yazmış, kasıtlı, iftiralı, tahrifli bühtanını: “Anadolu’da öldürülen Ermenileri şehit sayan, buna kendi keşfi, kerametini delil gösteren…”([25])
Tekin isimli bu şahıs, son derece kabih ve kezzabane iftirasının sözde belgesi diye “Kastamonu Lâhikası” sahife 45’i göstermiş. “Kastamonu Lâhikası” sahife 45’te dediği şeyin olmaması ayrı bir iftirayı yumurtladığı gibi, görmeden, araştırmadan, atma cahilliğini de yapmıştır. Mevzu-u bahisifadeler o kitabın Envar Neşriyat baskısının 75 ve 111’inci sahifelerinde iki ayrı mektup halinde vardır ki, bu şahıs onu tahrif etmiş ve kabih iftirasına şöyle yalandan sermaye yapmıştır:
“Birinci Dünya Savaşında bizimle savaşmış olsa da, bir Hristiyan ölmüşse şehit sayılır, ahirette mükafatı vardır.”
Ey ehl-i iman ve ehl-i vicdan! Gelin şu hakikaten münafıkane bühtan ve iftiralar düzen şahısların habasetlerine bakınız ki, bu kabih ve kerih iftiraları aleme yayan şahıslar, bir gizli ifsat komitesi adına nifak mekanizmasını işleten elemanlardan gayrı kimler olabilir, siz söyleyin.
Gelin beraberce Kastamonu Lâhikası kitabında yazılı asıl metinle, bu şahısların tahrifli iftiralarla yazdıkları şekli karşılaştıralım.([26])
İşte Kastamonu Lâhikası’ndaki metinlerin aslı:
(Gayet ehemmiyetlidir)
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.
Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiç bir haberim yokken Avrupa’da Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O manevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm elem-i şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum.
Eğer o felâketi gören zalimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniyedir.
Eğer o felâketi çekenler, mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasat-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semaviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise, elbette o fedakârlığın manevî ve uhrevî neticesi o kadar büyüktür ki; o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir. Said-i Nursî” Kastamonu Lahikası (111)
İşte Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın hakîmane, nuranîyane ifadesi, ibaresi böyle. Bu tahkikli, rasih dinî görüşe karşı çıkan, bence, üç halden birisiyle müptelâ ve mariz olmalıdırlar.
Birinci hal: Ya din-i İslâmın fıkıh ve şeriatını ve akide imamlarının bu mevzularda ne yazdıklarını bilmeyen, görmeyen ve yalnız kafasına göre, sözde bir İslâm taraftarlığının katı taassubuyla cahil bir hastadır.
İkinci hal: Ya da, Kur’an’ın, Peygamber’in ve İslâm dininin umumî, ihatalı irşad ve tenvirinin mahiyet ve hakikatını anlamadığı, ona karşı cahil olduğu halde, kendisinin yüksek din alimi olduğunu sanan alim-i cahil vasıflı, nadan bir hastadır.
Üçüncü hal: Yahut da, kuvvetlice tahmin ettiğimiz sinsi ve gizli bir ifsat komitesinin kiralık bir elemanıdır, mübtelâ-yı ifsad ve tahriptir.
Evet, Hazret-i Üstad’ın şu taksimatlı hakikat dersi 1940’larda yazıldı ve o günden bu yana hem İslâm hattıyla, hem lâtin harfleriyle pek çok defa yazılıp basıldı ve neşrettirildi. Daha sonraları başta Arapça olarak bir çok dile tercüme edilip yayınlandı. Türkiye ve İslâm alemindeki diğer, pek çok din alimleri onu okudu. Şimdiye kadar hiçbir din aliminden bir itiraz gelmedi, tenkit edilmedi. Öyle ise her yerden kabul ve tastik geldi demektir. Ama şimdi bu son senelerde (müellifin vefatından kırk beş sene sonra) neyin nesi oldukları bilinmeyen, hangi gayenin peşinde oldukları anlaşılmayan, ve din adına konuşmaya hiçbir selâhiyeti olmayan birtakım gazeteci, yazar kılıflı kimseler kalkmış, Hazret-i Üstad’ın nurlu ifadelerini tahrif ile ilaveler yaparak, başka mecralara çekerek aleme yaymaya başlamışlar. Yani kendi sarhoş kafalarına göre Hazret-i Üstad’a, kendilerinde mevcut çirkefi sıçratmak istemişlerdir. Ama bilememişlerdir ki, çirkef içinde puyan olmuş kimselerin çirkefiyle kudsî ve mutahharlar lekelenmezler, her ne ise…
Ahmet Tekin’in çirkin tahriflere uğratarak, hiç alakası olmayan kelimeler ilave edip tenkit ettiği Üstad-ı Pâk’in mevzu-u bahis mektubunu da az sonra, aleme ibret olsun diye kaydediyoruz. O mektuptan evvel şu uzun tahlilli ve ilmî mektubu kaydetmemizin sebebi , bu, onun bir şerhi ve dinî ve ilmî bir izahı olduğu içindir. İşte o mektup:
“Şefkat yüzünden, esasat-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalalet yollarına sapanları çeviren bir hakikattır.
Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir.
Meselâ: Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’an-ın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkâra-ne şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir…” Kastamonu Lahikası (75)
Burada, Tekin Ahmet’in tahriflere uğratıp ilaveler ekleyerek iftirasına medar yaptığı asıl paragrafa (bu mektubun son paragrafına) az sonra geleceğiz de, Ahmet Tekin’e burada bir şunu sormak lâzım ki: Ey bay Tekin! Lozan Andlaşması mucibince, gaddar ve hain İngilizlerin istekleri doğrultusunda Türkiye insanlarının; tarihinden, milliyetinden, dininden, İslâmî örf ve âdetlerinden cebrî ve keyfî kanunlarla koparıldığı ve sonra da Prutluğa girmeleri için zemin hazırlandığı hadisesi hakkında bir müdafaa için sen ne gibi bir şey yazdın acaba?!.. Her ne ise.
Hazret-i Üstad’ın mektubundaki mevzu-ı bahis ifadesinin asıl metnini veriyoruz:
“Bir zaman, eski Harb-i Umumî’de, düşmanların ehl-i İslâma ve bilhâssa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azab çekerdim. Birden kalbime geldi ki: O maktul masumlar şehid olup veli olurlar; fâni hayatları, bâki bir hayata tebdil ediliyor ve zayi’ olan malları sadaka hükmünde olup, bâki bir mal ile mübadele olur. Hattâ o mazlumlar kâfir de olsa, âhirette kendilerine göre o dünyevî âfâttan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki; eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görüp, "Ya Rabbi! Şükür Elhamdülillah" diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum. Said Nursî” Kastamonu Lahikası (75)
İşte, Hazret-i Üstad’ın Kastamonu Lâhikası kitabındaki sıraya göre birinci mektubundaki metnin ifadesi böyle. Bunun üzerinde az duralım. Ne diyor muazzez Hazret-i Üstad:
“Eski Harb-i Umumî’de düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk ve çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan tahammülüm haricinde azap çekerdim” dedikten sonra, o masumların şehit olduklarını, zayi olan malları da sadaka olduğunu, baki bir malla değiştiğini söylüyor. Ve bu meselenin hakikat olduğunu, Kur’an’da ve sünnette var olan beşaretlerin kalbine ihtar edilip geldiğini ifade ediyor. Müslümanların bilhassa masum çoluk ve çocuklarının çektikleri meşakkat, katl ve ihanet meselesinin Kur’an’da ve hadiste kat’î ve sabit olan hakikatını ifadeden sonra ise: “Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevî afattan çektikleri belalara mukabil, rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları vardır ki” diyerek Kur’an’ın, dinin, Şeriatın ve akl-ı selimin reddetmediği bir hakikatı da dile getirmiştir.
Evet, kâfirler de olsa, masum çoluk çocukları, hasta, zaif ve ihtiyarları ve biçare kadınları ve o harbin patlamasında hiçbir müdahalesi ve suçu olmayan insanları vardır. Bunlar bombaların ateşi altında, suçsuz yere parçalanıp ölseler, rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden hiçbir nasipleri olmayacak mıdır?!.. Tekin Ahmet’e göre: “Hayır, olmayacaktır.” Amma, hakka, hakikata, adalet ve rahmet-i İlâhiyeye göre olacaktır.
Bununla beraber, Hazret-i Üstad’ın ifadesinde ve ifadesinin mana ve medlûlünde de olmayan zaid ilaveleri ona ekleyerek: “…Anadolu’da öldürülen Ermenileri şehit sayan” ve “Birinci Dünya Savaşında bizimle savaşmış olsa da bir Hristiyan ölmüşse şehit sayılır, ahirette mükafatı vardır” diye aleme yayan bir kişi herhalde vicdandan, insanlıktan insilah etmiş olması lazımdır. Ve tahmin ediyorum, Tekin Ahmet ve Muharrem Bayraktar isimli şahıslardan gelen şu tahrifli manaladırmalara iyice bakan herkes: “Bunu böyle yayan ancak gizli ve sinsi bir müfsit komitenin eleman adamıdır, vicdanı kiralıktır.” diyecektir. Her ne ise.
Şimdi, acaba insan olarak bir vicdan taşıyan ve fıtratında bir şefkat ve merhamet hissi olan herkes, Hazret-i Üstad’ın bu nurlu ifadesine karşı “Lebbeyk, sadakte yâ eyyühel-Üstad!” demeyecek midir?.. Eğer böyle demiyor ve bu insanlıktaki fıtrî olarak var olan hakikata rağmen tınmıyor, vicdanı ihtizaz duymuyorsa, hele hele Hazret-i Üstad’ın ifadelerini kasd-ı mahsusla tahrifler ilave ederek bşka yan ve yöne çekiyorsa ve ona göre kendi mütefessih, nifaklı anlayışıyla manalandırıyorsa, o durumda bizim onu bir insan sayarak, usül ve edebi içinde hitap etmemizin imkanı kalmamış oluyor.
Evet, cihan allâmesi necip ve aziz Üstad Hazret-i Bediüzzamanın: “Bizimle harp eden Hristiyanlar, ölseler şehit sayılır” veya “Anadolu’da öldürülen Ermeniler şehittir” diye bir sözü, bir ifadesi, bir hükmü asla mesbuk değildir, varid de değildir. Hazret-i Üstad-ı Küll: “Çoluk çocuk” demiş, “masumlar, o işte suçsuzlar, günahsızlar” demiş, “zalim müstebitlere karşı koyarken felaketler çekenler” demiş.
“Anadolu’da öldürülen Ermeniler şehit sayılır” cümlesi Tekin Ahmet’in tahrifli ilavesi olduğu halde, üstünde az durmak istiyorum. Şöyle ki:
1915 Nisan’ında Talat Paşa ve ekibi tarafından gizli ve gayr-ı resmî alınan bir karar gereğince,([27]) Ermenilerin dağa çıkmış, bilfiil devletimizle harbedenleri değil, geri kalan kadın, çoluk çocuk ve yaşlıları harp bölgesinden alınıp güneye götürülürken, pek çok insan yollarda, felâketlerle karşılaşıp ölmediler mi? Bunların çoğu, masum çoluk çocuk değil mi idiler? Acaba bu insanların ahirette adalet ve merhamet-i İlâhiyeden hiçbir nasipleri olmayacak mıdır?!..
Mevzu ile ilgili Üstad’ın Kastamonu Lâhikası kitabındaki ikinci uzun mektubunun bazı bölümleri üstünde de durmak lâzım ise de, az üstte kısaca temas edildiği için şimdilik ferağat eyledik. Yalnız şunu kaydetmek isteriz ki, Üstad’ın bu her iki mektubu, İkinci Dünya Savaşı sırasında yazılmıştır. Bu savaşta Türkiye herhangi bir yanda ve bir harpte değilse de, fikren ve siyaseten hükûmet İngiliz taraftarıdır. Mektupların yazılış sebepleri, beşerin fıtratında mevcut şefkat ve acıma hissiyle, Allah’ın şefkat ve merhametinin çizgisinden aşmamak ve taşmamak ile beraber, o musibetlerde suçsuz, günahsız ve çaresiz insanların, masum çoluk çocukların, yaşlı, hasta, fakir ve biçare kadınların çektikleri felaket ve perişanlıklar, rahmet-i İlâhiyenin şümûllü ihatasından ve “Benim rahmetim, gadabımı geçmiştir.” hadis-i kudsîsi muktezasınca bir mükâfatları, bir hisseleri yok mudur? “Var ise nedir, nasıldır?” diye olan manevî bir suale, hakikat alemi ve canibinden o Üstad-ı küllün kalb-i münevver ve şefkatperverleri aydınlatıcı bir hakikatlı cevap i’ta edilmişse ve bu cevaba “hakikattan haber aldım” ihtarına “ilham” demişse; acaba Kur’an’a, sünnete ve Peygamberin vahiy hakikatının bir hücceti, bir gölgesi olan ümmetinin yüksek tabakası, evliyanın kâmil ilhamlara mazhar kısmının umum ümmetçe kabul ve meşhurluğu ortada olan telâkkisine muhalif midir ki, bay Ahmet Tekin, Hazret-i Üstad’ın “Hakikattan haber aldım.” ifadesini, evliya ve ilham hakikatını inkâr eden camid, inançsız görüşüyle eleştirsin?.. Sadece bir kör döngü içindeki eleştiri ile kalmayıp Hazret-i Bediüzzaman’ı, “Mesihlik iddia ediyor.” kabih iftirasıyla da lekelemeye kalkışsın, öyle mi? Acaba şu alimlik taslayan bay Ahmet Tekin, انّ فى امّتى محدّثون hadis-i şerif ve sahihini hiç duymamış mıdır? Duymuş ise, inkara mı kalkışıyor? Allah korusun.
Bu ikinci mektupta, birinci mektubun icmalli hükmünü izah eden beyanının başına dönersek, Birinci Dünya Savaşı’nda Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın bizzat şahsen ve gönüllü alayına Miralay olarak, iki buçuk sene içinde bulunduğu vaziyetin, hususiyle 1915’ten sonraki zulümlü tehcir hadisesinin akabinde Ermeni çetelerinin Müslüman çoluk çocuklarına, ihtiyar ve hastalarına karşı kudurarak giriştikleri vahşice katliamlardaki zulümleri sürüp giderken, bazı yerlerde Müslümanlar tarafından da Ermenilerin esir alınan, ya da kaçamayıp kalan çoluk çocukları zalim olan kaide-i bîmisil ile kesilip katiller uygulanıyordu. Fakat Üstad Bediüzzaman Hazretleri ise, Peygamberimizin (A.S.M.) bu gibi hallere dair emir ve tavsiyelerine uyarak kendi alayında öylesi zalim uygulamayı yasakladı. Gönüllü alayının eline geçen Ermeni çoluk çocukları ve çaresizlik içinde kalmış ihtiyarlar ve kadınlarını öldürtmeyip Ermeni çetelerine teslim ettirdi. Ermeniler bu insancıl muameleyi Bediüzzaman’dan görünce: “Madem Bediüzzaman bizim çoluk çocuklarımızı bize sağ teslim etti, bundan sonra biz de Müslümanların çoluk çocuklarını öldürmeyeceğiz” dediler ve bunu yer yer uyguladılar. Bu, pek çok mühim ve son derece lüzumlu olan hal bazı yerlerde müsbet şekilde oluşum gösterdi.
Şimdi burada bu münasebetle, Ahmet Tekin denilen şahsın kasdî bir garazla ve düşmanane bir tarzda iftiralarına medar gösterdiği nurlu metinlerin, nasıl sağını solunu makasladığını, yani Hazret-i Üstad’ın o hükmünün illet ve esbab-ı mucibesini nasıl kırpıp attığını beraberce görelim. İşte Hazret-i Üstad, bu mevzuda yazdığı hükümlerin esbab-ı mucibesi ve illeti ile, meselâ şöyle söylüyor: “O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri o musibeti hiçe indirir…”
Şahs-ı müfteri ıtlakına şayeste olan A. Tekin adındaki şahıs ise, hem metni tahrif etmiş, hem Üstad’ın iki ayrı mektubunun değişik ifadelerini ve iki mektubunun paragraflarını birbirine karıştırarak şöyle tahrif edip haram etmiş: “Ne dinde olursa olsun bir nevi şehit hükmündedir. Belki onu cehennemden kurtarır…”([28])
İşte görüyorsunuz, asıl metnin nuranî sütunlarını hainane bir sinsilik içinde nasıl tahrip ediyor ve esbab-ı mucibeli hükmü beyan eden kelime ve cümleleri nasıl kesiyor, yerlerinden koparıp alıyor ve alıp diğer bir cümlenin yanına koyuyor ve rezil iftiralarına me’haz gösteriyor?
Bu nuranî ve ruhanî manaları tahrif ve iftiralarla bazan ve garazlı bühtanlarına alet eden, yani Risale-i Nur’ların Kur’anî ve Peygamberî hüküm ve kaidelerine bilerek ihanet edenlere karşı, Denizli kahramanı büyük veli merhum Hasan Feyzi Efendi’nin söylediği bedduasıyla mukabele etmek isteriz:
(Eğer bilerek kast ve garazla bu ihanete girmiş ise)
“Ey Risale-i Nur! Seni söndürmek isteyen bedbahtların necm-i istikbali sönsün. İzzet ve ikbali ve şan ü şerefi aksine dönsün. Sen sönmez ve ölmez bir nursun.” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 85)
İftiralı ihanetlerle Risale-i Nur’u ve Hazret-i Üstad’ı şaibelendirmek isteyen benzeri kimseler de bu bedduanın tokatını yemeye namzettirler.
———–+++———–
ÜÇÜNCÜ İFTİRALI BÜHTANI ([29])
İftiraları şunlardır:
1. Hazret-i Üstad’ı kasdederek: “Camie ‘bid’at yeri…’ diyen”
2. “Cumayı keyfe keder bir ibadet sayan”
3. “Müslüman-misyoner ittifakının bozulmamasını tavsiye eden”
4. “Üstad gibi İslâmın temel kaynaklarına muhalefet eden tarihte görülmedi”
5. “Kendini Mesih (Hz. İsa) olduğunu söyleyen”([30])
İşte bu, dört beş çirkef kokan maddelerdeki bedbahtça iftira ve bühtanların Hazret-i Üstad Bediüzzaman’a izafe edilmesi Allah’ın arşını titrettiği gibi, iftirayı yapanın ise, nifak perdesine bürünmüş, ruhu kararmış, esfel-i safiline sukut etmiş bir şahıs olduğunu izhar eyliyor. Kutsi, tahir, mutahhar, pâk ve münevver bir zat-ı mürşit Hazret-i Üstad’ın nezih damenine sıçratmak istediği, nifakla karışık iftiralı çamurları yanına da, sözde “Hazret-i Üstaddan” diye birer dipnot işaretini de bırakmış. Oysaki, bu şahsın me’haz diye gösterdiği şeyler, Nurların içinde kayıtlı olan o metinler çok başka bir tarz ve ayrı bir manadadırlar. Gelin beraber tahlil edelim:
İşte, bu şahsın bu bölümde olan birinci maddesi ki: “Camie bid’at yeri deyen..” iftirasıdır. Sözde bunun me’hazı olarak da, Hazret-i Üstad’ın, bu müfteri şahsın yazdığının tam aksiyle, bir büyük ve mühim hakikatı ifade eden umumi, irşadkâr bir mektubundan ayrı ayrı hususları beyan eden iki parçayı yan yana getirip kaydetmiş bu şahıs. Gelin de mezkur mektubun ne kadar da çok şümullü ve Müslümanlar arasında uygulanması pek çok lâzım ve zaruri bir uhuvvet dersi olduğuna beraber bakalım. Mektup, Risale-i Nur talebelerinden fa’âl ve gayyur bir zat olan Hasan Atıf Egemen isimli alim bir zata 1943 yazında yazılmış. Mektubun baş kısmı, selâm, hâl hatır sorma, üç ayları tebrik ve ihlâs işini iki ihlâs risalesine havaleden sonra, üçüncü paragrafta şu pek çok mühim ve lâzım olan nasihatlar yer almaktadır:
“Mesleğimiz, sırr-ı ihlasa dayanıp, hakaik-i imaniye olduğu için; hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve tarafgirliğe ve mübarezeye sevkeden hâlâttan tecerrüd etmeğe mesleğimiz itibariyle mecburuz” (KL:246) dedikten sonra, bir ihtiyar alim ve vaiz zatın, Hazret-i Üstad’ın sakal ile diğer bir sünneti, iki mühim mazerete binaen yerine getirememesi bahanesiyle, Üstad’ın şahsına ve Risale-i Nur’un mesleğine ilişmek istemesine karşı şöyle devam etmiştir:
“Evvelâ: Hem o zât, hem sizler biliniz ki: Ben, Risale-i Nur’un bir hizmetkârıyım ve o dükkânın bir dellâlıyım. O ise (Risale-i Nur), Arş-ı A’zam’la bağlı olan Kur’an-ı Azîmüşşan ile bağlanmış bir hakikî tefsiridir. Benim şahsımdaki kusurat, ona sirayet edemez. Benim yırtık dellâllık elbisem, onun bâki elmaslarının kıymetini tenzil edemez.” (KL:247)
Sonra, aynı mevzu ile alâkalı izahları kavl-i leyyin ve mülâyemetkâr üslûp ile “Saniyen” deyip devam eder. Bu “Saniyen”in üçüncü ve dördüncü paragraflarında neticeyi bağlamak üzere şöyle serd-i kelâm eder:
“Hem, Hasan Avni ismindeki zât, madem evvelce Risale-i Nur’a girmiş ve yazısıyla da iştirak etmiş, o daire içindedir. Onun fikren bir yanlışı varsa da afvediniz. Biz, değil onlar gibi ehl-i diyanet ve tarîkata mensub müslümanlar, şimdi bu acib zamanda, imanı bulunan ve hattâ fırak-ı dâlleden bile olsa onlarla uğraşmamak; ve Allah’ı tanıyan ve âhireti tasdik eden, hristiyan bile olsa, onlarla medar-ı niza’ noktaları medar-ı münakaşa etmemeyi; hem bu acib zaman, hem mesleğimiz, hem kudsî hizmetimiz iktiza ediyor. Ve Risale-i Nur’un Âlem-i İslâm’da intişarına karşı, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye cihetinde maniler çıkmamak için, Risale-i Nur şakirdleri musalahakârane vaziyeti almağa mükelleftirler.” Kastamonu Lahikası (247 )
Ve neticenin neticesi olarak, mevzuu “Saniyen”in dördüncü paragrafında şöyle bağlıyor:
“Sakın hocaların Cuma ve cemaatlerine ilişmeyiniz. İştirak etmeseniz de, iştirak edenleri tenkid etmeyiniz. Gerçi İmam-ı Rabbanî demiş ki: "Bid’a olan yerlere girmeyiniz." Maksadı, sevabı olmaz demektir; yoksa, namaz battal olur değil. Çünki selef-i sâlihînden bir kısmı, Yezid ve Velid gibi şahısların arkasında namaz kılmışlar. Eğer mescide gidip gelmekte kebaire maruz kalırsa, halvethanesinde bulunması lâzımdır.” Kastamonu Lahikası (247)
İşte, Ey Allah’a, Peygambere ve ahiret gününe iman eden vicdan sahibi Müslümanlar! Geliniz, Hazret-i Üstad-ı Pâk’ın şu açık, beyyin ve vazıh ifadelerini ve nuranî irşadkâr beyanlarını beraber değerlendirelim ki, o zat-ı mürşid ve muallim-i mübîn ve hoca-i alem olan zat, İmam-ı Rabbanî’den naklen, bid’atlı yerler hadisesinden bahsediyor. Ve bid’atların, yani dine ve sünnete zıt ve muğayir ecnebi ve frengi âdetlerinin, Müslümanların cami’, mescid ve mabedlerini istilâ edip sardığında, oraya ibadet için girmeyiniz demiş” diyor. Hazret-i Üstad ise, İmam-ı Rabbanî’nin bu hükmünü şerh ve izah ediyor ve müsbete çeviriyor .. ve: “Bid’atlar camileri istilâ etseler de, siz yine camilere gidiniz ve giriniz. Sevabı az olsa da, namaz battal olmaz” diyor, Şeriat’ın ruhsat tarafını gösteriyor.
Ama bakınız ki, gizli müfsid bir komite adına konuşan şu muharrif şahıs ise, Hazret-i Üstad’ın İmam-ı Rabbanî’den naklettiği “bid’at meselesi”ni şerh ile anlatan kısmına, başka bir meseleyi ders veren uzun cümleyi alıp getirip bunun başına eklediği gibi, bunun son kısmını da, ki ruhsatla amel işinin cevazını anlatır, selef-i salihinin hal ve tavırlarıyla pekiştiren cümlesini de almamıştır. Ama buna rağmen bu muharrif şahsın, Üstad’ın ifadesini dessasane bozarak, hakikatın ahenk ve rengine, başka bir renk vererek menfi ve nifaklı mefkûresine uydurmaya çalışmasına rağmen, kendi kitabında, dipnota aldığı ve fakat başına ekleme, sonunu da kırpma ameliyesini uygulamasıyla beraber, Üstad’ın o tarz cümlesi de onu aksiyle tekzip etmektedir.
BİD’AT NEDİR, VAR MIDIR?
Geçmiş devirde, CHP’nin altı oku “Türk’ün amentüsü” diye Müslüman halka telkin ettirildiği zaman mukaddes camilerimize kabih bid’atlar girdi mi? Ve bu bid’atlar Müslüman halkın dinî ibadetlerine kanun cebriyle karıştırıldı mı?
Elcevap: Kısacasını söyleyeyim: Lozan Andlaşmasında, Türk Murahhas Heyeti başkanı sıfatıyla Türkiye’yi temsil eden İsmet İnönü ile, o günün İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Gurzon arasında arabuluculuk yapmakta olan Mısır eski Yahudi Hahambaşısı Hayim Naum ile, ya da o bununla temas kuran ve o gün İngilizlerin şeytanetleriyle dünya siyasetinde şeytanlıklarla önemli rol oynayan Yahudilerin plânlarıyla “Türkiye’de dini yok etme” şart ve yöntemlerini hiç itirazsız kabul eden İsmet İnönü, Hayim Naum aracılığıyla İngilizlerin istekleri istikametinde bütün şartlara kabul ile imza attıktan sonra, Türkiye’de dini yirmi beş sene içinde tamamen kaldırma programları uygulanmadı mı? Bu uygulamalar, okullarda din derslerini tamamen kaldırma, dini medreselerin, tekyelerin, zaviyelerin hepsini kökten ilga etme, hatta Müslüman halkın kendi çocuklarına hususi ve gizli olarak Kur’an-ı Kerim’i öğretmeyi bile yasaklama, İslâm ve Kur’an hattını kökten silip atma, Ezan-ı Muhammedîyi ve namaz ikametini değiştirip onun yerine bir nakıs ve bozuk tercümesini basit bir şarkı manasında olan “Tanrı uludur, tanrı uludur”u ikame eyleme, Müslüman halkın İslâmî kıyafetlerini değiştirip, cebr-i kanunî ile Müslümanların başına Hristiyanların serpuşunu giydirme vs. gibi binbir türlü bid’atlar uygulanmadı mı?!..
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü vesselâm’ın: “Bütün bid’atlar dalâlettir ve bütün dalâletler de ateştedir.” fermanına, herhalde bu Ahmet Tekin isimli şahıs inanmamaktadır; bid’at diye bir şeyi kabul etmiyor!.. Kendisi, Peygamber’in sünnet-i seniyyesine ve ondan mütevatiren gelmiş ibadetlerin tarz ve usûlüne ve İslâm dininde yapılan ubudiyetin içinde Kur’anî, hadisî ve Arabî kelimelere aldırış etmeyebilir… Ve ırkçılığın çirkefi içinde dine gelmiş darbeleri ve bid’atlı uygulamaları, şahsı itibariyle hoş da görebilir. Ama hiçbir yan ve yönü ile Hazret-i Üstad Bediüzzaman’a teması olmayan ve hiçbir tahrifli, rezil te’ville de ona mal edilmesine imkanı olmayan yalanlı iftiraları etmesin, etmesin de cehennemin esfel-i safilînini boylamasın.
CUMA NAMAZI VE CAMİ CEMAATI
Hazret-i Üstad Bediüzzaman, Cuma namazı ve Müslümanlar’ın cemaatı ve mübarek cami ve mescitler hakkında, az üstte nitelik ve vasıfları sayılan bid’atlara rağmen, acaba ne dedi ve ne yaptı?..
İşte, bu hususlarda yazıp söyledikleri tavsiye ve davranışları:
1. “Kastamonu Lâhikası” kitabına bakıyoruz; üst tarafta mevzuu yapılmış ve tahlilini yaptığımız mektubundan bir müddet evvel sadık bir talebesi olan, Isparta, Bedre köyünden Santral Sabri Hoca Efendi, kendi köyündeki camide bid’atlı uygulamaların istilâ ettiği sıralarda (tahminen 1939- 1940’larda) imamlık yaparken, üstadına soruyor: “Bu bid’atlar içerisinde îfa eylemekte olduğum imamlık vazifesinden çekileyim mi, yoksa devam mı edeyim?..”
Üstad-ı ekremi ona şöyle cevap gönderiyor: “Sabri kardeş! İmamet vezifesinde Risale-i Nur’a zarar yok. ‘ruhsatla amel ’ niyetiyle şimdilik çekilme!” (Kastamonu Lâhikası, sh: 9)
2. “Emirdağ Lâhikası-1” sahife 281’de: “… gurbeti, kimsesizliği tercih ederek ta ki dünyaya ve hayat-ı içtimaiye ve siyasete temas etmesin. Ve çok sevaplı olan camideki cemaatın hayrını bırakıp odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir halet-i ruhiyeyi taşıyan…”
3. Yine Emirdağ Lâhikası-1 sahife 48’deki bir mühim mektuptan: “… Said Cuma cemaatına gelmiyor, sakal bırakmıyor gibi tenkitleri var…
Elcevab: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki mes’elede büyük mazeretlerim var.
Evvelâ: Ben Şafiîyim. Şafiî Mezhebinde cumanın bir şartı; kırk adam imam arkasında Fatiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana cuma farz değil. Ben, mezheb-i A’zamîyi takliden, bazan sünnet olarak kılıyordum.
Sâniyen: Yirmi senedir haksız olarak beni insanlarla görüştürmekten men’ettikleri için, -hem bu âhirde, resmen dört ay evvel perde altında insanlarla temas ettirmemek için tenbihat olmuş- hem yirmibeş senedir ben münzevi yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum ve herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fatiha’nın yarısını okumadan, imam rükua gidiyor. Bizde Fatiha okumak farzdır.” Emirdağ Lahikası-1 (48)
4. Yine bid’at ve ruhsatla amel mevzuuna dair, “Emirdağ Lâhikası-1” in “Mufassal Tarihçe”ye geçen bir mektubunda: “Risale-i Nur dairesi içinde yeni ezanı okuyan müezzin ve imamlar çoklar var. Bid’alara kalben taraftar olmamak yeter. Umum İslâmın mabedi olan camiler ehl-i bid’aya bırakılmaz. Gerçi İmam-ı Rabbanî gibi zatlar demişler ki: ‘Bid’a olan yerlere girmeyiniz.’ Fakat o zaman hususî idi. (Yani bid’atlar her yeri istilâ etmiş değildi) Böyle taammüm eden yerlerde, camiler Ehl-i Sünneti içinde bulmak ister. Bid’aya iştirak ile değil, belki camiin ve cemaatın faziletini kazanmak iktiza eder. Ben de burada (Emirdağ’da 1944-1948 tarihleri arasında) camie halî vakitte gidip o manevî emre tevfik-i hareket ediyorum, bizim de camimizdir. Kalben ehl-i bid’aya yardım etmemekle, bu mübarek aylarda camilere mümkün olduğu kadar sünnet-i seniyye dairesinde faziletinden istifade etmek, hafızları dinlemek; inşaallah mecburî bid’alara karşı gelebilir, zararı dokunmaz. لايضرّكم من ضلّ اذااهتديتم Ferman-ı İlâhî teminat verir. Said-i Nursî” ([31])
İşte, Üstad-ı Küll’ün bu mevzuda yazdığı şeyler, yaptığı nasihatlar böyle!.. Tekin Ahmet’in ise, gizli komitelerin fermanberliği adına o Üstad-ı Mükerreme bulaştırmak istediği çirkef kokan iftiralarının mahiyeti de gün yüzüne çıkmış oluyor değil mi?.. Şu Tekin Ahmet’in iftiralarla karalama kampanyasının kimlerin hesabına işlediği de meydana çıkıyor herhalde!.. Öyleyse, bu şahsın Hazret-i Üstad hakkında iftiranamesinde ileri sürdüğü şeyler, ne Kur’an’ca, ne sünnetçe, ne de İslâmın icma-ı fukahasınca kabul edilecek hiçbir tarafı yoktur. Kitabımızın ileriki sahifelerinde de bunu daha da ispat edeceğiz.
İKİNCİ MADDE: YİNE CUMA HAKKINDA
Bay Tekin Ahmet’in Hazret-i Üstad Bediüzzaman hakkındaki zırvalamalarından birisi de: “… Allah’ın Kur’an’da zikrettiği, kendi evi saydığı mescitleri ancak mü’minlerin şenlendireceğini, zalimlerin mescitleri engelleyeceğini belirtmesine rağmen, merhumun (Üstad’ı kasdediyor) böyle bir sözü insanın kanını donduruyor. Cuma namazına iştirak, bir Müslümanın keyfine mi bağlı ki, ‘Müslüman iştirak edip etmemekte serbesttir’ ifadesini kullanıyor.”([32]) Aynı kitabın aynı sahifesinin baş tarafında da: “..Üstad gibi İslâmın temel kaynaklarına muhalefet eden ikinci bir şahıs herhalde gelmemiştir.” diye yazabilmiş şu Bay Tekin…
Elcevap: Tekin Ahmet, Hazret-i Üstad’ın 1939’larda Kastamonu’da ve 1944-1948 arasında Emirdağ’da yazdığı Lâhika mektupları kitaplarından alarak bu mevzudaki söylediklerini az üstte aynı metniyle kaydettik sizler de gördünüz. Evet, o zat-ı azimüşşan olan Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın, yazdığı bütün eserlerindeki ifade ve beyanlarından ve eserlerinin yazılış tarih ve zamanlarından ve hayatının bütün safha ve safahatındaki yaşayış ve uygulamalarından bî-haber, İslâmın fıkıh ve şeriatından bî-behre, Risale-i Nur’un bu vatanda ve dünyada, hususan İslâm aleminde başardığı müsbet hizmetlerinden cahil ve malûmatsız ve üstelik de güneşin parlak ziyasını “karanlık” ile tavsif edebilecek kadar kapkara vicdanlı, ya da bumbuz gibi camid ve donuk ve o nisbette de iftira gayyasına sukut etmiş olmasıyla beraber, kendini aleme karşı şu cahilane iftiralarıyla kepaze edecek olan bu yazıları yazabiliyor!?.. Yani, bu şahs-ı nadana göre, o allame-i bî-adil, o bütün hayatını Kur’an’ın hakikatlarına, sünnet-i seniyyenin yerleşmesine vakf ve hasreden muazzez Üstadü’l- enamı “zalimler tarzında mescitleri engelleyen, Müslümanları camilere gitmekten men’e çalışan ve cuma namazının bütün şart ve rükünleri müsbet olarak, bilhassa mezkur tarihlerde, ortada mevcut imiş gibi, cuma ve cemaatı keyfice, keyfe keder sayarak cuma namazına gidip gitmemeyi serbest bırakan bir insan” şeklinde gösterebilmektedir.
Bu şahs-ı müfterinin, şu utanmadan aleme karşı yaydığı asılsız lakırdılarına karşı şunu sorarız ki: “Sen İslâmın temel kaynakları diyorsun, söyler misin bu kaynaklar hangileridir acaba? Sana ve senin gibilere ben söyleyeyim: Cumanın farziyetini emreden elbette en başta gelen kaynak, şüphesiz Kur’an-ı Kerim’dir. İkincisi sünnet, yani Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) uygulamasıdır. Daha sonra kıyas-ı müçtehidin ve icma-i fukaha ise, onların attbik şeklini yapan kanunnameleridir.
Eğer, senin bu hususta birazcık bilgin olsaydı, herhalde cumanın oluş biçiminin şartlarından, hiç olmazsa bunlardan temel teşkil edenlerinden bir ikisini bilmeliydin. Hem dört hak mezhebin çok büyük müçtehid ve rey sahibi imamlarının ayrı ayrı içtihatlarından birazcık olsun haberdar olmalı idin. Ama nerede? Kim bilir, ya bir kuru ve kısır ve camid bir Vahhabiliğin kör döngüsünde, ya da Masonik bir bellaânın yörüngesinde avazeden bu kabil vızıltıların olmazdı.
Evet, cumanın farziyetinin oluşmasını gösteren temel şartlarından en birincisi İslâm devletinin teşekkülüdür. Yani, İslâmî kanunlara göre hareket eden bir devletin varlığıdır. Bu birinci şarttan sonra, “izn-i sultan, mısır, tam hürriyet-i Şer’iyye” gelir. Bu şartlar 1939 ve 1944-1948 tarihlerinde Türkiye’de mevcut mu idi?..
İşte, buna göre, sen kendi cehil ve cumudiyetin ile beraber, Hazret-i Üstad Bediüzzaman’dan gelen açık ve beyyin ifadelerindeki hakikatları tahrif ve iftiralarla tersine çevirmelerinle beraber, İslâmın temel kaynaklarından da söz etmelerin, şeytanı bile müstehziyane kıs kıs güldürür.
Evet, Hazret-i Üstad’ın menfî hayatında yaşadığı bölgeler itibariyle, Hanefî mezhebinin uygulanması ve diğer mezheplere nisbeten bir derece ruhsatlar ve bazı müsamahalara dayalı olan fetvaları ile, fakat Hanefî mezhebinin de azimet taraftarı ulemasına göre cumanın tam farziyet ve vücûbiyeti şüpheli olmasıyla beraber, cuma namazının Türkiye’de edası devam ediyordu. Üstad Bediüzzaman ise, kendi mezhebince ona farz olmadığı halde, cemaat sevabını nazara alarak, cumanın kılınması kılınmamasından evlâdır kaziyesine tebean, elinden geldiği kadar Hanefî mezhebinin ruhsatla amelli uygulamasına sünnet olarak katılmıştır. Kendisi her zaman gidememişse de, yanındaki talebelerini camie göndermiştir. 1950’den sonra ise, muntazaman cumaya gitmiştir. Hele ezan-ı Muhammedî’nin kutsi vaziyetine döndürülmesinden sonra, daha muntazam bir şekilde cumayı takip etmiştir.
Böylece Hazret-i Üstad’ın yazdığı Nur Risalelerinde, cami ve mescitlerin imarı, cemaatla kılınan namazların büyük sevapları hakkında çok ilmî ve dinî hakikatlar mevcuttur. Ezcümle “Mesnevî”de, “Sözler”de 16. Sözde, “İşârâtü’l- İ’caz” tefsirinde, 29. Mektubun Birinci Kısmında, 15. Şua olan “El-hüccetü’z- Zehra”da vesaire yerlerde, gelmiş geçmiş İslâm ulemasının belki de çok fevkinde bu husus gayet cazip bir tarzda yazılmış, meydandadır. Bay Tekin Ahmet görmemişse görsün, okumamışsa okusun da bu çirkin cehaletli iftiralardan vaz geçsin.
Hazret-i Üstad’ın cami imarı, camiin ve cemaatın sevabı hakkında eserlerinin pek çok yerinde birçok şeyler yazmıştır. Bir iki hadise için söylediklerini kaydetmekle bu bölüme son vermek istiyorum.
Birinci Hadise: 1930-1934 yılları arasında, Barla köyünde yıkılmış bir mescidi, o köydeki talebeleri eliyle tamir ettirerek dört sene fî-sebilillâh fahrî imamlık etmiştir. Sonra ehl-i dünya bu mübarek mescidi, “Burada gizlice Arapça ezan okuyorsun!” diyerek, resmen kapısını mühürleyip kapatmış, arkasından da gelmişler, bu mescidi kökten yıktırmışlardır.
İkinci Hadise: Üstad Hazretleri 1946’larda, Emirdağ’da sürgün hayatı yaşarken, bir ara Emirdağ’ın Ulu Camii içindeki mahfel kısmında, ikindiden ta yatsı namazını kılıncaya kadar kalıp, dua ve münacatlarını okuyormuş. Fakat bir işgüzar kaymakam, resmi bir şekilde: “Camie gelmeyeceksin!” diye kendisine tebliğatta bulunmuştur. Bu keyfî ve sebepsiz hadiseyi, Hazret-i Üstad “Adliyenin Şahs-ı Manevîsine ve Dahiliye Vekiline Berâ-yı Malûmat” başlıklı bir istid’a ile şikayet etmişlerdir. Az üstteki iftiraların ikincisinin, ikinci maddesinde o kısım yazıldığından tekrar edilmedi. O meş’um ve zulümlü hadiseyi kendi talebelerine şöyle bildirmiştir:
“Aziz, Sıddık kardeşlerim! Birkaç aydır aleyhimde çevrilen desiseleri meydana çıktı. Hıfz-ı İlâhî ile o musibet yirmiden bire indi. Halî zamanda camie gidiyordum. Haberim olmadan talebeler beni üşütmemek için mahfelde bir kulübecik yapmıştılar. Ben de dört beş gündür kendi kendime karar vermiştim: “Daha gitmeyeceğim.” O malum zabit adam vasıta olup kulübeciği kaldırdılar. Bana da resmen tebliğ ettiler ki: “Daha gitmeyeceksin.” Fakat manasız habbeyi kubbe yapıp bir heyecan verildi.” ([33])
İşte cami, mescit, cuma ve cemaat ve bid’atlar meselesi hakkındaki Hazret-i Üstad’ın ifade ve beyanları ve talebelerini itidal-i deme ve sükûnete dair nasihatları böyle. Ehl-i hakikat ve vicdan ve hakiki ulûm-ı İslâmiyeye vakıf zatlar meseleyi idrak edip anlamıştır. Ama Ahmet Tekin adındaki şahsın kanını donduran, hayır belki iman ve vicdanını karartıp donduran şey, yaptığı tahrifli yalan ve iftiralardır. Her ne ise.
ÜÇÜNCÜ İFTİRA VE BÜHTANININ ÜÇÜNCÜ MADDESİ
Hazret-i Üstad Bediüzzaman için: “Kendinin Mesih olduğunu söyleyen” diye yazmış?!.. Yani, bedbaht müfteriye göre, Hazret-i Üstad kendinin Hazret-i İsa (A.S.) olduğunu söylemiş?!..
Merd-i müfteri bu sözünün yer aldığı kitabının dipnotunu da “Kastamonu Lâhikası, 27. Mektup a.g.e. 11, 1601” diye koymuş. Ama direk falanca yayınevi baskısı Kastamonu Lâhikası, sahife şu diye koymadığı gibi, izafe eylediği yerdeki müellifin metnini, ya da metinden bir bölümü koymamış, koyamamış. Çünki orada kendisinin iddiasını doğrulayacak hiçbir şey yoktur. Müfteri şahıs, burada, “iftirayı bas, tesir etmezse de iz bırakır” olan şeytan müfsitlerin izini takip etmiştir. Ama “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar” darb-ı meseli gibi, Risale-i Nur eserlerinin tamamı piyasada ve her yerde yüz binlerce nüshaları mevcut olduğundan, Müslümanların bakacaklarını ve yalanlı iftiralarını görecek ve yüzüne tüküreceklerini düşünememiştir.
Müfterinin iddiasına ayrıca şöyle cevap veriyoruz: Evvelâ, peşinen kaydedelim ki, ne “Kastamonu Lâhikası” kitabında, ne “Barla” ne de “Emirdağ-1” ve Lâhikalarında bu şahsın ileri sürdüğü manada Üstad’ın hiçbir mektubunda öylesi bir ifadesi, ya da o manaya uzaktan olsun bakan bir îması da yoktur. Gerek Risale-i Nur’un “Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar” gibi büyük kitaplarında, gerekse adları verilen Lâhika kitaplarında, birkaç yerde Mehdî ve Deccal ve Hazret-i İsa’nın (A.S.) ahirzamanda, nüzûlü hakkında gelen sahih hadis-i şeriflerin rasihane bir ilm-i te’vil ile şerh ve izahlarını yapmıştır. Kendisinin değil Hazret-i İsa (A.S.) olduğunun îmasını vermek, bazı halis Nur talebelerinin kendisini Mehdî telakki etmelerinin bile iltibaslı, bir yanlışlık olduğunu ilmî ve aklî izahlarla beyan etmiştir.
Evet Hazret-i Üstad Bediüzzaman, mezkûr mesele hususunda pek çok defalar detaylıca şerh ve izahlarda bulunurken, ahirzamanda zuhur edecek Hazret-i Mehdî’nin, Deccalın ve Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzûlünün sahih hadislerle sabit olduğunu, ve bunların ahirzamanda zuhur ve nuzûlünün hak ve kat’i olduğunu, ancak istikbale ait hadiseler hakkındaki hadis-i şeriflerin manâlarının zuhurları hususunda Kur’an ve din ilminde kâmil bir rüsuha sahip ulemanın te’villerine muhtaç olduğunu etraflıca beyan ve izah etmişlerdir. Bu izahları yaparken, kendisinin ve Nur talebelerinin Risale-i Nur ile yaptıkları ve başardıkları büyük tecditler ve pek çok din tılsımlarını Risale-i Nur’ların halletmesiyle, Risale-i Nur talebeleri ve cemaatının şahs-ı manevîlerinin bir mümessili olarak mücedditlik vasfını alabileceğini ve aynı zamanda ahirzaman Mehdîsinin bir pişdarı olmasınında mümkün olabileceğini söyler. Bunun dışında Risale-i Nur’un hiçbir yerinde Mesihliğine dair en ufak bir işaret değil, en gizli bir îmada dahi bulunmamıştır. Bulunmasının da imkânı yoktur. Çünki, Hazret-i İsa Mesih (A.S.) bir peygamber-i âlişandır. Ahirzamanda nüzûlünün en birinci ve en büyük sebebi, bütün ehl-i kitabı tashih-i akâid ile Müslümanlaştırmaktır. Bu husustaki ehl-i İslâmın inandığı bu tarzdaki akideye bütün müstakim ehl-i sünnet ve’l-cemaatin itikad edip inanmasının vacipliği vardır. Bu asırda en büyük bir İslâm alimi ve ehl-i sünnet ve’l-cemaat mezhebinin mensubu müdafii Hazret-i Bediüzzaman da, Kur’an’ın işaretlerine ve hadis-i şeriflerin sarahatına istinaden böyle kabul etmekte ve böyle inanmaktadır. Ve bu çerçeve içinde gayet derin, ilmî ve mantıkî ispatlı izahlar getirmektedir.
Ben burada, bu muharrif ve müfteri şahsa dönüyor ve diyorum ki: Senin kitabın (Yani iftiranamen) baştan sona kadar tahrifler, iftiralar, cehaletlikler ve demagojilerle dolu olmakla beraber, bütün bunlar, şu anda üzerinde olduğumuz husus ki, Üstad Bediüzzaman için “kendisinin Mesih olduğunu söyleyen” diye sıçratmak istediğin iftiran kadar kabih, çirkin ve sukuta sebep kadar belki değildir. Evet, şu iftiran hakikaten büsbütün hak ve hakikat semasından, İslâmî yüce ve nezih ahlaktan ve bir mü’minin şiarı olan ciddîlik ve dürüstlükten sukuta sebep bir vaziyet, bir hal olduğu halde, her şeye rağmen, seni ispata davet ediyorum ki, gel, bu iftiranı îma ile de olsa ispatlayan, Hazret-i Üstad’dan bir söz, bir kelam, bir ifade ve ufacık bir beyanı bulup getirmeni istiyorum. Bulup getir de, münsif ve hakikat ilmine vakıf bir ulema heyeti huzurunda hakkın, hakikatın, ilim ve ferasetin mihenginden geçirelim, seni onunla belki eğer ıslaha kabil isen kurtaralım.
Bu mevzuun neticesi olarak, Hazret-i İsa’nın (A.S.) hayatta olup göklerde, melâikeler içinde yaşamakta olduğunu ve ahir vakitte yeryüzüne pek büyük ve çok mühim bir hizmet, bir vazife için Allah’ın izniyle ineceğini beyan eden Risale-i Nur’ların bir çok yerinde bahsi yapılmış olan parçalardan sadece bir parçayı kaydederek bitirmek istiyorum İşte, “Mektubat” tan 1. Mektubun birinci kısmı:
“Üçüncü Tabaka-i Hayat: Hazret-i İdris ve İsa Aleyhimesselâm’ın tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levazımatından tecerrüd ile, melek hayatı gibi bir hayata girerek nuranî bir letafet kesbeder. Âdeta beden-i misalî letafetinde ve cesed-i necmî nuraniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semavatta bulunurlar. Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür.. yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.” Mektubat (6)
İşte Hazret-i Üstad’ın burada icmalen ve fakat Risale-i Nur’un diğer parçalarında biraz daha açıklamalarla Hazret-i İsa (A.S.) hakkında, sahih birçok hadis-i şeriflere ve Kur’an’ın sarahata yakın bir işaretine istinaden, izahları böyledir. Başka bir şekilde değildir.
DÖRDÜNCÜ YALAN: ŞAHS-I MÜFTERİ VE MUHARRİFİN DÖRDÜNCÜ YALANI, AYNI ZAMANDA CEHALETLİ BÜHTANI
Önce hemen burada Hazret-i Üstad’ın eski eserlerinde, merd-i muharrifin iftirasına uğramış “İşarât” isimli eserinin içinde yer alan “Aşura” ünvanlı bölümünün mahiyeti hakkında bir malûmat arz edelim. Şöyle ki: 1919’larda te’lif edip tab’ ettirmiş olduğu ”İşarat” adlı eseri içinde yer alan “Aşura” kısmı, ruhun bakiliğini ispat sadedinde, cesedin ölmesiyle ruhun beka ve devamına zarar vermeyeceğini, ruhun bedenden çıkmasından sonra, ilerideki kabir, berzah, haşir ve ahiret menzillerinde devam edip baki kalacağını ve aynı zamanda insan öldükten sonra ahirette, dağılmış ve çürümüş cesedinin de haşrolup diriltileceğini ilmî bir tahlil ile ispat etmiştir.
“İşarat” eserindeki “Aşura” isimli makale gayet beliğ, cevâmiü’l-kelîm ve hakikat ilminin son derece derin ve garip lûgazının bir örneği olduğu halde, bu müfteri Ahmet Tekin isimli şahıs, tutmuş, hiç akıl ve hayale gelmeyen bir yöne çekip çevirmeye çalışmıştır. Bu şahsın, kalkıp da bunu böyle hiç ama hiç alakası olmayan tarafa çekmeye yeltenmesi, şu üç hâlin, ya da mefkûrenin tesiri altında olmuşluğundan gayrı değildir:
Birincisi: Ruhun bakîliğine ve ahirette ruh ile beraber cesedin de diriltilip haşrolacağı olan imanın büyük bir rüknüne inanmaması, yani inkâr etmesi.
İkincisi: İlme, marifete, ince manalara karşı cahil, kaba ve camid olması.
Üçüncüsü: Ya da, bilerek bir ifsat komitesi namına saf Müslümanların kalp ve kafalarını kasd-ı mahsusla ve iftiralı cerbezelerle Risale-i Nur’a karşı vesveselendirmek, bulandırmak, nur ve feyzinden mahrum bırakmaya çalışması.
Geliniz, bakınız ne diyor bu müfteri şahıs; diyor ki: “Bu tenasuh-Reengarnasyon fikrine uygun bir anlayıştır.”([34])
Biz de diyoruz ki: Ey İslâm dinini hakikatıyla bilen ve ona karşı samimi itikat eden Müslüman kardeşler! Geliniz, beraber oturup muazzez ve muallâ Üstad-ı pâkin mezkûr makalesini birlikte okuyup tahlil edelim, sonra da ilim, marifet, şuur-ı din, feraset ve idrak terazisinden geçirelim. Acaba bu şahsın isnat ettiği mananın zerresi de var mıdır, yok mudur görelim.
İşte evvelâ o makalenin Arapçası: ([35])
س – مَنْ اَنْتَ ؟ اَاَنْتَ اَنْتَ بَعْدَ مَوْتِكَ ؟
وَ هَلْ لِخَرَابِ الْبَدَنِ تَاْثِيرٌ فِى وَحْدَةِ الرُّوحِ ؟
ج – اَنَا تَوَلَّدْتُ اْلآنَ مُتَلَخِّصًا مِنْ ثَمَانِينَ ﴿ سَعِيدًا ﴾ تَمَخَّضُوا فِى اَرْبَعِينَ سَنَةً بِقِيَامَاتٍ مُسَلْسَلَةٍ وَ اسْتِنْسَاخَاتٍ مُتَسَلْسِلَةٍ . فَهذَا السَّعِيدُ حَىٌّ نَاطِقٌ مَيِّتُونَ… لَوْ بِاْلاِنْجِمَادِ تَمَاسَكَ مَاءُ الزَّمَانِ وَتَمَثَّلَ اُولئِكَ السَّعِيدُونَ وَتَرَاَوْا لَمَا تَعَارَفُوا. تَدَحْرَجْتُ عَلَيْهِمْ فِى اْلاَطْوَارِ فَتَفَرَّقَ مِنِّى مَا ذَانَ وَ اَخَذْتُ مِنْهُمْ مَا شَانَ . فَكَمَا اَنَّ اَنَا اْلآنَ هُوَ اَنَا فِى هَاتِيكَ الْمَرَاحِلِ كَذلِكَ اَنَا اَنَا فِيمَا يَاْتِى بِمَوْتِى مِنَ الْمَنَازِلِ اِلاَّ اَنَّهُ فِى كُلِّ سَنَةٍ بِمُهَاجِرَةِ اثْنَيْنِ لِسَاكِنِى تِلْكَ الْبِلاَدِ يُجَدِّدُ اَنَا لِبَاسَهُ فَيَلْبَسُ السَّعِيدَ الْجَدِيدَ وَيَخْلَعُ الْعَتِيقَ
S- Kimsin? Ölsen yine sen misin? Bedenin inhilali ruhun şahsiyetine tesir etmez mi?
C- Ben bu anda, seksen Said’den telhis ile tezahür etmişim. Onlar müselsel şahsî kıyametler ve müteselsil(*) istinsahlar ile çalkalanıp şu zamana beni fırlatmışlar.
Şu (Said) yetmiş dokuz meyyit, bir hayy-ı nâtıkın fihristesidir. Eğer zamanın suyu donup dursa, mütemessil olan o Saidler birbirlerini görseler, şiddet-i tehalüften birbirlerini tanımayacaklardır. Ben onların üstünde yuvarlandım; hasenat, lezzat dağıldı kaldı. Seyyiat, âlâm toplandı, yüklendi. Nasıl ki şimdi o merhalelerde daima ben benim.
Öyle de: Mevtimle gelecek menzillerde de yine ben benim. Lâkin her senede şu menzilhanelerdeki zerrat, iki muhaceret-i umumî yaptığından, ene dahi libasını değiştirir; yırtılmış Said’i atar, yeni Said’i giyer.” ([36])
İşte bakınız, “Aşura” başlıklı makalenin Türkçesinin birinci satırında: “Ölsen yine sen misin? Bedenin inhilâli ruhun şahsiyetine tesir etmez mi?..” şeklindeki suâlde, bir insan öldüğü zaman, yine aynı insan olarak devam edecek midir? Hasan olsun, Bekir olsun, öldükten sonra, hıfz olunup haşirde dirildiklerinde yine aynı şahıslar mı olacaklar?!.. Eğer evet, aynen öyle olacaklar diye cevap verilirse, (ki İslâm inancı ve imanı da böyledir) o zaman, peki bedenin inhilâli, yani ruhtan ayrılarak yahut ruhun bedenden çıkarak ve sökülüp dağılması ruhun şahsiyetine (vahdanî besatat ve birliğine) tesir etmez mi?”
İşte, bu pek çok mühim ve akîdeye direkt bakan suale karşı Hazret-i Üstad, bu meselede kendi zat-ı pâkini örnek göstererek şöyle cevap vermiştir: “Ben bu anda seksen Said’den telhis ile (yani süzülerek) tezahür etmişim.”Yani bu risaleyi yazdığı zaman mübarek yaşları kırk civarında olduğu ve her altı ayda bir, insan bedeninde çalışan zerrelerin çoğu inhilâl ile sökülüp dağıldığı için, ki bu manayı az aşağısında da dile getirmiştir, “yetmiş dokuz Said ölmüş, sekseninci Said ise, o ölmüş olan Said’lerden süzülmüş gelmiştir”der. Devamında ise: “Onlar müselsel şahsi kıyametler ve müteselsil istinsahlar ile çalkanıp şu zamana beni fırlatmışlar” şeklindedir.
Yani, o bedenden inhilâl ile ayrılıp dağılan zerrelerle, maddi beden itibariyle ölüp giden Said’ler, zincirleme tarzında şahsi kıyametler geçirmeleri ve birbirine eklemeli istinsahlarla([37]) çalkalanarak beni şu zamana fırlatmışlar. “Yani hal-i hazır bulunduğu güne sekseninci Saidi, yani hayy olan kendisini fırlatmışlardır” dedikten sonra şöyle devam eder: “Şu Said, yetmiş dokuz meyyit, bir hayy-ı natıkın fihristesidir.” Yani, şu mevcut ve hayatta olan Said, yetmiş dokuz ölü Said’lerle diri ve konuşan bir Said’in fihristesidir, yani maddi beden itibariyle her altı ayda bir, Saidin vücud ve bedenini teşkil eden zerrelerin birçoğu bedenden ayrılıp dağılmaları neticesinde, ölüp gitmiş yetmiş dokuz Said’ler ile beraber, halen diri olan bir Said’in fihristesidir. Yani bütün o Said’lerdeki etvar ve hallerin nümunesini kendisinde saklıyan bu mevcut ve diri Said bir fihristedir, diyor.
Bu cümleden sonra şöyle devam etmektedir: “Eğer zamanın suyu donup dursa, mütemessil olan Said’ler birbirlerini görseler, şiddet-i tehalüften birbirlerini tanımayacaklardır.” Zamanın suyundan murat, elbette ki bir teşbihtir. Yani, zaman denilen şey, akan bir nehre benzetilmiştir. İşte bu zaman nehrinin suyu eğer donup dursa ve o suların hepsi bir zamanda da toplansa, şekil, sima, çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık gibi değişkenlik gösteren tip ve şahsiyetleriyle yanyana gelseler, şiddet-i muhalefetlerinden adeta birbirlerini tanımayacak bir heyette olacaklardır.
Sonra da şöyle devam eder: “Ben onların üstünde yuvarlandım; hasenat, lezzat, dağıldı kaldı. Seyyiat, âlâm toplandı, yüklendi.” Yani şimdi diri ve hayatta olan sekseninci Said, o yetmiş dokuz ölmüş Said’lerin geçirmiş oldukları hayat merhaleleri üstünde yuvarlanıp geldim. İyilikler, lezzetler, zevkler dağılıp kaldılar, yani dağıldıkları yerde kalıp sekseninci Said’le birlikte devam etmediler. Lâkin günahlar, elem ve üzüntüler üstüme yığılıp yüklendiler. Yani, dünyanın zevk ve lezzetleri, güzellik ve iyilikleri dünyanın faniliği yüzünden dağılıp kaldılar. Fakat günah ve elemleri ise, toplu halde el’an hayatta seseninci Said olan benim üzerime yığılıp yüklendiler.”
Daha sonra o Üstad-ı hakîm şöyle devam etmektedir: “Nasıl ki şimdi o merhalelerde daima ben benim, öyle de mevtimle gelecek menzillerde de yine ben benim. Lâkin her sene şu menzilhanelerdeki zerrat iki muhaceret-i umumî yaptığından “ene” dahi libasını değiştirir; yırtılmış Said’i atar, Yeni Said’i giyer.” Yani, bütün o geçmiş ve üstünden gelip geçilmiş merhalelerde, altı ayda bir beden zerrelerinin değişim yapan merhalelerinde, ruhun bakilik ve vahdeti itibariyle daima ben benim, yani Said’in baki olan ve deva eden ruhu ile aynı şey olarak devam ettiğim gibi, ölümüm ile dahi gelecek menzillerde (kabir, berzah ve haşir menzillerinde) yine ben benim. Amma her sene şu inhilâl ve tebeddül ile değişen beden menzilhanelerindeki, konaklamalarda, zerreler iki defa umumi bir hicret yaptıklarından, “ene” dahi,yani benlik ve şahsiyet-i ruhiyem her defasında libasını, yani ruha bir nevi kılıf olmuş olan, fakat eskimiş beden zerrelerini değiştirir. Yani, o yetmiş dokuz Said’lerden her birisinin nöbeti geldiğinde eskimiş zerreler libasını değiştirir ve beden itibariyle yırtılmış olan mevcut Said’i atar, yeni ve taze bir Said’i, (yani beden zerreleriyle tazelenmiş yeni bir Said’i) giyer veya, zat-ı şerifleri o günlerde kırk yaşlarında olması itibariyle, onun hayat seyri cihetiden çok manidar ve pek ehemmiyetli bir merhale olan “Eski Said”i bırakarak “Yeni Said” saha-i ıtlakına adım atmasına işarettir.
İşte Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın “Aşura” başlıklı makalesinin çok kısa bir tefsir ve şerhi böyledir. Tahmin ederim ki, azıcık bir idrak, şuur ve fehme sahip herkes de çok iyi anlamış ve anlıyor ki, bu makalede o Hazret, insan ruhunun ( bütün ruhların da) cesedin ölmesiyle ölmeyeceğini ve baki kalıp ahirete intikal ederek cesediyle beraber kıyam bulup ba’s olunarak adalet-i İlâhiyye huzurunda hesap vermek için ismiyle ve resmiyle diriltileceğini anlatıyor. Değil batıl ve münfesih ve hakikatsız bir inanç olan “tenasuh” fikrine mütemayil olma ihtimalinin olması, o canibe bakan bir mananın zerresi de sezilmediği görülmektedirler.
Lâkin gel gör ki, şahs-ı muharrif ve müfteri âlemin gözü önünde o bühtanlı küfrî manayı, o nur ve iman saçan ilmî makaleden çıkarabilmektedir. Tenasuh inancının Risale-i Nur’un birkaç yerinde Hazret-i Üstad-ı mübin onun fasitlik ve batıllığını ispat etmiş olduğunu, Nurları tanıyanlar biliyor ve görüyorlar. Ben şahs-ı müfteri olan şu Ahmet Tekin’in kendisinin beka-yı ruha inanmadığını ve belki şu batıl “tenasuh” inancına mâil olduğunu gösteren bazı emareleri onun kitabının son bölümlerinde göstermek isterim, ama şimdi değil, başka bir zaman. Her ne ise.
Hazret-i Üstad, “Aşura” isimli makalesinin manalarını biraz daha şerh eden bir parçayı, şu “Aşura” makalesinin yazıldığı sene içinde, yani 1921 senesi Ramazanında te’lif eylediği “Lemeât” isimli harika bir eserinin başına ve kendi imzası yerinde yazmıştır, o da şudur:
“Eddâî
Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Said’den yetmiş dokuz emvât bâ-âsâm u âlâma
Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş
Beraber ağlıyor hüsrân-ı İslâma
Mezar taşımla pür-emvât, enindâr o mezarımla
Revanem saha-yı ukbâ-yı ferdama
Yakînim var ki, istikbâl-i semavat ü zemin-i Asya
Bahem olur teslim-i yed-i beyza-yı İslâma
Zira yemin yümn ü imandır
Verir emni eman ile enama
Bediüzzaman ”
İşte o zat-ı celilü’l-kadr ve sahibü’z-zaman olan Hazret-i Üstadü’l-enam, bu mısralarda, yazıldığı seneden, Hicriye göre, kırk sene sonra vuku’ bulacak ciğersûz hadiseyi işaretle haber verdiği gibi, “Lemaat” kitabı ile “İşârât” kitabını aynı senede te’lif ettiği için, yine orada “yetmiş dokuz emvat” sonra “sekseninci Said” kelimelerini kullanmaktadır. Yani, bu “Eddâî” başlıklı mısralar, “İşârât” risalesindeki “Aşura” makalesinin aynı manalarını şerhettiği gibi, Hicri 1380’de kabrinin yıkılacağını, vefatının da Hicri 1379’da vuku’ bulacağını işarî remizlerle bildirmektedir.
Netice olarak, şu Tekin Ahmet isimli şahsın, Hazret-i Üstad Bediüzzaman’a isnat ve izafe eylediği bütün meselelerde olduğu gibi, bunda da, yazımın baş tarafında bir şairden naklen yazdığım: “Ne bilsin cahil-i nadan nedir mana, nedir terkip” zecirli tokata istihkak kesbediyor. Bu vaziyet, normal bir insan olduğunu nazara aldığımız şu Ahmet Tekin’e uyguladığımızda, durumunu öyle gösterir. Ama şayet kiralık bir vicdan ile, gizli ifsat komiteleri adına sırf Hazret-i Nur Üstad’ı şaibelendirmek, nazardan düşürmek için bunları ağaz ediyorsa, Allah korusun, o durumda onun yeri esfel-i safilin olur, hiç de kabil-i hitap olmaya lâyık olmaz. Zaten bizim bu cevabî yazımızda, gizli, derin, sinsi bir ekol muhataptır. Tekin Ahmet bir kukladır. Sadece zahirde muhatap olur.
Başka bir zaviyeden bu şahsı mizana çekersek, Hazret-i Üstad-ı küll olan Bediüzzaman’ın zahir, bahir bir tarzda makalesindeki mananın milyonda bir ihtimal ile de olsa, “tenasuh” inancı ile bir münasebetinin, en uzak bir ilgisi yokken, bu şahsın onu herzelemesinden, büyük ihtimal ile beka-yı ervah ve ahiret hayatına inanmadığı hissediliyor gibidir. Çünki Hazret-i Üstad, az üstte de dediğimiz gibi, ruhun bakiliğini ve bedenin ölümü ile ruhun bekasına hiçbir te’sir icra etmediğini ispatlı ve ince nükteli yazdığı halde, bu şahıs kalkıp bu çirkefli manayı o nezih hakikattan çıkarmaya yelteniyorsa, kendisinin yandaşları olan bazı herifler gibi ve de onun Vehhabî olan camid, samimiyetsiz fikir hem-paları gibi, evliyayı inkar, keşif ve kerameti nefy ve peygamberlerin ve evliyaların öldükten sonra, dünyada nuraniyet kesb etmiş ruhlarının, izn-i İlâhî ile bazı tasarruflarının da cesetleri gibi ölmüş olduğuna ve hiçbir te’sir ve manevi fonksiyonlarının kalmayıp tamamen kesildiğine inanıp karşı koymaları ile, o vaziyetlerini bir nevi izhar etmiş oluyorlar.
Evet, Hazret-i müellifin “Tulûat, İşârât, Sünûhat ve Lemeât” gibi eski eserlerinin 1919-1921 arasındaki zaman içinde te’lif edilip tab’ edilmeleri ve o günden bugüne kadar yüz senelik zaman zarfında binlerce ulema bu eserleri okudukları ve daima yüce senalarla medhedip takdirlerle karşıladıkları halde, bu Tekin Ahmet isimli şahıs, yüz sene sonra, bütün ulema-yı İslâm’ın takdir ve tebcillerine rağmen, kalkıp şu Kur’an lemeatı olan ve serâpâ hidayet nuru kokan, ilim ve hikmet saçan bu eserlere ve akablarında yazılmış “Risale-i Nur” ünvanlı kitaplara karşı tahrifli, iftiralı bir tavır alınıyorsa ve üstte çok örneklerini verdiğimiz ve bundan sonra da vereceğimiz nümûnelerle gösterileceği üzere, Hazret-i Üstad’a ve eserlerindeki manalara ve nurlu hikmetli hakikatlara tahrifler uygulayarak başka manalara, asla alâkası olmayan anlayışlara doğru iftira ve yalanlarla çekmeye çalışırsa, elbette o zaman, bu şahsın şu menfi harekât ve sekenatının gizli bir ifsat komitesi adına olduğuna şüphe kalmamış olur.
BEŞİNCİ YALANI; VE ÜÇÜNCÜ BÜYÜK İFTİRASINA BAĞLI BEŞİNCİ TEZVİRLİ TAHRİF VE İFTİRASI
Demiş ki şahs-ı muharrif: “Müslüman-Misyoner ittifakının bozulmamasını tavsiye eden…” Yani, Hazret-i Üstad kasdedilerek …
Bu mevzuu daha önceleri, “Yeni Mesaj” gazetesi başyazarı bay Muharrem Bayraktar da ve onun yandaşları da, tahriflerle dillerine dolamış, iftiralarına medar etmişlerdi. Biz bunların yalanlı iftiralarına karşı o günlerde “Güneş Üflemekle Sönmez” adındaki kitabımızın içinde ve “Üçüncü Faslın Üçüncü Bölüm”ünün 23. sahifesinde müskit cevaplar vermiş olduğumuzdan burada bu şahsın herzelemelerine ayrıca bir cevap vermeyeceğiz. Lâkin hadisenin nasıl cereyan ettiğinin hülasasını ve Üstad’ın bu husustaki beyanının vürud sebebinin özünü yazmayı uygun bulduk. Şöyle ki: 1945’lerde Komünist Rus’un Türkiye’ye karşı tehditler savurduğu ve Kars ile Ardahan’ı Türkiye’den istedikleri günlerde, dünya iki bloka ayrılmış, bir tarafı komünist blok olan Rusya, Çin ve yarı Avrupa, bir tarafı da hür dünya ve Amerika idi. O günlerde Türkiye’yi idare eden CHP ister istemez Amerika’ya yanaşmaya mecbur kalmıştı. İşte 1946-1947 yıllarında Hazret-i Üstad’dan “Hür Dünya” ile ittifakın mutlak lüzumundan yana bazı beyan ve demeçler sadır olmuştu. O beyanlardan birisini 1946 sonlarında, faal bir talebesinin “Asâ-yı Musa” kitabını bir Amerikalıya (misyoner) vermesi münasebetiyle Hazret-i Üstad “Bir Derece Mahremdir” başlıklı mektubunun sonunda şöyle dikte ettirmiştir: “Misyonerler ve Hristiyan ruhanileri hem Nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki herhalde Şimal cereyanı, İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini muhafaza etmek fikriyle, İslâm ve Misyonerlerin ittifakını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avâma müsaadekâr ve vücûb-ı zekât ve hurmet-i ribâ ile, Burjuvaları avâmın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde Müslümanları aldatıp onlara bir imtiyaz verip bir kısmını kendi tarafına çekebilir. Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım.”([38])
Hazret-i Üstad’ın bu ifadesine benzer diğer parçalar için “Güneş Üflemekle Sönmez” isimli eserimizin baş tarafındaki “Üçünü Fasıl”a bakılabilir. Hazret-i Üstad’ın murat ve maksadının ne olduğu hakkında oradaki şerhli izahlara da bir atf-ı nazar edilebilir.
Evet üstteki tarihlerde Türkiye’nin idarecileri olan CHP ve onun başında İsmet İnönü, Rusların sempatizanı ve dostu iken, Rusların tehditleri karşısında lerzeye düşerek Amerika’nın ayağına kapanmışlardı. Amerika ise, Türkiye’nin insan hakları sözleşmesini imzalamaları ve demokrasiye doğru yanaşmaları karşısında Türkiye’yi koruyabileceğini söylemişlerdi. Türkiye’nin Millî Şef’i ister ismez bu şartı kabul etmişti.
Hatta o günlerde kesin olarak vuku’bulan, ama basına yansımayan, şu bir hadise o günki CHP hükûmetinin Ruslardan ne kadar korkup çekindiğine bariz bir örnektir, şöyle ki: O günki Rusya hudutlarından geçip Türkiye’ye gelen ve iltica etmek isteyen 200 kadar Müslümanın, Rusya şiddetli tehditlerle kendisine bunların teslim edilmesini istedi. İsmet İnönü, dünya devletleri arasındaki kaideye ters ve şerefini ayaklar altına alan bir zillet içinde o 200 Müslümanı Ruslara teslim etti. Ruslar ise Ardahan karşısındaki hudut karakolunun hemen yanında, o iki yüz Müslümanı Türk askerlerinin gözleri önünde kurşuna dizdiler. CHP ve İnönü bu şeref çiğneyen ve dünya karşısında utanç verici hadiseye ses çıkarmadığı gibi, basında yayınlanmasını da yasakladı.
İşte, “Bediüzzaman, komünist, ataist, dinsiz Ruslar yerine, Amerika ve Hür Dünya ile, yani samimi Hristiyan ruhanileriyle ittifak kurulmasını tavsiye ediyordu” meselesinin esası da budur. Meselenin detaylarını “Güneş Üflemekle Sönmez” isimli eserimize havale ederek kısa kesiyoruz.
VE ŞAHS-I MÜFTERİNİN BEŞİNCİ YALANLI VE TAHRİFLİ İFTİRASININ HÜLÂSASI:
“Hazret-i Üstad’ın askerliğe karşı olduğunu” söylemesidir.
Şöyle demiş bay Ahmet Tekin: “Risale-i Nur talebelerine askerlik yapmama” tavsiyesi Kur’an’da ve sünnette delili yoktur. Bu tavsiye İslâm’ın bu iki kaynağına da aykırı bir tavsiyedir…ilh.”([39]) Tekin Ahmet bu tahrifli iftirasının kaynağı diye dipnotta iki Nur kitabından sahife numaraları da vermiş. Vermiş ama, çirkin ve yalanlı bir iftira olduğundan metin verememiştir. Verdiği sahife numaraları şöyledir: Şualar, 14. Şua, s. 354; Lem’alar, 28. Lem’a, s. 100.
Bu iki Nur kitabından verien sahife numaraları ve risale isimleri içinde, Hazret-i Üstad’ın “Askerliği yapmama tavsiyesi” diye herhangi bir şeye rastlanılmadı. Yoktur ki rastlanılsın. Ne “Envar Neşriyat”ın yayınlarından, ne de “Sözler Yayınevi”nin neşriyatından “Lem’alar, 28. Lem’a, s. 100”de öylesi bir tavsiye diye bir şey mevcut olmadığı gibi, “Şualar, 14. Şua, s. 354”de de öyle bir şeyin kokusu dahi yoktur. Bu müfteri şahsın sözünü ettiği iftiralı bahis hakkında iftiracı hempâlarından “Yeni Mesaj” gazetesi yazarı Muharrem Bayraktar da benzeri yalanlı, çirkin bir şeyler herzelemişti, ama öyle bir cevap aldı ki, haysiyeti varsa, ömrü boyunca ona yeterli gelir.[40] Şu Tekin Ahmet de, anlaşılan, bu çirkin iftiraları ondan iktibas etmektedir. Görünen odur ki, tahripli menfiliklerde ortaklık kurmuş olan bu şahıslar, ya Risale-i Nur’ları hiç görmemiş, okumamışlardır, recmen bilgayb atıyorlar, ya da görmüş oldukları halde kasd-ı mahsusla ve bir menfi ifsatçı komie adına iftirada bulunmak için, hiç alakası olmayan asılsız yalanları uyduruyorlar. Allah muhafaza buyursun.
Evet, Hazret-i Üstad’ın söylediği çok başka ve tamamen ayrı bir şeyin mahiyetini öğrenip bilmeden ve görmeden, iftirakâr bir şekilde geveleyip herzelediği için, 16. Lem’a yerine 28. Lem’a demiş. Şualar’ın 14. Şua’ında ise, öylesi bir tavsiyenin kokusu dahi hissedilmesi şöyle dursun, tamamen onun aksi vardır. Demek ki bu şahıslar, müfsit bir ekolün kiralık elemanları tarzında, gözlerini yumup ağızlarıyla iftira savurabilmektedirler.
Ey vicdanı bozulmamış, insafı yerinde olan Müslümanlar! Geliniz, Nurlar’ın o iki kitabındaki asıl metin üzerinde duralım, nasıl bir ifade ve ibare olduğunu görelim. İşte, Şualar, 14. Şua’daki ibareyi aynen okuyalım:
“Eski Harb-i Umumî’den (I. Cihan Harbi) biraz evvel, ben Van’da iken bazı dindar, müttakî zatlar yanıma geldiler, dediler ki: ‘ Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel bize iştirak et, biz bu reislere isyan edeceğiz.”
“Ben de dedim: O fenalıklar, o dinsizlikler o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var, ben bu orduya kılınç çekemem ve size iştirak etmem. O zatlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hadisesi vücuda geldi. Az zaman sonra Harb-i Umumi patladı. Ordu din namına iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüz bin şehitler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip velâyet fermanlarını imzaladılar.”([41]) Evet 14. Şua’da bu ifade var, başka bir şey yok.
16. Lem’a hakkında, Yeni Mesaj gazetesi yazarı Muharrem Bayraktar’ın, bu Tekin Ahmet adındaki şahıs gibi, belki daha rezil bir şekilde yaptığı iftira ve tahrifli tezvirine karşı, Hazret-i Üstad-ı küll’ün yazdığı asıl metninin kendisini yazarak ağzına taş vurur tarzında verdiğim cevaba kısmen havale ederek burada da, 16. Lem’a’daki mevzua dair metnin aynını tekraren arz ediyorum. Ta ki rezil iftiraların mahiyeti gün yüzüne çıksın. İşte:
“Bu yakınlarda İngiliz ve İtalya gibi ecnebilerin bu hükûmete ilişmesiyle, eskiden beri bu vatandaki hükûmetin hakiki nokta-i istinadı ve kuvve-i manevîsinin menbaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir derece ihyasına ve bid’aların bir derece def’ine (ref’ine) medar olacağı halde, neden şiddetle harp aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir surette mübtedilerin hükûmetleri lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid’alara tarafgirliktir?..”
“Elcevap: Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütûhat isteriz, fakat kafirlerin kılıncıyla değil! Kâfirlerin kılınçları başlarını yesin. Kıınçlarından gelen faide bize lazım değil. Zaten o mütemerrid ecnebilerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve zındıkları yetiştirdiler.”
“Hem harp belası ise, hizmet-i Kur’aniyemize mühim bir zarardır. Bizim en fedakâr ve en kıymettar kardeşlerimizin ekserisi kırk beşten aşağı olduğundan, harp vasıtasıyla vazife-i kudsiye-i Kur’aniyeyi bırakıp askere gitmeye mecbur olacaktılar. Benim param olsa, hüsn-i rızamla, böyle kıymettar kardeşlerimin her birisini askerlikten kurtarmak için “bedel-i nakdiye” bin lira kadar olsa verirdim. Böyle yüzer kıymettar kardeşlerimizin hizmet-i Kur’aniye-i nuriyeyi bırakıp maddi cihat topuzuna el atmakta yüz bin lira kendi zararımızı hissediyordum.”
“…Kâdir-i külli şey, bir dakikada, bulutlarla dolmuş cevv-i havayı süpürüp temizleyerek semanın berrak yüzünde ziyadar güneşi gösterdiği gibi, bu zulümatlı ve rahmetsiz bulutları da izale edip hakaik-ı şeriatı güneş gibi gösterir ve ucuz ve dağdağasız verebilir. Onun rahmetinden bekleriz ki, bize pahalı satmasın. Baştakilerin başlarına akıl ve kalplerine iman versin yeter. O vakit kendi kendine iş düzelir.”([42])
İşte, Hazret-i Bediüzzaman’ın beyanı, ifadesi budur, böyledir. Herhalde ve mutlak olarak ve açık bir tarzda Muharrem Bayraktar’ın ve yandaşı Ahmet Tekin’in, yalandan, bühtandan toplayarak sıçratmak istedikleri çirkin iftiralarının ne derece haktan, gerçeklikten, doğruluk ve dürüstlükten uzak olduğu da meydana çıkmıştır.
Hazret-i Üstad’ın: “Bu yakınlarda İngiliz ve İtalya gibi ecnebilerin bu hükûmete ilişmesiyle…” dediği hadise nedir? Sevgili ve muazzez ve İslâmî milliyetçilik abidesi olan Hazret-i Üstad, Barla köyüne sürgün olarak getirildiği tarih 1926 Şubatıdır. Aynı senenin Nisan ayı içinde, İtalya Başbakanı Musolini ve İngilizlerin Doğu Akdeniz ile ilgili verdikleri tehditli demeçleri üzerine, T.C. hükûmeti kısmî seferberlik kararı aldı. Lâkin mesele anlaşma ile neticelenerek harpsiz sona erdi.
Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın bu ifadesinde, acaba askerlik kurumu ve askerlik vazifesi hakkında, yani aleyhinde olarak “askerlik yapmama tavsiyesi” gibi mevzu ile alakalı herhangi bir imasını buldunuz mu? Hissettiniz mi?!..
Herhalde, “Hayır, haşa!” diyeceksiniz. Çünki evvelâ, Hazret-i Üstad Bediüzzaman kendisi bir asker idi. I. Cihan Savaşı’nda bir “Miralay” idi. Harbin başından itibaren ta 1916 Martında yaralanıp esir düşünceye kadar Kafkas Cephesinde, Pasinler Cephesinde ve sonra Van’da, Muş’ta, Bitlis’te, en çetin ve dehşetli harplerin içinde bulundu. Teşkil eylediği Gönüllü Milis Alayı Kumandanı olarak adları geçen harp cephelerindeki dehşetli savaşların içinde beş bin (5000) kadar talebesini şehit verdi. Nihayet kendisi de 2 Mart 1916 Perşembe günü Bitlis şehri içinde Ruslarla çarpışırken bir ayağı kırıldı ve iki yerinden yaralandıktan sonra Ruslara esir düştü. Rusların elinde iki buçuk sene esir kaldı. Sonra Sibirya’daki “KOSTURMA” vilâyetinde yaşayan Müslüman Tatarların yardımıyla esaretten firar edip kurtuldu. 1918 Temmuzunda salimen İstanbul’a ulaştı. İstanbul’a ayak bastığı gün, meşhur “Tanin” gazetesi Bediüzzaman’ın kudümünü büyük ve mühim bir haber şeklinde duyurdu. O günkü Osmanlı Harbiye Nazırı Enver Paşa, Üstad Bediüzzaman’ı Dâr-ı Askeriye’ye davet edip ordunun “iftihar altın madalyası”nı kendisine taltifen taktı. Daha sonra da, Enver Paşa kahraman Üstad’ın, ordunun bir delegesi olarak ve ordu namına, o günlerde yeni teşkil edilip açılan, “Dârü’l-hikmet-i İslâmiye”ye aza olarak tayinini şeyhülislâmdan resmi bir yazı ile istedi. Ve hemen padişah Vahidüddin’in onayıyla bu yüksek ve şerefli mevkie tayin edildi. Hazret-i Üstad üç sene kadar bu dairede ordu adına mühim fetvalar verdi, büyük hizmetler gördü.
ORDUYA KARŞI MUHABBET VE MÜNASEBETİ
Üstteki manayı, yani askerliği ve orduyu ve onun şerefini nasıl muhabbet ve hürmetle koruduğunu beyan edip bildiren bir mektubunda (Reis-i Cumhur İsmet İnönü’ye 1947’de yazdığı bir mektup) şöyle diyor:
“… Cemaatın hayrını ve ordunun şerefini başa vermek ve o başın kusurlarını cemaata isnat etmek ise, binler hayırları bir tek hayra indirmek ve bir tek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünkü nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, her bir neferi bir gazilik rütbesi alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşısının hatasıyla zalimane bir katl yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katl, bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.”
“Aynen öyle de, meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar, onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beş yüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayraktarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkanlar adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır. Ve bu asrın ordusunu geçen asırların aynı orduları önünde mahçup ve mesul eder. Ve mevcut şerefler, zaferler tek adama verilse, binler derece küçülür, erkan ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer, söner, daha kusurlara karşı keffâretüzzünûb olmaz.”
“İşte bu sebepler içindir ki, ben onun dostluğunu bırakıp onun yerinde ehemmiyetli bir zamanda, içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım. Said-i Nursî”([43])
Ve bu manaya dair (yani askerlik ve orduya karşı münasebet, hürmet ve alakaya dair) Risale-i Nurlar içinde daha çok parçalar var. Bütün onlar ve az sonra kaydedeceğim hadis-i şeriflerin mealleri olarak “Bir saat nöbet bir sene ibadet hükmündedir” tarzındaki ifadeleri gösteriyor ki, şu gizl ifsat komitelerinin kiralık emirber neferleri olan kalem sahiplerinin bütün yalanlı, bühtanlı yaygaralarına rağmen Hazret-i Üstad Bediüzzaman orduyu, askeri ve askerliği daima ihtiram içinde sevmiş, hukukunu, şeref ve haysiyetini korumuş ve müdafaa etmiştir.
Şimdi askerlikte “Bir saat nöbet, bir sene ibadet kadar sevaplıdır.” hakkındaki Hazret-i Üstad’ın ifadeleri:
1. “…Çünki nasıl bir asker bazı şerait dahilinde mühim ve mahûf bir mevkide bir saat nöbette bir sene ibadet kadar bir fazilet kazanabilir. Ve bir dakikada bir kurşunu yemekle, en ekall kırk günde ancak kazanılacak velâyet derecesi gibi bir makama çıkıyor…” Sözler, 497
2. “Bir neferin bir saatte mühim ve hususi şerait dahilindeki nöbeti bir sene ibadet hükmüne geçmesi gibi…” Lem’alar, s.155.
3. “Soğuğun şiddetiden incimat etmek zamanında ve düşmanın dehşetli hücûmunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmünde olduğu…” Şualar, s. 748.
4. (iki yerde): “Ağır şerait altında bazan bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçtiği…” Emirdağ Lâhikası-2, s. 15, 55.
“Bazan askerlikte ağır şerait altında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmünde olduğu…”
5. “Mesela denilir: ‘Bir saatlik nöbeti bir sene ibadettir.” Âsâr-ı Bedîiyye s. 567.
İşte, üzerinde uzunca durduğum ve Nurların ayrı ayrı yerlerinde bulunan ve bazı örneklerini verdiğim Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin ordu, asker ve askerlik hakkındaki ifade ve beyanları böyle. Bunları uzunca burada kaydetmekten gayem, müfterileri dört tarafıyla çambere alarak hakikat meydanında ilzam edip susturmak ve ellerinde yalanlı iftiralarına medar olabilecek hiçbir ipucunu bırakmamak niyetidir. Ta ki, bazı safdil Müslümanlar, gizli ifsat komitelerinin yalan ve tezvirlerine “Acaba!” diyerek şüphe içinde kalmasınlar. Ve kendi memleket ve vatanlarının has mahsulü olan ve idhal malı olmayan şu büyük bir nimet-i İlâhiye olan Risale-i Nurlara karşı bir rayb ve şüpheleri kalmasın, biiznillâh.
وَ مِنَ اللَّهِ التَّوْفِيقُ وَ الْهِدَايَةُ
MÜFTERİ ŞAHSIN ALTINCI CAHİLÂNE İFTİRASI
Şöyle herzelemiş cahil şahıs: “Hazret-i Bediüzzaman, sözüm ona, dinde tahrifat yaparak küfrü ve şirki, geçmiş eski (semavî) kitap ehlinin sırtından alarak mektepli inançsızların üstüne yığmak üzere ehl-i kitabı kurtarmak için, يا اهل الكتاب hitabının, يا اهل المكتب e de baktığını söyler” diye cahilâne ve asılsızcasına gevelemiş.
Ve ilâve ederek söyle demiş: “Üstad’ın bu tevcihleri ve bu tarz manalandırması bir oyundur. Ehl-i kitabın ehl-i mektep olarak anlaşılması ne bugünkü Arapçada, ne Kur’an’ın geldiği dönemde, ne cahiliye döneminde böye bir anlayış vardır. Resulullah ve sahabe döneminde ehl-i kitabın ne manaya geldiği açık seçik ortaya konmuştur.”([44])
Elcevap: Evvela bu şahsın kendi re’yiyle, güya Kur’an adına asılsız, mesnetsiz cahilane manalar icat ederek kendi sapık zu’muna göre Kur’an’ın يا اهل الكتاب hitabının ifadesi, ehl-i kitabın müşrik ve kafir olduklarına bir ünvan olmak içindir demiştir. Bu cahil şahıs, bu anlayışını kitabının birkaç yerine serpiştirmiştir. Serpiştirmiş ama, İslâm aleminde yetişmiş allâme ve işin ehli müfessirlerin hiçbirinin tefsirinde bu mana, bu anlayış mevcut değildir. İbn-i Cerîr-i Taberî, Süyûtî ve Kurtubî gibi mütebahhir allâme müfessirlerin, her bir ayeti an’aneli senetlerle risalet menbaına ulaştırarak yaptıkları tefsirlerinde de bu mana ve bu anlayış görülmemektedir. Demek ki bu şahs-ı nâdân atıyor. Kendi re’yiyle Kur’an’ı tefsir ediyor. Yani hadisin emriyle küfür yapmış oluyor.
Evet, Kur’an’ın يا اهل الكتاب diye olan hitap ve emirleri müşrik, putperest ve doğrudan Allah’ı inkar eden mutlak kafirlerden onları ayırmanın ifade ve beyanlarıdır, açık seçiğide budur. Şimdi mevzua dönüyoruz:
İşte dört tarafı cehl-i mürekkeple sarılı olan bu yalanlı, cehalet-i betrâ([45]) ile katmerli iftiraya karşı deriz: Bu şahıs, tahmin ediyorum, bilerek müvesvis gibi safi zihinleri bulandırmak için her çareye başvuruyor ve birden birkaç telden çalmak suretiyle vesveseler üretiyor. Az sonra şu el-hannâsın ürettiği vesveseleri tek tek çürütüp ayaklar altına almak üzere döneceğiz. Ama en evvel bu şahs-ı nâdânın mevzu yaptığı hususta ki Hazret-i Üstad’ın yazdığı metnin aynısını bir bereber okuyalım. İşte Yirmi Beşinci Söz’ün, Birinci Şu’lesi’nin, Üçüncü Şuaı’nın, İkinci Şevk’ının, İkinci Cilvesi’nden:
“İkinci Cilve: Kur’anın şebabetidir. Her asırda taze nâzil oluyor gibi tazeliğini, gençliğini muhafaza ediyor. Evet Kur’an, bir hutbe-i ezeliye olarak umum asırlardaki umum tabakat-ı beşeriyeye birden hitab ettiği için öyle daimî bir şebabeti bulunmak lâzımdır. Hem de, öyle görülmüş ve görünüyor. Hattâ efkârca muhtelif ve istidadça mütebayin asırlardan her asra göre güya o asra mahsus gibi bakar, baktırır ve ders verir. Beşerin âsâr ve kanunları, beşer gibi ihtiyar oluyor, değişiyor, tebdil ediliyor. Fakat Kur’anın hükümleri ve kanunları, o kadar sabit ve rasihtir ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor.
Evet, en ziyade kendine güvenen ve Kur’anın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asr-ı hazır ve şu asrın ehl-i kitab insanları Kur’anın يَا اَهْلَ الْكِتَابِ يَا اَهْلَ الْكِتَابِ hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, güya o hitab doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِ lafzı يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ manasını dahi tazammun eder. Bütün şiddetiyle, bütün tazeliğiyle, bütün şebabetiyle يَا اَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا اِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَ بَيْنَكُمْ sayhasını âlemin aktarına savuruyor.” Sözler (407)
İşte Müfessir-i a’zam Hazret-i Bediüzzaman’ın söyledikleri bunlar. O zat-ı âliyü’d-derecât bu nurlu ve nevvar ve Kur’an-ı Hakîm’in i’caz-ı mu’cizini ispat eden cazibedar ve haşmetli ifadelerinden sonra, söylediklerinin keskin delillerle ispatı için Kur’andan birçok misaller vermektedir. O misaller, sahife numarasını verdiğimiz “Sözler” mecmuasının arasındadır, isteyen bakabilir. Bahsi fazla uzatmamak için buraya almaya gerekli görmedik.
Gelelim, ilimden, marifetten bî-behre olan sahs-ı müfterinin söyledikleri zenbur misal vesvesebar sözlerine; semavata taş atmaya benzeyen o cahilâne lâkırtılar birkaç maddedir, ibret-i âlem için takti’ ederek kaydediyorum:
Şahs-ı müfterinin batıl, müzmahill, hakikatsız, boş lâflı zu’muna göre:
1. Hazret-i Üstadü’l-enam “Dinde tahrifat yaparak, ehl-i kitabı şirkten ve küfürden kurtarmak için, şirki ve küfrü geçmiş kitaplar sahibinin sırtından alarak mektepli inançsızların üstüne yığmak üzere ve bunun için يَا اَهْلَ الْكِتَابِ hitabının, يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ e de baktığını söyler.
2. “Üstad’ın bunu böyle manalandırması bir oyundur. Çünkü ehle’l-kitabın, ehle’l-mektep olarak anlaşılması mümkün değildir.”
3. Bu anlayış, ne bugünkü Arapçada, ne Kur’an’ın geldiği dönemde, ne cahiliye döneminde yoktur.
4. “Resulullah ve sahabe döneminde ehl-i kitabın ne manaya geldiğini açık seçik ortaya konmuştur.”
Elcevap: (Cevap vermeye kabil-i hitap görmeye hiç de lâyık olmayan bu şahs-ı nâdânın arkasındakilerin ağızlarına taş vurmak içindir bu cevaplarımız) Birinci madde için deriz: Ey biçare el-hannas! Sen bu makamda, şu yüce, âlî Kur’an tefsirinin yapıldığı yüksek divanda bir avare müflissin, tek bir kelâm dahi etmeye ehil değilsin. Çünkü, cehil, garaz, iftirakârlık, tahrifperverlik senin basiretini körleştirmiştir. Bu durumunla hitaba kabil değilsin. Öyle ise biz ehl-i insaf, ehl-i vicdan, ehl-i feraset, ehl-i ilim ve marifetin huzurundan soruyoruz; Hazret-i Üstadü’l-enam, her asırda bütün insanlara her zaman hitap eden Kur’an’ın gençlikve tazeliğini dile getirmek sadedinde yaptığı bâlâ ve beliğ üslûplu tefsirindeki manânın misallerini vermek ve Kur’an’ın, tefsir şümûlünün genişlik ve derinliğini göstermek babında yaptığı çok yüksek ve pek âlî izahlarını “ehl-i kitabı şirkten kurtarmak için dinde tahrifat yapmış” diye o müfessir-i a’zamı ittiham ediyorsun!.. Senin ağzın kurusun. Acaba sen bu ittihamı hangi vicdan, hangi insaf, hangi imanla yapıyorsun?.. Masonların kalpsiz olan farmason kısmının iman ve vicdandan münselih vicdanlarıyla mı yapıyorsun?!.. Acaba dinde tahrifat yapmak nasıl bir şeydir ki, Cenab-ı Bediüzzaman onu yapmış olsun?.. O hazretin en yüce tefsir makamında yaptığı “Evet en ziyade kendine güvenen ve Kur’an’ın sözlerine karşı kulağını kapayan şu asır ve şu asrın ehl-i kitap insanları, Kur’an’ın يَا اَهْلَ الْكِتَابِ يَا اَهْلَ الْكِتَابِ hitab-ı mürşidanesine o kadar muhtaçtır ki, gûya o hitap doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir. Ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِ lâfzı يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ manasını dahi tazammun eder” ifadesini, nasıl umum İslâm müfessirlerine, bunların da ilim ve tefsir kaynakları olan asr-ı saadet ve menba-ı risaletin anlayış ve tefsirlerine zıt ve muğâyir olarak kendin cahil ve hakiki tefsir ve manalardan habersiz, kafanda tasarladığın mefhumlara göre tartıyorsun?.. Veya “güya o hitap, doğrudan doğruya şu asra müteveccihtir.” Ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِ lâfzı يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ manasını dahi tazammun eder.” ifadesinin neresinde “Onların sırtından şirki ve küfrü alarak mektepli inançsızların üstüne yığıyor.” Manası var?.. Hey Tekin Ahmet! Bunu iyice bil ki اِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا sırrıyla, şeytanın hile ve tuzakları, yalan ve iftiraları zayıftır, çürüktür, devamsızdır. Senin de öyle!..
Hey efendi! Senin ve müfteri hempâlarının icmâ-i ümmete tamamen zıt ve muhalif olarak, ehl-i kitabı ve Nasârâ ve Yahûdileri, katıksız müşriklerle, ataist ve komünistlerle ve Allah’ı re’sen inkâr edip tanımayanlarla aynı kefede tutup müşrik ve kafir saymanız ile, nifakın gizli perdesi altında şirki ve ataistliği müdafaa edercesine kendinizi de onlarla, bir manada, bir olduğunuzu gösteriyorsunuz. Bu mevzuda yaptığımız genişçe yorumlar “Güneş Üflemekle Sönmez” isimli eserimizin 95, 98. sahifelerindedir, bakılabilir.
Evet, Kur’an ve tefsirleri, hadis, sünnet ve İslâmın akide ve fıkıh müdevvenâtı gayet açık ve net olarak, Allah’ı hiç tanımayan, varlığına, kudretine inanmayan, ahiret, haşir ve risaleti kabul etmeyen, düpe düz kafir ve müşriklerle; ehl-i kitap olan Yahudi ve Nasara’yı, hatta çok eski bir din olan Sabiîler’i aynı kefede tutmamışlardır. Peygamberimizden bu ana kadar bütün İslâm alemi ve İslâmî devletler ve dört hak mezhep, bu kaziyeyi böyle kabul etmiş ve uygulamıştır. Ehl-i kitap olan Yahudi ve Hristiyanlar, eğer İslâm devletlerinin yakınında olan devletler ise, musalaha imzalayıp haraç verseler, hayat hakları vardır. Yok eğer İslâmî devletlere zıt olup zarar verme durumunda iseler ve sulhü ve haraç vermeyi reddetseler, o zaman “harbî kafir” olurlar, İslâm devleti de onlarla harbedebilir. Ayrıca Yahudi ve Hristiyanlar, Allah’ı re’sen inkâr değil, sıfatlarında hata ediyorlar. Hazret-i İsa ve Üzeyr’i (A.S.) “Allah’ın oğlu” kabul etmeleri gibi. Bir de Peygamberimizin risaletini ve Kur’an’ı kabul etmeme küfürleri gibi.
Ama gel gör ki, kendilerine Kur’an’ı siper etmek isteyen şu Tekin Ahmet ve hempâları ise, İslâm dinindeki bu icmâlı görüş ve telâkkinin ve dört hak mezhebin uygulamalarının tam ters ve zıddını savunmaktadırlar. Yani batıl bir anlayıştadırlar. Gerçi şu Tekin Ahmet, bu mevzuda savunduğunun zıddına çok defalar cehaletli tenakuzlara düşerek şöyle der: “Ehl-i kitabın bir kısmı vahye inandıklarını ve gerçek olarak Hazret-i İsa ve Musa’ya (A.S.) iman ettiklerini de söyleyebiliyor. Söylediklerinin bir örneği: ‘Kur’an’da İslâmî sorumluluk sahibi ehl-i kitaptan da bahsediyor. Ehl-i kitap için bir de: الَّذ۪ينَ اُوتُوا الْكِتَابَ kitaplarının hükmünce sorumlu olanlar, kitaplarının hükmüne uygun amel edenler” ifadesini de kullanıyor.
İşte, kızlarıyla evlenilecek, kestikleri yenilecek olan kimseler bu gruba dahil olan ehl-i kitaptır.” deyerek bu manayı ifade eden birkaç ayetin rakamlarını da veriyor.([46]) Bu tamam, iyi… Ama aynı kitabın bir üstteki sahifesinde ise: “ Kur’an-ı Kerim Yahudi, Hristiyan ve benzeri kimseler için “ehl-i kitap” diyor. Onları din mensubu saymadığı için ‘ehl-i kitap’ diyor. İnkâr ve şirk içinde olduklarını defaâtla söylüyor.”([47])
Tekin Ahmet adındaki şahsın herzelediği ve jimnastik oyunu gibi gâh orada, gâh burada zıplayıp oynayarak daha başka tenakuzlar da göstermesiyle ilgili ayrı bir fasıl açmak istiyordum. Ama şimdilik bu kadar diyorum, icap ederse başka bir zaman.
Netice olarak, haddini çok aşarak kafasına göre tutarsız hükümler çıkarıp ileri süren ve ilim âlemi karşısında kendini bu gibi mesnetsiz hükümlerle rüsvay eden bu şahsın Hazret-i Üstad Bediüzzaman hakkında, yani aleyhinde söylediği sözlerinin kasıtlı bir garazla; istikametli, nurlu hakikatları bulandırmak ve vesveselendirmekten gayrı bir şey olmadığı ayan beyan ortada.
ALTINCI İFTİRASININ İKİNCİ MADDESİ
Hazret-i Üstad’ın “ehl-i kitap” lâfzını ehl-i mektebe de şümullendirmesi bir oyundur. Çünkü ehl-i kitabın, ehl-i mektep anlaşılması mümkün değildir” diye herzelemiş bu şahıs.
Elcevap: Bak ey biçare nadan! Acaba Hazret-i Üstad’ın “ehl-i kitap” lâfzını “ehl-i mektep”e de şümûllendirmesinin hangi tarafında oyun dediğin şey vardır? Bir müfessir-i Kur’an olarak yaptığı muazzam tefsirinde: Ve يَا اَهْلَ الْكِتَابِ lâfzı يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ manasını dahi tazammun eder” diye Kur’an’ın kelâmullah olarak nihayet derecede genişliğini dile getirmesinde nasıl oyun olabilir? Hem oyun ne demektir? Acaba oyun, yani aldatma, kandırma, hak yoldan saptırma gibi dûn ve aşağılık fiiller sultanü’l-evliya olan Bediüzzaman’ın hayatında tek bir defa olsun görülmüş müdür?.. Hâşâ ve kellâ! Evet, o zât-ı azîmüssıfat اِنَّمَا الْحِيلَةُ فِى تَرْكِ الْحِيَلِ düsturu, merd-i âlicenab bir mü’minin, hele Hazret-i Üstad gibi bir allâme-i cihanın, yektâ bir müfessir-i Kur’an’ın sıfatı olarak gösterilen: “Hile, hilesizliktedir” meşhur kâide-i merdaneyi hayatının her safhasında ispat ve izhar eylemiştir, o hiç kimseye oyun yapmamıştır. Hiçbir vakit başkasına kendini beğendirme hile ve oyunu olan, hâşâ, dalkavukluk yapmamıştır. Başkasının tahripkâr oyunlarının maşacılığını yapmamıştır, mnezzeh hayatı meydandadır. Ama seni ey Tekin Ahmet, bilmiyorum sen hangi merhalede, hangi safhadasın?!..
Kaldı ki, “Ehlil-kitap lâfzı ehlil-mektep olarak anlaşılması mümkün değildir.” diye bilgisiz ve bilinçsizce tefevvüh edip söylemen, hakikaten bilgisizliğinin, yani Arapça lisanında cehaletinin derecesini gösterir. Zira “kitap, kâtip, mektep, mektup” gibi sîğaya giren bütün kelimelerin mastarı كتب dir. Ketebe mastarından, diğer sülâsî-i mücerred mastarlar gibi ayrı ayrı manalı çok kelimeler türetilip çıkartılabilir. “Mektep” ism-i mekânır. “Maktel” gibi; katl, öldürme, ölme, öldürülme yeri olarak yazılabildiği gibi mektep de, yazılıp çizilen yer demektir. “El-mektebe” kütüphane, ya da kitapçı manasında olduğu gibi…
Demek ki, ey Bay Tekin Ahmet! Senin يَا اَهْلَ الْكِتَابِ يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ olarak anlaşılması mümkün değildir” diye ileri sürmenin, seni ilim alemi ve ulema sahasında rüsvay ve kepaze ettiğini de bilmiyorsun. Bununla beraber, Hazret-i Üstad Bediüzzaman ayeti tefsir ederken يَا اَهْلَ الْكِتَابِ manası, bugün artık yalnız يَا اَهْلَ الْمَكْتَبِ dir dememiştir. Sadece “O manayı da tazammun etmiştir” diyerek Kur’an’ın hitabının bütün asır ve zamanlara ve onlardaki umum insan tabakalarına şümûlünü göstererek i’cazını ispat etmiştir.
ALTINCI İFTİRASININ ÜÇÜNCÜ MADDESİ
Şöyle gevelemiş şahs-ı nâdân: “Bu anlayış (yani ehlil-kitabın, ehlil-mektebe de şümûlü anlayışı) ne bugünkü Arapçada, ne Kur’an’ın geldiği dönemde, ne de cahiliye döneminde yoktur.”
Elcevap: Üstteki İkinci Maddenin cevabında bu boş ve bilinçsizce lâkırdının cevabı verilmiştir. Bu mesnetsiz lâkırdısı için deriz ki: Arapça lisanı her zaman birdir ve bütün lisanlardan daha zengindir. Lûgat ve kelimeleri itibariyle dünyanın en zengin lisanıdır. Bu zenginlikten dolayı, her bir asır ve zaman ehli aynı manaya gelen, ayrı kelimeleri kullanmıştır. Ancak Arapların cahiliye döneminde, hatta asr-ı saadetin ilk yarısında sarf-nahiv, maani-beyan, belâğat ve mantık gelişmemiş olup şiir ve kafiye, nutuk ve beliğ konuşma sanatı vardı. Buna göre Arapçanın bugününde de, Kur’an’ın nazil olduğu döneminde de , her zamanda da yegâne bir tasrifî lisan olup kök ve mastar kelimelerden birçok elfaz türetilebilindiğini sarf ve nahiv ilmine aşina olanlar bilmektedirler.
Bunun yanında, Kur’an’ın tefsirlerinde, Resûlullah dönemindekinden çok çok fazlası hakikatlar bugünkü mevcut tefsirlerde yer almaktadır ki, bunlar sarihan asr-ı saadette kayıtlı değil idiler. Demek ki, zaman geçtikçe Kur’an’ın hakikatları da tavazzuh ediyor ve hakeza. Bu madde için de şimdilik bu kadar.
ALTINCI İFTİRASININ DÖRDÜNCÜ MADDESİ
Şöyle gevelemiş, biçare ve abeskâr şahıs: “Resûlullah (A.S.M.) ve sahabe döneminde ehl-i kitabın ne manaya geldiği açık seçik ortaya konmuştur.”
Elcevap: Acaba açık seçik olarak ortaya konmuş şey, ya da mana veya mefhum ne idi, nasıldı? Niye yazmadınız Bay Tekin? Yazamazsın, çünkü yazdığın zaman, yani kafandaki asılsız, mesnetsiz manayı o zaman filanca tefsir, ya da falanca hadis-i şerif veya falan sahabe böyle demiştir diye ispat mekanizması işleyecek. O ise Bay Tekin’in yedinde öyle bir şey yok.
Evet, allâme ve mütebahhir olan bütün İslâm alimlerinin yazdıkları binlerce Kur’an tefsirleri meydandadır. Umum ehadis-i şerifenin kitapları da ortadadır. Ehl-i kitabın ne manaya geldiği o tefsir ve hadis kitaplarında yazılıdır, açık seçiktir. Ama senin ey Tekin Efendi, herzelediğin manada değildir. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm dünyada hayatta iken bazı alim sahabeler, bilhassa “Abâdile-i seb’a” ve hususiyle Abdullah bin Abbas ve Abdullah bin Amre’l-as (R.A.) eski münzel kitapları mütalâa edip teftiş eylediler, Peygamberimiz hakkındaki işaretlerin bir çoğunu meydana çıkardılar. Çıkarılan bu işaretler, siyer kitaplarında yazılıdır. Son 13. Hicri asrın evvelinde ve ortalarında yetişen büyük allâmelerden Şeyh Yusufe’n-Nebhanî ve Hüseyni’l-Cisrî’nin yazdıkları kitaplarında, o eski kitapların birçok tahriflere uğramalarına rağmen hayli çok işaretleri ayrıca bulup kaydettiler. Demek ki, o eski münzel kitaplar mensuh olup birçok tahriflere uğramalarıyla beraber, yine de vahiyden bazı iz ve eserleri dünya sahasında gezmektedir.
İşte, tarih, siyer kitapları, tefsirler ve ulûm-ı diniye erbabı müttefikan diyorlar ki: Kur’an’ın nüzûlünden evvel, Arap yarımadasında yaşayan insanların (Arapların) mutlak ekseriyeti ümmî bir kavim idi. Yani okur yazarları olmayan bir toplum idi. Ellerinde vahiy ile gelmiş bir kitap, bir dinleri de yoktu. Vahşi kaideler hükümrandı. Amma Yahudi ve Nasraniler ise yüzde yüz olmasa da, içlerinde okur yazarığı olan kimseler hayli vardı. Bunların ellerinde kökü ve menşei vahiy olan semavî münzel kitapları vardı. Araplarda hemen hemen umumiyetle okur yazarlık işi olmadığı gibi, Kur’an’ın nüzûlünden evvel okuyup hükümlerine göre amel edecekleri bir kitapları yoktu. Tamamen ümmice cahil bir kavim idi. İşte bu vaziyetten dolayı Hazret-i Musa ve İsa’ya (A.S.) tâbi ve ona inanan ve ellerinde Tevrat ve İncil başta olarak semavî kitaplar bulunan insanlara Kur’an’ın lisanıyla “ehl-i kitap” denildi. Öbürlerine ümmî kavim, ya da “müşrikler” diye isim verildi. Amma Kur’an’a ve Hazret-i Muhammed’e (A.S.M.) iman edip tâbi olanlara mü’minler ve Müslümanlar denildi. Ehl-i kitap, bundan başka bir manada değidi. Yoksa, bu Tekin Ahmet denilen şahsın, İslâm ulemasının yazdıklarını ve icmaını hiç kâle almayan batıl zu’mu ile gevelediği gibi, “Ehl-i kitap denilmesinin sebebi, onları, diğer putperest ve kitapsız müşrikler gibi, müşrik ve kafir olarak göstermek içindir.” diye hiçbir mana ve mefhum ne Kur’an’da, ne sünnette, ne mütebahhir müfessirlerin istihraçlarında yoktur. Yoktur ama, aleme karşı şu Bay Tekin rüsvay olacağını düşünmeden atıyor. Atıyor da, yalnız kendi kafasıyla, şahsî re’yi ile Kur’an ayetlerini manalandıranların küfre girdiğini ilan eden hadis-i şerifin emrini bilmiyor mu acaba?..
Böylece sıraladığımız şu altı tane apaçık yalan, iftira, bühtan ve tahrifli yakıştırmalar, ehl-i ilim ve vicdan için nümûne olmak üzere, ele alıp değerlendirmelerine kâfi ölçüdür zannediyorum. Yoksa bu şahsın zırvalamalı kitabında benzeri çok şeyler var ve sıralamak da mümkündür. Ama şimdilik kaydıyla bu kadar…
+++
İKİNCİ BÖLÜM
CAHİLLİKLERİNİN ÖRNEKLERİ
BİRİNCİ ÖRNEK:
“Hristiyanlığın ve Yahudiliğin menşei itibariyle hak din olduğunun söylenilmesi de mümkün değildir…”
“Din dedikleri şeylerin adı itibariyle de hak peygamber ve hak kitap ile de bağı yoktur. Bunlara menşe’ itibariyle de “hak din” diyenler, kocaman bir yalan söylüyorlar.” ([48])
Bu şahıs, bunları böyle, Kur’an’ın ve Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) bu husustaki emir ve fermanlarına karşı gelerek yani Kur’an’ın ve hadis-i şeriflerin hükümlerini hiçe sayıp karşı gelerek kendi müvesvis kafasına göre ve bir de kendisine anlayışta benzeyenler adına, meseleyi kasden, ama asılsızca bulandırmak isteyenlerle birlikte, şeytanî planları istikametinde, kendilerini hakikat üzere olup doğru ve bilgili göstermek için bazı yorumları da eklemişlerdir. Herzenâmesinin birkaç yerinde şöyle kaydetmiştir:
“Neresinden bakarsanız bakın, Pawlos’un icat ettiği Hristiyanlık…” “Doğrudan Hristiyanlığın veya menşei itibariyle Hristiyanlığın hak din olmakla ilişkisi yoktur… Allah’ın Hristiyanlık diye bir din göndermemesi…”([49]) “…Ehl-i kitap, mü’mine, din sahibine verilen bir isim değildir. Din sahibi olmayana, kafire ve müşrike verilen isimdir.”([50])
Elcevap: Bu şahıs, Kur’an’ın kırk sekiz yerinde يَا اَهْلَ الْكِتَابِ şeklindeki hitapları, ondan çok fazla “Nasrânî, Nasârâ” tabirleri ve yetmiş yedi yerinde “Elyehud ve Yehûdiyyen, hûden ev Nasârâ” ifadeleri ve ayrıca “Ehlil-kitap ve ehlil-İncil” lâfızları, Kur’an’ın birçok yerinde gelmesi ve eski peygamberlere indirilmiş kitaplarından, hususan Tevrat ve İncil’den defalarca kelâm eden beyanları, şu Bay Ahmet Tekin’in yanında hiçbir kıymet ifade etmiyor da, Yahudilerin bir oyunu ile Hristiyanlığı lağvetmek için, bunun yanında propagandası yapılmış bir Pawlos hikayesi Tekin Efendinin yanında en doğru bir mesned olmuştur. Demek ki onun yanında Kur’an’ın hükümleri değil, Pawlos hikayesi muteberdir. Eh, ne yapalım Allah insanı şaşırtmasın.
Evet, sevgili Peygamberimiz (A.S.M.) de, ehl-i kitabı, Kur’an’da yapılmış bu davetlere ve pürüzsüz hak din olan İslâma çağırmalara göre hareket etmiş, hadis-i şeriflerinde Kur’an’ın irşadlarının aynısını tefsir eder bir tarzda izah etmiştir. İbn-i Cerîr-i Taberî’nin büyük ve mühim tefsirine bakılabilir. Zat-ı Risalet Efendimiz (A.S.M.), ehl-i kitap denilen kimseleri, Yahudi ve Hristiyanları, son din olan İslâmiyetin iman ve akidesine davet edip çağırmakla adeta hep meşgul olmuştur desek, yanlış olmaz tahmin ediyorum.
Demek ki, bu kitapların (semavi kitapların) ve bu kitaplara bağlı dinlerin menşe ve me’hazları, kök ve asılları vahiydir, lâhutîdir, semavîdir; Nur ve bürhandırlar. O kitapların sahipleri de hak peygamberlerdir. İslâmın iman ve inancı budur, böyledir. İslâm dini imanının altı rüknünden iki rüknü olan وكتبه ورسله dir. İleri sürülen Pawlos hikayesi eğer doğru ise, ifsat edip bozduğu şey, bu kitapların menşeleri olan semavîlik ve vahiyliklerini ortadan kaldırmak değil, onlara inananların akidelerini tahrif ve bozmalarla yaptıkları ifsatlı ameliyeler olabilir. Yani, asılları vahiy ve hak olan bu kitapların ve bunların mensupları olan Yahudi ve Hristiyan ve Sabiîlerin uyguladıkları dinlerinin hak ve istikametten saptırılıp bozulmasıdır.
İslâm dini, (ki bütün dinlerin tebliğcileri olan peygamberler de İslâmdır) ve mukaddes olan Kur’an, o eski dinlerin sâliklerini daima ve her zaman hakiki sahih bir imana ve sağlam, müstakim bir akideye davet ettiği ve تَعَالَوْا اِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا ayetinin fermanı ile, onların inhirafa uğramış akidelerini, gelip Kur’an’la tashih-i akaid etmelerini ve bunu her zaman istemekte devam ettiği hak ve doğrudur. Kimsenin buna itirazı yoktur. Mesele de bundan ibarettir. Nitekim Ahmet Tekin dahi cehaletnamesinin 47. sahifesinin dipnotunda kendi düşüncelerinin zıddına çelişkiye düşerek bazı ayetlerin bazı manalarını istemeyerek yazmak mecburiyetinde kalmıştır.
Cehaletli hatalarının İKİNCİ ÖRNEĞİ:
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin 1910’da telif edip, 1912’de İstanbul Matbaa-i Ebüzziya’da tab ettirdiği “Münazarat” isimli eserinin birkaç yerinde ve birbirini tamamlayan manalarla: “Gayr-i Müslimlerin İslâm ordusunda asker olarak bulunmalarının dinen bir mahzuru olmadığını” ve keza: “İslâm devleti meb’usan meclisine Hristiyan ve Yahudilerin meb’us olarak bulunmalarında şer’î bir sakınca olmadığını” ve “Gayr-i Müslimlerle Müslümanların fazilet ve şerefte değil, hukuk meselesinde müsavi olabileceğini..” ve “Yahudi ve Nasârâ ile muhabbetten yasaklayan Kur’an’ın emri neye dair ve hangi manaya geldiğini ve bu nehiy onların hangi vasıf ve sıfatlarına ait olduğu, ayetin metninde kat’i olarak bir tayin, bir sarahat olmadığı gibi, hangi sıfatlarına dair olduğu da belirlenmediğini söyleyerek, o ayetin tefsiri sadedine pek mühim ve çok âlî bir makamdan asrın müceddit bir vekili sıfatıyla yaptığı izahını” ve “İslâm devletinde gayr-ı müslimlerin vali ve kaymakam olmalarının yanlış ve Kur’an’a muğayir bir şey olmadığını” tefsir, usûlüddin, fıkıh ve İslâm tarihi uygulamaları noktasında bir ehl-i salâhiyet din alimi olarak vermiş olduğu kat’î isabetli fetvalarına, yüz sene sonra bu Ahmet Tekin denilen şahs-ı nâdan karşı çıkmak istemiştir. Ve kendi ulûm-ı İslâmiye ve din usûlünden bîhaber kafasına ve şahsî reyine dayanarak, yalnız tahtie çizgisinden giderek birtakım mesnetsiz yorumlar getirmiştir. Öyleki, Hazret-i Üstad’ın yazdıklarını anlayıp bilmeden gözünü kapayıp birşeyler gevelemiştir. Haliyle aleme ve ilim dünyasına karşı kendi cahillik ve garazkârlığını ilan etmiştir. İlimden, marifetten uzak olan bu adamı muhataba alarak değil, ilim, irfan ve İslâm dini müdevvenatında araştırma yapmış faziletli, bilgili zatları şahitliğe davet ederek bu husustaki boş itirazlara cevap vermek istiyoruz.
Önce Hazret-i Üstad’ın üstte kaydedilmiş mevzulara dair sorulan suallere verdiği cevapların metinlerini aynen kaydettikten sonra, menfi canibin vazifelisi bu şahsın söylediklerine bakacağız. Amma ondan önce, bu eserin yazıldığı dönemin hayretengiz olaylarından azıcık bahsedelim. İşte: Osmanlı Hilâfet ve Saltanat idaresi sisteminde İkinci Meşrutiyet’in ilan edildiği gün olan 24 Temmuz 1908’e kadar, gayr-i Müslimler orduya asker olarak alınmamakta ve memleketin siyaset ve idaresinde gayr-i Müslimlere herhangi resmi bir vazife, bir memuriyet verilmemekte idi. Bu uygulama gayr-i Müslimlerin işine de geliyordu. Sanat ve ticaret işlerinde menfaatlarına oluyordu. Gayr-i Müslimler, özellikle Ermeniler ülkenin sanat ve ticaret piyasasına bir nev’i hakim durumda idiler. Yani görünüşte Müslümanlar efendi, amir ve memur olup sanatkârlık ve ticaret gayr-i Müslimlere bırakılmıştı. Fakat İkinci Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte o eski uygulamalar büyük çapta değişivermişti. Yani bu tarihten sonra, artık memuriyette de, askerlikte de, siyasi idarede de gayr-i Müslimlere vazife almaya, siyasete girmeye dair hak tanınmış ve uygulanmaya başlanmıştı. Haliyle bu vaziyete alışık olmayan, yani din noktasında cevazı olup olmadığını bilmeyen yarım yamalak cahil hocalar ve İslâm Şeriatının usûlüddin me’hazlerinin tahlil ve teşrihini anlayıp bilmeyen bazı mutaassıp şahıslar itirazlarda bulunuyorlardı ve hükûmeti tekfir ve tadlil ediyorlardı. Hatta o sıralarda Bitlis civarında “hürriyet” kelimesine karşı isyan bile çıkmıştı.
Şimdi mevzuumuza geliyoruz ve Hazret-i Üstad’ın “Münazarat” eserindeki mezkur konularla alakalı sorulan sualleri ve verilen cevapları sıra ile kaydediyoruz.
1. Meclis-i Meb’usandaki Hristiyan ve Yahudiler Hakkında
“S. Meclis-i Meb’usanda Hristiyan ve Yahudiler vardır. Onların re’ylerinin Şeriatta ne kıymeti vardır?
C: Evvela: Meşrutiyette hüküm ekserindir, ekser ise Müslüman’dır. Altmıştan fazla ulemadır. Meb’us hürdür, hiçbir tesir altında olmamak gerektir. Demek hakim, İslâmdır.
Saniyen: Saatı yapmakta veyahut makineyi işletmekte sanatkâr bir “Haço” veya “Berham”ın ([51]) re’yi muteberdir; şeriat reddetmediği gibi; Meclis-i Meb’usandaki mesalih-i siyasiye ve menafi-i iktisadiye dahi bu kabilden olduğundan reddetmemek gerektir. Ahkam ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir. Meb’usların vazifesi o ahkam ve hukuku su-i istimal etmemek ve bazı kadı ve müftülerin hilelerine meydan vermemek için bazı kanunları yapmak, etrafına sur etmektir, aslın tebdiline gitmek olmaz, gidilse intihardır.”([52])
Hazret-i Üstad’ın bu fevkalâde ilmî, usûlî, kanunî ve mantıkî şerhinde, öne çıkan en mühim iki noktası şunlardır:
Birincisi: Bir Hristiyan veya Yahudinin re’yi, görüşü, sanat ve ustalık işinde geçerliliğini şeriat (İslâm dini şeriatı) reddetmez. Hristiyandır, Yahudidir diye ondan sanat ve teknoloji iktibas edilip öğrenilmez gibi bir şey şeriatta yoktur. Onun gibi, siyasi maslahatlarda da, iktisadî menfaatlarda da görüşleri sorulabilir. Meb’usan meclisinde tartışılan meseleler de ekseriya bu kabilden olduğundan İslâm şeriatı, bu mevzudaki hususlarda onların görüşlerini reddetmez.
İkinci Nokta: Osmanlı Devletinin o günkü anayasasında, İslâm dininin ahkam ve hukukunu benimsediği için, bunlar ise tebeddül edip değişmesi mümkün olmayan temel asıllardır. Meclis ve meb’uslar da bu asılları korumakla mükelleftir. Lâkin bu ahkam ve hukukun tatbikat işinde tercih işini hakim ve kadılara bırakmış, yani istişare edip tatbikatı uygularken tercih işini kendileri gerçekleştirebileceklerine mecal tanınmıştır.[53] Öyle ise, değişebilecek ahkam ve hukukun bizzat kendisi değil, meşveretle yapılacak tatbikat ve tercihatıdır.
2. “Gayr-i Müslimlerle Nasıl Müsavi Olacağız?
C: Musavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise, şâh ve geda birdir. Acaba bir şeriat “Karıncaya ayak basmayınız.” dese, ta’zibinden men ederse, nasıl benî âdemin hukukunu ihmal eder, kellâ!.. Biz imtisal etmedik (yani şeriatın bu gibi hükümlerine uymadık).
Evet, İmam-ı Ali’nin (R.A.) âdi bir Yahudî ile muhakemesi ve fahrınız olan Salahaddin-i Eyyubî’nin (R.H.) miskin bir Hristiyanla mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.”([54])
Hazret-i Üstad, bu pek mühim sualin cevabında da, gayr-i Müslimler eğer İslâm devleti içinde yaşıyorlarsa, onlara: “Gavurdur, Yahudidir, ne kıymeti vardır.” diyerek yaşama hakkını ve şahsi hukukunu hiç önemsemeden onlara zulmetmenin ve hukuklarını çiğnemenin ne kadar İslâm şeriatına muhalif olduğunu anlatıyor. Ve İslâmî ahkam ve şeriatın kemaliyle uygulandığı ve hüve hüvesine ittiba edildiği en parlak devirlerin en üst idarecilerinin, İslâm hukuk mahkemesinde adi bir Yahudi ve miskin bir Hristiyanla beraber bulunup mürafaa yaptıklarını, bu husus için bariz birer misal olarak veriyor. Şu adalet saçan tarihî iki vakıa kat’iyyen sabit olmakla beraber, bir de Sultan Muhammed Fatih Han’ın da benzeri bir hadisesi vardır ki, Mehmed Fatih, bir Rum mimarın ellerini ani ve fevri bir hiddet neticesinde kestirmesinden sonra, o mağdur Rum usta, Sultan Fatih’i İslâm hukuk mahkemesine vererek dava açmış. Mahkeme başkadısı Hızır Bey Çelebi, Sultan Fatih’i o Rum usta ile mahkeme huzurunda mürafaa olunması için çağırmış, Sultan Fatih, mahkeme salonuna girdiğinde, baş köşeye geçip oturmak istemiş. Mahkeme reisi padişaha ihtar vererek: “Oturma beyim, hasmınla mürafaa-i şer’ olacaksın!” diyerek onu Rum ustanın yanında ayakta yargılamış. Muhakeme neticesinde Sultan Fatih suçlu bulunmuş e Rum usta gibi “kısasa kısas” hükmünce ellerinin kesilmesine karar verilmiş, fakat Rum usta, bu hükmün infazının yapılmamasını talep etmiş. Bunun üzerine mahkeme hakimi Sultan Fatih’in her gün Rum ustaya, hayatı boyunca, iki akçe paranın tazminat olarak ödemesini karara bağlamış. Bu hadise dahi İslâm tarihinin hukuka riayetteki altın bir safhasıdır.
3. “S: Rum ve Ermeniler’in hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kerre tecavüze başlıyorlar, bir kerre ‘Hürriyet ve Meşrutiyet bizimdir, biz yaptık’ diyorlar; bizi me’yus ediyorlar.
C: Zannediyorum tecavüzleri, eskiden sizden tahayyül ettikleri tecavüze karşı bir teşeffi-i gayz ve bundan sonra sizden tevehhüm ettikleri tecavüze karşı bir nümayiş gibidir. Eğer tamamıyla iman etseler ki, tecavüz sizden olmaz, adalete kanaat edeceklerdir. Şayet adalete kanaat etmezlerse, hak, hakkın kuvvetiyle burunlarını kırıp ikna’ ettirecektir…”([55])
4. “S: Yahudi ve Nasârâ ile muhabbetten Kur’an ’da nehiy vardır; لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ Bununla beraber nasıl dost olunur? Dersiniz.
C: Evvelâ: Delil, kat’iyyü’l-metn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki te’vil ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasârâ ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayinleri hasebiyledir. Hem de bir adam zatı için sevilmez, belki muhabbet, sıfat ve sanatı içindir. Öyle ise, her bir Müslüman’ın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kafirin dahi bütün sıfat ve sanatları kafir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfat veya bir sanatı istihsan etmekle iktibas etmek nedn caiz olmasın! Ehl-i kitaptan bir haremin olsa, elbette seveceksin.
Saniyen: Zaman-ı saadette bir inkılâb-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-i Müslimlere muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin şimdi âlemde bir inkılâb-ı acib-i medeni ve dünyevidir; bütün ezhanı zabt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet ve terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi dinlerine o kadar mukayyed değillerdir. Binaenaleyh, onlar ile dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk kat’iyyen nehy-i Kur’anî’de dahil değildir.”([56])
Hazret-i Üstadü’l-enamın birçok gâmız ve muğlak müşkilleri halleden şu rasihane kutsî ve nurlu şerhinin bazı yönlerini burada, henüz Tekin Ahmet’in zırvalamalarına gelmeden önce azıcık bir tahlil etmek istiyorum. İşte bakınız, Hazret-i Üstadü’l-enam şöyle diyor: “Ayetin metninin varlığı kat’i ve sabittir. Ancak delaleti noktasında kat’i bir surette tayin edici ve parmağını üstüne basıp gösterici ve: “İşte Yahudi ve Nasârânın muhabbetinden nehiy, onların şu vasıf ve şu taraflarıdır” diyerek kat’i bir delil göstermemiştir, yani mutlak bırakmıştır. Mutlak ise âmm olamaz. Mutlakın manası, herhangi bir kayda bağlı olmayan şeydir. Âmm ise, her şeye, her cihete şamil olan şeydir. Buna binaen, Yahudilerin ve Hristiyanların hangi taraf ve vasıflarını, (ayet mutlak bıraktığı için,) sevmekten kaçacağız belirtilmemiştir. Bu durumda, acaba Müslümanların çok muhtaç olduğu ellerindeki sanat ve terakkiyi de mi, onlardan geliyor diye, tersleyip sevmeyerek almayacağız?.. Ticaret ve alışverişi de mi onlarla yapmayacağız; öyle mi?.. Hayır, ayet böyle emretmemiştir. Ayetin emri eğer “âmm” olmuş olsaydı, onların her şeylerinden uzak kalıp hiçbir cihette temas olmayarak sanat iktibası da yasak olmuş olurdu ki, ne mantığa, ne de akla uygun gelen bir tarafı olmayacaktı.
Buna göre, ayetin metnindeki nehiy, neye dair olduğunu gösteren kat’î ve açık bir delil olmadığı için, elbette ki bazı ihtimalleri nazara alarak tevil yapmanın yeri ve mecali vardır. Evet, Kur’an’ın “Yahudi ve Hristiyanları sevmeyin, dost olmayın.” diye yasaklayıcı emri “âmm”, yani “onların bütün her şeylerinden uzak durun, hiçbir şeylerini beğenmeyin, hiçbir taraflarını sevmeyin” manasında değildir. O halde o emir, “mutlak”tır. Yani metn-i ayetin vaziyetine göre, manasındaki emrin tatbikinde ihtimalleri olabilen bir nehiydir. Böyle de olduğu için, nehiy emri “mutlak” olmuş olur. O halde bazı kayıtlarla kayıtlandırılması mümkündür. Yani umumi değil, belli bazı hususlar ile bağlılığı olur.
O halde, kayıtlandırılması ihtimal ve imkan dahilinde olabilen o nehiy emrini, büyük bir müfessir olan zaman, kendisi ile alakadar kaydını izhar eylese, itiraz olunmaz. Ayrıca da hüküm müştakk üzerine olsa (yani iftial babı vezninde olarak, diğer bir kelimeden üretilerek ayrılıp husul bulmuşsa, diğer bir lâfızdan iştikakı müsbet olan bir şey ise), o zaman o hükmün illiyyeti için iştikakın me’hazını (yani kök kelimeden ayrılıp bölünerek gelen ayrı manaların me’hazını) hükmün illeti olarak gösterir. O durumda iştikakın me’hazine, yani mana ihtimallerinin ondan üretilebilen kaynak nedir, ona bakılır. İşte şurada, ayetteki iştikak me’hazı Yahudilik ve Nasranilikten başka bir şey olmadığına, hüküm için illet ve sebep o vasıfları olur. O halde bu yasak, Yahudilik ve Hristiyanlık dinlerinin dinî ayinleri ile kayıtlı olması gerekmektedir. Yani bu iki din mensuplarının mevcut vaziyetteki dinlerinin icrasıyla alakadar ayinlerini ve bunları bu ayinlerinin alâmet, şiar ve nişanlarını, yani Hristiyanlık ve Yahudiliği gösteren, iş’ar eden özel elbise, kisve ve serpuşlarını beğenerek giymeyiniz ve onların bu gibi dini âdetlerini istihsan ederek sevmeyiniz demektir.
Hazret-i Üstad-ı allâme bu son derece usûlî ve ilmî muazzam tefsirinden sonra, mevzu hakkında şöyle bir delil daha kaydetmiş: “Hem bir adam zatı için sevilmez, belki muhabbet, sıfat ve sanatı içindir.” Yani, insanlar sadece bir insan olduğu için, yani herhangi hoş bir sıfat ve güzel sanatı olmadan, sevilmeyi ve takdiri celbeden bir tarafı olmadan, hemen pat diye sevilmez, belki ancak onda iyi ve sağlam bir bilgi, bir marifet, ya da dürüst bir ahlak, ya da maddi hüsün veya çekici bir sanatı olduğu zaman sevilir.
Sonra da Hazret-i Üstad, tefsir ve teşrihine şöyle devam ediyor: “…Öyle ise, her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lazım olmadığı gibi, her bir kafirin dahi bütün sıfat ve sanatları kafir olmak lazım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfat veya bir sanatı istihsan etmekle iktibas etmek neden caiz olmasın?.. Ehl-i kitaptan bir haremin (bir hanımın) olsa elbette seveceksin.”
Hazret-i Üstad üstteki manayı bir başka eserinde (Lemeât’ta) şöyle kaydetmiş: “Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vacip iken, haricen her dem vaki’, sabit değildir. Öyle de her kafirin her vasfı kafir olmak, küfründen neş’et etmek yine lazım değildir…”([57])
Bu her iki izah tarzının azıcık şerhi yapılması icap ederse, şöyle mümkün olabilir: “Bir Müslüman, İslâm dinine mensuptur. Onun ahkâmının hak ve doğru olduğuna imanı vardır. Lâkin buna rağmen, İslâmın makbul görmediği bazı nahoş ahlakları da vardır. Mesela, tembeldir, tenperverdir, keyfe düşkündür. Hatta bazan yalan söyleyebilir, hile edip başkasını kandırabilir, va’dinde hulfedebilir, israf ve tebzir yapabilir, vesaire… İşte bütün bunlar bir Müslümanın vasfı ve huyu olmaması lazım iken, bazı Müslümanlarda görülebiliyor ve bu kötü huylar bir Müslümanda bulunduğu zaman, o adam, Müslüman değildir denilemez. Belki günahkâr bir Müslümandır denilir. Fakat bir kafir, kafir olmakla beraber, Müslümanların yapması gereken, lâkin yapmadıkları, şahıslarında göstermedikleri Müslüman sıfat ve ahlakları imtisal edebiliyor. Yani, mesela ticarette dürüstlük, vadinde vefa, kimseyi aldatmama, yalan söylememe, çalışkanlık ve gayret gibi bir Müslümanda olması lazım gelen ahlakları gösterebiliyor. O durumda onun kafirliği bu güzel ahlakları bozamaz. Bu vaziyette o kafir, Müslüman olan vasıfları hayatında uyguladığı için, onun bu güzel ve hoş sıfatlarını sevmekte bir beis olmaz.”([58])
Bu bahsin devamında da Cenab-ı müellif Hazretleri, ikinci, mühimin mühimi, kaideli bir şerh ve azim bir tefsir yaparak diyor ki: “Zaman-ı saadette (Peygamberin (A.S.M.) şerafetli ve saadetli asrında) bir inkılâb-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Gayr-i Müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu.”
Yani o asırda bir Müslümanın, o büyük dinî inkılâbın verdiği hassasiyetle, bir gayr-i Müslimle samimi dostluk kurması halinde, ortalıkta ifsat ve fesat üreten münafıklar zümresi devrede olduğu ve bu münafıkların bir kısmı Yahudilerden olduğu, diğer kısmı da Yahudilerle temasları ve bunların gizli gizli Mekke müşrikleri ile muhabereleri olduğu gibi, dini ayinleri birinci derecede akla geldiği için, o dostlukta hemen din noktası cihetinden değerlendirme yapılırdı. Bu mevzuun hassasiyetinin en bariz bir misali: Basra Valisi, Hazret-i Ömer’e (R.A.) kendisinin bir gayr-i Müslim katibinin olduğunu söylemesi üzerine, Hazret-i Ömer (R.A.) o asırdaki büyük dinî inkılâbın verdiği hassasiyet, hamiyet ve gayret ile valiye demiş: “O katibi azleyle!” Vali: “Eğer o katip olmazsa, Basra’nın idare işi durur.” demişse de, Hazret-i Ömer (R.A.) emri tekrarlamıştır.
Buna göre ve netice olarak, ayetteki muhabbetten nehiy emri, Yahudi ve Nasrâni dinlerinin adap ve usûlü, ayin ve merasimler noktasındaki istihsan ve muhabbetten nehiydir. Onların insanî ve san’avî cihetindeki vasıflarına karşı istihsan ve beğenme hususunda bir yasak değildir.
Daha sonra, o Müfessir-i Celil Hazret-i Bediüzzaman bahsi neticeye bağlamak üzere şöyle demiş: “Lâkin şimdi âlemde bir inkılâb-ı acib-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukûlü meşgul eden nokta-i medeniyet ve terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi dinlerine o kadar mukayyed değillerdir. Binaenaleyh, onlar ile dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir… Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte şu dostluk kat’iyyen nehy-i Kur’anîde dahil değildir.”
Şimdi acaba, şu azim ve celil tefsire, biçare nadan Tekin Ahmet’ten gayrı ve onun belli hempâlarından başka kim itiraz edebilir; bir de şeytan-ı racimden başka… Hazret-i Üstad’ın şu nurlu, berrak ve akıl ve mantığa ve ilm-i hakikata dayalı tefsirli ifadelerinden anlaşılan manalar, İslâm tarihinde gelmiş geçmiş bütün İslâmî devletler anlayışında hüküm sürmüştür. Onların mensuh olmuş dinî merasimlerini, âdâb ve usûllerini değil, amma ellerindeki sanat ve teknoloji, şahıslarındaki çalışkanlık ve beceriklilik istihsanla karşılanmıştır. Hiçbir İslâm alimi ve müçtehidinin bu hususta itirazları vaki’ olmamıştır. Sultan Fatih’in, İstanbul’un bir cihette fetih vasıtası ve aleti olan topunun mimarı bir Rum usta olması, bunun tipik bir şahididir.
Tekin Ahmet’in “avra” ([59]) ve meş’um yorumu ise her şeye terstir. Âleme ibret olsun diye bir kısmını kaydediyorum, şöyle demiş: “Tarihselcilik mutlak, mukayyet dinlemeyip bütün ahkâmı berheva etmek tavrının adı olmakla, bir mutlakın takyidinden ibaret olan yukarıdaki tesbit (yani Üstad’ın nurlu tefsirleri) tarihselcilik ifadesi olarak görmek cây-ı itiraz ise de…” Tekin Ahmet’in şu iki üç satırlık lâkırdılarına bir nazar edersek, görünen odur ki, bu biçare nâdan şahıs ve şahıslar, “mutlak”ın, “âmm”ın ve “mukayyed”in” ne olduğunu bilmeden ve İslâm şeriatının usûlü’l-fıkhındaki ıstılahî manalarının ne olduğunu anlamadan “tarihselcilik, mutlak, mukayyet dinlemeyip bütün ahkamı berheva etme tavrının adı olmakla…” demiş. Acaba sorulsa ki, behey adam! Hazret-i Üstad’ın şu ilmî, usûlî ve tahkikî tefsirinin neresinde tarihselcilik görünüyor?.. Hem tarihselcilik ne demektir? “sel, sal” diye İslâmî ağızların vakarına yakışmayan şu kullandığın izafîler gavurca değil midir?.. Hani sen onların her şeylerine karşı idin ya, nerede kaldı? Bununla beraber, bilfarz Bediüzzaman Hazretleri tarihçilik yaklaşımıyla bu ayeti tefsir etti diyelim. Acaba, İslâm ağzıyla söylesek, tarihi veya tarihçilik ilmi Kur’an’ın nerede ise üçte birini tazammun etmiyor mu? Kur’an’ın, peygamberlerin kasas ve tarihlerini, encam ve sergüzeştlerini ibret için pek çok defalar zikretmiyor mu? Hem Kur’an ayetlerinin esbab-ı nuzülü tarihçilik ilmine dayanmıyor mu? Keza Kur’an’daki nâsih ve mensuh ayetlerinin tesbiti yine tarihçiliğe dayanmıyor mu? Ki bu tesbit, ahkâm-ı Kur’aniyenin tatbikatında çok mühim bir hadise teşkil eder. Keza, İslâm şeriatının ana kaynağı olan Kur’an’da ahkâmın mücmel olanını tesbit ve tatbik hususunda ikinci ana me’haz olan ve “sünnet” dediğimiz seyyidimiz Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) tasnifatı ve tatbikatını bildiren hadis-i şeriflerini tesbit ve tahkik etmek için İslâm muhaddisleri onları toplayıp zabtederken, an’anelerinin tahkiki hususunda bir çeşit tarih ilmini alet olarak kullanmamışlar mı idi?!.. Biliyor musun bunları sen Tekin efendi?!..
İşte, Ahmet Tekin’in avra ve şeametli yorumuyla ki “sadece bir tarihselcilik ile Kur’an tefsir edilmiş” diye bilgisizce yaklaşımı gibi olmayıp, belki zaman denilen şeyin tesiratı altında ve gelişen hadiselerine ve zaman geçtikçe Kur’an’ın remiz ve işaretlerinin tavazzuhu ve inkişafına nazaran, ahkâm-ı İlâhiye ve Kur’aniye ve diniyenin teferruat kısmında değişimlere uğraması hakikatıyla, Hanefi fıkhı usûlünde:
“Zamanın tegayyürüyle ahkâmın teferruatının tatbikatı da tegayyür edebilir” hükmü kayıtlıdır. Hatta zaman ile mukayyet veya alakalı vaziyetlerine göre değişiklikler Kur’an’ın nuzûlünde de cereyan etmiştir. Mesela, Pegamberimizin (A.S.M.) Mekke’deki hayatında, peygamberin lisanıyla قُلْ يَا اَيُّهَا لْكَافِرُونَ diye müşriklere hitaben: ‘Sizin dininiz size, benim dinim bana…Biz size karışmıyoruz, siz de bize karışmayınız.’ Mealinde ferman buyurulduğu halde, zaman geçti, Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ve ashabı Medine’ye hicret ettikten sonraki dönemde nüzûl eden ayetler, bu vaziyete temas eden hükümlerde değişiklik göstermediler mi? Bunları da biliyor mu Bay Ahmet Tekin? Şayet duymuş ve biliyorsa, hakikatını idrak edip kavrayabiliyor mu?..
Bir de şimdi burada, Hazret-i Üstad’ın “Münazarat” risalesinde müteselsilen kaydetmiş olduğu ayrı ayrı, fakat birbirine bakan ve tamamlayan ilmî, usûlî sual ve cevaplarının diğer kısımlarını tahlil için müzakereye almadan evvel, Tekin Ahmet’in boş, bilgisiz, abes ve kafadan atma bir kısım lâkırdılarına bir atf-ı nazar etmek istiyoruz, işte:
24 Şubat 2005 tarihli Milli Gazete’de yayınlanmış “Ebubekir Sifil” menşeli bir yazıda, Hazret-i Üstad’ın 1911’de tabedilmiş “Münazarat” isimli eserinde yer alan لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ ayetindeki nehyin mahiyeti hakkında yaptığı şerh ve tefsirini sözde tenkide kalkışmış… Her ne kadar Ahmet Tekin’in bir hempâsı olduğu anlaşılan bu adamın da, kendisi gibi Kur’an’ın usûl-ü tefsirini ilgilendiren mana ve mefhumlardan bihaber olarak yazdığı yazının, dinci geçinen ve günlük geçici tarafgir siyaset ile dini birbirine karıştıran ve partilerine istismar içinde alet ittihaz eden bir siyasi gazetede yayınlanmasını yadırgamıyorum.
Çünkü bu gazete ve onunla siyaset yapan şahıslar, hep böyle Ahmet Tekin gibi, Kur’an’ın üslûp ve usûlüne muhalif olarak müşrikini, münkirini, putperestini, ataistini, ehl-i kitapla bir seviyede tutarak “küfür tek bir millettir” deyip istikametsiz bir akide muamelesinde bulunmuşlardır. Resulullah’ın (A.S.M.) ve İslâm şeriatı usûlünün anlayış ve inancı böyle olmadığı halde, bunlar kendi kafalarındaki siyasî görüş ve anlayışı, dinin usûlüne ayar ve mihenk tutan kişiler olarak tebarüz etmişlerdir.
Evet, Resulullah Efendimizin hayatında, Bizanslılarla İranlıların savaşında Mekke müşrikleri o günkü İranlı Mecusilerin tarafını tutup alkış çekerken, Hazret-i Resulullah (A.S.M.) ve sahabeleri, ehl-i kitap olan Hristiyan Rum Bizanslılardan yana taraf tuttuğunu, Kur’an’ın “Rum suresi” başındaki ayet sarahaten gösterdiği ve bütün tefsirler bu vakayı genişçe yazdıkları gibi, İslâm şeriatı da Allah’ı tanımayan, vücud ve vahdetini kabul etmeyen müşrik, mecusi ve ataistlerin değil, ama ehl-i kitabın kızlarıyla evlenilebileceği, kestiklerinin yenilebileceği hakkında ayet ve hadislerden ahzedilmiş hükümler koymuştur.
Lâkin bunu da unutmamak gerektir ki, bugünkü dünyada, adı Hristiyan, ama kendisi ateist ve münkir olanlar çoktur. Elbette ki bunlar Hristiyan sayılmaz, dolayısıyla o vaziyet bahis haricidir. Nasıl ki, Müslümanlardan da bunlara benzeyenler vardır.
Bizim burada, Milli Gazete’nin siyasetçi yazar kadrosundan sapı samanı birbirine karıştıran bazı yazarlarının tarafgirane hal ve durumlarıyla uğraşacak halimiz yoktur, vaktimizi zayi etmeyiz. Ama Tekin Ahmet’in kendisine yoldaş ve destek kabul ettiği cehil kokan o yazının bazı noktalarını ders-i ibret için tahlil etmeyi uygun bulduk.
Evvela: Peşinen kaydedelim ki, Hazret- Bediüzzaman’ın mevzu edilen tahlilinin hiçbir yerinde ve ayrıca da onun diğer kitap ve risalelerininin hiçbir tarafında; “Ehl-i kitabı azarlayan ayetlerin ilk nazil oldukları zamandaki ehl-i kitaba bakıyordu, bu zamandakilere değil” diye olan bir mana, ne sarahaten, ne mutabakaten, ne zımnen, ne de işareten yoktur. Evet, böyle bir şey yoktur. Fakat bu Sifil Efendi vardır demiş, o da Tekin gibi Üstad’a iftira etmiştir.
Bu iki hempa bayın mevzu’ ettikleri “tarihselcilik bütün ahkamı berheva etmenin adı olmakla…” diye iddia ettikleri abes, vakvaka-i kurbağa nevindeki lâkırdılarına az üstte değinmiş ve ilmî ve usûlî tahlillerini ortaya koymuşuzdur. Sadece burada bu iki bay hempaya şunu sormak isteriz ki: “Tarihselcilik bütün ahkamı berheva eder” diye lâfladığınız iddianın dinî, ilmî, mantıkî bir izahını getirebilecek misiniz? Yani mesnetli ve ispatlısını?…
Şunu da kaydedelim ki, Hazret-i Bediüzzaman’ın “Münazarat” isimli eserinde geçen bir sual münasebetiyle mevzu-ı bahis ayetin tefsirinde olduğu gibi, “İşârâtü’l-İ’câz” tefsirinde ve diğer eski eserlerinde ve “Yeni Said” tabir ettiği hayat döneminde telif eylediği “Risale-i Nur” eserleriyle beraber cem’an yüz doksan iki risale ve kitaplarında pek çok ayetlerin şerh ve tefsirlerini yapan o Üstadü’l-enam, daima hakkın, hakikatın, ehl-i sünnet ve’l-cemaatın müstakim mezhebinin anlayışıya isabet üzerine olmuştur. Tam yüz seneden beri bütün ulema-yı İslâm tarafından tasdik ve takdirle karşılanmış ve karşılanmaktadır. Âlem-i İslâmın en büyük ve en tepedeki alimlerinden gelen pek çok takrizli medhiyeler, sene ve tebrikler ortadadır. Şimdiye kadar ilim adına, hakikat adına hiçbir kimseden tenkit ve itiraz gelmemiştir. Ama son üç dört senedir, belli bir mihrakın vazifeli birkaç eleman adamı ise, müşterek bir kampanya ile, ama hiçbir temel hakikata dayanmadan taarruza geçmişlerdir. Lâkin kat’iyyen bilinsin ki, bunların kopardıkları şamata hakikat meydanında sivrisineğin vızıltısı kadar da tesiri yoktur. Benim cevap vermede yaptığım tahşidat, bu biçare zavallılara fazla değer verdiğimden değil, bazı saf kalpli Müslümanların vesveseye kapılmamaları içindir.
İşte, bütün bunlarla beraber, üzerinde durduğumuz ayetin tefsirinde Hazret-i Üstad mücerret bir tarihçilik ile yorumunu yapmamıştır. Zamanın büyük bir müfessir olduğunu söylemiştir. Hem tefsir ve şerhte “mutlakı zaman takyid etmiştir” diye bir mana izhar etmemiştir. Zamana göre ahkamın teferruatında değişme olabileceğine işaret etmiştir ki, bunun Hanefi fıkıh usûlünde mühim bir kaide olduğunu az üstte kaydetmiştik.([60])
Evet, eski peygamberlerin herbirisinin zaman ve mekana ve insanların yaşayış ve ahvallerine göre, bazı ahkamın teferruatında şeriatları değişik olduğu meselesi bilenlerin malumudur. Hazret-i İsa’nın (A.S.) şeriat-ı Museviyedeki içki haramiyetini kaldırması gibi…([61])
Saniyen: Bu iki müfteri hempâlar, Hazret-i Üstad’ın ifadelerini başka bir tarza çevirip tahrif ederek manalandırıyorlar. Nasıl mı? Bakınız, Üstad-ı müfessir meseleyi izah ederken, kaziyeyi baştan alıp getiriyor, hem de birkaç cihetten tefsirinin delilini getiriyor. Meselenin başı şöyledir:
“Evvela, delil kat’iyyü’l- metn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecali vardır. Zira nehy-i Kur’anî âmm değil, mutlaktır” şeklinde iken, bu iki şahıs ise;
“Evvela”dan sonra gelen on altı (16) kelimeyi kesmiş ve “Evvela nehy-i Kur’anî âmm değildir” diye başlamışlardır. Bu ise, hainane bir tahriftir. Kendi kafalarında tasarladıkları iftiralarındaki bozuk şekle göre hakikatı kesip kırpmakla uydurma ameliyesini uygulamışlardır. Bu iki şahsın kestikleri kısım, mevzuun ana fezlekesidir. Bundan başka da, Hazret-i Üstad’ın metin içinde “Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasârâ ile, Yahudiyet ve Nasraniyet olan ayinleri hasebiyledir” deki “ayinleri” kelimesini “aynaları” olarak değiştirmişlerdir. Bu da herhalde cahilane tahrifleridir.
Ayrıca, Hazret-i Üstad, şerh ve tefsirinin devamındaki altı satırda, yaptığı tefsirin birkaç mantıkî ve usûlî delilini daha zikretmişken, bu iki hempâ-yı muharrif, kalkmış onu da kesmişlerdir. Demek ki maksatları ilmî ve yakînî bir tenkit değil, başka şeydir, iftira düzmecelerini pekiştirmek maksadıdır.
Salisen: Kafadengiler kasdi ve garazlı iftira ve tezvirlerine devam ediyor, diyorlar ki:
“Kur’an’ın herhangi bir mutlak hükmünün zaman delili tarafından takyit edilebileceği hangi usûl kitabında kayıtlıdır bilemem. Ancak bildiğim şu ki, zamana böyle bir yetki tanınması, ucu “nesh”a pekala çıkabilecek bir tavrın ifadesi olur ki, tarihselcilik bundan başka bir şey değildir.”([62])
Elcevap: Az üst tarafta bunun cevabının izahlarında da yazmıştım ki, Hazret-i Üstad’ın nurlu, berrak ifadesinde: “Zaman bir delildir, ayetteki mutlak olan hükümleri takyit eder” diye bir şey bulunmamaktadır. Ve zaman için: “bir delildir” diye bir ifade de kullanmamıştır. Açık ve seçik olan Hazret-i Üstad’ın ifadesinde: “Nehy-i Kur’anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyit olunabilir” şeklindedir. Zamanın da bir müfessir olduğunu söyler. Âmm olmayıp mutlak olan Kur’an’ın o hükmünü zamanın tefsir edebileceğini de kaydeder ki, üst kısımda âmmın, mutlakın ne olduğunu, hangi şartlarda âmm ve mutlak tefrik edilebileceğini yazmıştık ve mesele Hazret-i Üstad’ın nevvar olan tefsir ve şerhlerinin anlaşılamayan hiçbir tarafının olmadığını ve ifadelerindeki bütün manalar ehl-i sünnet ve’l-cemaatın azim icmaının çizgisinde olduğunu da ispat ile izah etmiştik.
Fakat gördüğümüz gibi, mana ile medlûlden, terkip ile maksatlardan çok uzak olan bu şahıslar, Hazret-i Üstad’ın kasdedip söylemediği şeyleri, tahrif ile, iftira ile ona mal etmeye yelteniyorlar ki, düpedüz ifsat etme niyetleridir; buğz ve kinlerini kusmadır. Bu şahıslar cehaletli iftiralarının bir yerinde “Bu iş nesha kadar gider” demiş. Ama nesh nedir bilmiyorlar, yani neshi, Kur’an’ın sarih hükümlerine bir müdahale manasında tahayyül etmişler. Evet, nesh, nâsıh, mensuh hadisesi Kur’an’ın kendisinde mevcuttur.
مَا نَنْسَخْ مِنْ اٰيَةٍ اَوْ نُنْسِهَا نَاْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا اَوْ مِثْلِهَا
([63]) ayeti bu mevzuun delilidir. Nasıh mensuh hakikatı Peygamberimizin hayatında tesbit edilmiş ve bu hususta kocaman kitaplar telif edilmiştir. Hükmen mensuh bir ayetin lafzı Kur’an’da devam ederken, hüküm noktasında tatbiki geçerli olmamaktadır. Buna göre, Hazret-i Üstad, üzerinde durduğumuz ayetin hükmen mensuhluğunu değil, hükmünün cari olduğunu, lâkin âmm olmayıp mutlak olduğunu ve ona göre tatbike konulmasının lazım olduğunu yazmıştır.
Bir de bu eşhas, Hazret-i Üstad’ın tefsiri için “Hangi usûl kitabında vardır?” diye söylemiş. Sonra usûlden hiç mevzula alakası olmayan “matlub-ı haberi” gibi şeyleri bu makamda, iş olsun diye yazmaları gösteriyor ki, bu adamlar cehillerini setretmek üzere yaptıkları bir ağız kalabalığıdır. Sorsak ki: ilm-i usûlü’d-dinin birçok kitaplarından isim vererek hangilerini gördünüz? Mesela, Hanefi’nin “Mirkatü’l-usûl”ünü, Şafii’nin “İbnü’l-Haceri’l-Mekkî”sini okudunuz mu?!.. Bence hayır, bu şahıslar öyle şeyleri görmüş ve okumuş değillerdir. Gördükleri şey, piyasada münteşir birkaç tane nakıs, donuk Türkçe Kur’an tercümeleridir. Bazı şeyleri de kulaktan duyma şeklinde işitmişlerdir ki, hakikat olarak katı bir cehil yapmışlar, ya da kasd-ı mahsusla açık, net, berrak hakikatleri bir gizli fesat komitesi talimatıyla bulandırma ameliyesi içindeler. Sırf iftira etmek, tahrifler uygulamak, akı kara göstermek ve nurun zıddı olan zulümatlı hallerini masum, saf Müslümanlara da bulaştırmak gaye ve hedefi istikametinde daha birçok fahiş hatalar, azim günahlar irtikâb etmişlerdir. Lâkin tahmin ediyorum, yukarılardan beri getirdiğim delilli, ispatlı izahlar, menfice olan didinmelerin tamamına yeterlidir. Onun için üzerinde olduğumuz mevzuu bu kadarıyla noktalıyorum. İcabederse başka zaman yeniden ona döner ve Hazret-i Üstad’ın bütün hükümlerinin sabit ve hak olduklarına birçok müdevvenat-ı İslâmiyeden me’hazlar verebilirim.
Kasdî, ifsatlı, ama cehaletli hatalarından ÜÇÜNCÜ ÖRNEK:
Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said-i Nursî’nin tam yüz seneden beri Kur’an, sünet ve İslâm şeriatı namına yazdığı ve Kur’an’a, sünnete, icma-i ümmete ve kıyas-ı fukahaya uygun olarak şerh ve tefsir eylediği kitap, risale, makale ve mektuplarını, mezkur tarihlerden beri İslâm uleması, dahilde ve hariçteki yetkili büyük şahsiyetler kabul, tahsin ve istihsan etmişler ve hiçbir itiraz ve tenkitleri vaki olmamıştır.
Lâkin üç dört senedir, neyin nesi oldukları belli olmayan Ahmet Tekin gibi bazı eşhas, kutsi olan Risale-i Nurları lekelemek, şaibelendirmek, hiç olmazsa okuyucularını vesvese ile şüphelendirmek üzere birkaç koldan, iftira mekanizmasını çalıştırarak harekete geçmişlerdir. Az üstte mevzuu yapılmış لاَ تَتَّخِذُوا الْيَهُودَ وَ النَّصَارَى اَوْلِيَاءَ ayeti ile alakalı yersiz, fuzuli, bilgisiz, ferasetsiz, idraksiz ve aynı zamanda gizli bazı mihraklar tarafından vazifeli olarak kasıt ve garazın menfi tesiri altında giriştikleri tenkitlerine karşı kat’i ve ispatlı cevaplarımızdan sonra, bu defa başka bir mevzuu, cehil içinde serrişte ederek tenkitlerde bulunmuşlardır, şöyle ki:
Hazret-i Üstadü’l-enam hayatta iken, başta büyük alim olan Ahmed Feyzi Kul, Yozgatlı Haşmet Hoca, Ispartalı Hafız Ali Efendi, Denizlili Hasan Feyzi Efendi gibi alim, fazıl binlerce Nur talebeleri ısrarla, ahirzamanda gelecek olan büyük müceddidin, yani Hazret-i Mehdi’nin kendisi (Hazret-i Üstad) olduğunu ileri sürmeleri üzerine, o da, Risale-i Nur’un “Mektubat” kitabı ve “Lâhikalar” mecmuasında bu meseleyi birkaç defa ve birkaç yerde ilm-i hadis, şeriat ve sünnete muvafık bir tarzda beyan ve izah etmişlerdir.
Mehdilik mefhumunun yalnız bir şahsa münhasır olarak değil, büyük bir cemaatın sa’y ve gayretleriyle tekevvün edeceğini ve bunun üç merhalede gerçekleşebileceğini yazmıştır. Mehdi, Deccal, Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzûlü gibi hadiseler, kıyametin büyük alâmetleri olarak, bütün hadis-i şerif kitaplarında yazılı olduğunu söylemenin gereği yoktur sanırım. Amma hususiyle Mehdi meselesi hakkındaki pek çok hadis-i şerifler olduğunu gösteren, bilhassa İmam Celâleddin-i Süyûtî’nin “El-Örfül-Verdi Fiahbar-il Mehdi” eseridir. Bu eserde yüz yetmiş kadar hadis-i şerif cem’ edilmiştir. Yani, ahirzamanda Hazret-i Mehdi’nin çıkacağı hakkında Müslümanlarca herhangi bir şek ve tereddüt yoktur. Tereddüt gösterenler, Peygamberi (A.S.M.) tekzip etmiş olurlar. İşte Bediüzazaman bu meseleyi halledip ortaya koyan yegane bir şahsiyet ve bir dahi-yi a’zam ve bir kutb-ı ekmeldir.
Tekin Ahmet ise, diyor ki: “Bu konuda Kur’an ve sünnete aykırı fikirler serdedilmektedir.” Hemen sorarlar bay Tekin Ahmet, Hazret-i Üstad’ın bir hallâl-ı müşkilat olarak şerh ve tafsil eylediği bu ifadeleri hangi Kur’an ayetine, hangi sünnet hadislerine aykırıdır, söyler misin?!..
Evet, Hazret-i Üstad’ın bu fevkâlade vâkıfane ve râsihane izah ve şerhlerine karşı çıkanlar bazı Vahhabi bozuntularının mukallitleri ile, menfi Turancılık unsurculuğu ve bir de gizli ifsat komitesi elemanları olabilir. Bunların saflarında yer tutmuş olanlar ise, ister istemez, şu Tekin Ahmet ile fikirdaşı Ebubekir Sifil ve Vahhabî bir şahıs olan “Abdülaziz Bayındır” adlı kimse ve beraberindekiler insanın zihnine geliyor. Bir de akla şu geliyor ki, bu şahısların “sünnet” dediği, “icma” dediği şeyler, İslâm aleminde münteşir ehadis-i şerifenin kaynakları dışında başka bir sünnet ve icmaları mı var ki, arada sırada şu Tekin Ahmet ondan söz eder. Yoksa, sünnetin mahfazaları olan hadis-i şerif kitapları meydanda ve tedavüldedir. Eğer bu sünnete göre konuşuyorsa, me’haz vererek ispatlaması lazım!..
İşte, İslâm dininin temel ikinci kaynağı olan sünnette Mehdi, Deccal ve Hazret-i İsa’dan (A.S.) kat’i haberler var, ehl-i sünnet ve’l-cemaatın icmai bu hadisleri şüphesiz kabul eder.
Mevzuun Devamı
Tahrifçi olan şu tenkitçi şahısların yaptıkları başka şeyler de var, şöyle ki: Hazret-i Üstad’ın ifadelerini aktarırlarken, tenkidlerine uydurmak için, bazı yerlerini kesip bazı yerlerini de Üstad’ın olmayan başka kelimelerle aktarmışlardır. Dolayısıyla iftira ile birlikte tahrif işini de beraber icra etmişlerdir.
Mesela: “Diyalogçulara Kur’an Dersi” kitabı, sahife 51’de Üstad’ın ifadesini naklederken “Şeriat-ı Muhammediye’nin kanunlarının bir derece ta’tile uğramasıyle” cümlesinde “Ta’til” kelimesi yerine “tadil” yazmışlardır ki manayı kökten değiştirir.
Yine aynı kitabın, aynı sahifesinde: “Bu tahkikatla te’ville anlaşılır diyorlar” şeklinde aktarılmış. Üstad’ın ifadesinin asıl metni: “Bu tahkikatla te’villeri anlaşılır.”dır. Üstad’ın cümlesinde “diyorlar” kelimesi olmadığı gibi, “te’villeri” kelimesi “te’ville” kelimesiyle değiştirilmiştir ki,
Yine aynı kitabın 52. sahifesinde Üstad’ın bir cümlesi tahrif edilerek şöyle nakledilmiş: “Kur’an’ın gizli hakikatları Risale-i Nur’la bize iniyor.” diye böyle bir başlık atmışlar. Hazret-i Üstad’ın ifadesindeki cümlenin asıl metni ise: “…feyiz ve ilham tarikıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzûl ediyor” şeklindedir. Üstad’ın cümlesinin baş tarafı böyle, son kısmı da şöyledir: “diyerek, şu asırda bir şakirdini ve bir lemasını cenah-ı himayesine ve daire-i harimine bir hususi iltifat ile alıyor.” İşte tahrifçi şahıslar bu son kısmı kasden ve tahrifen almamışlardır. “Süleymaniye Vakfı” heyetinden “Bayındır” soyadlı şahıs da bunları tenkit ederek kitabında yazdı. Ben de onun ağzını ebediyyen tıkayacak, -biiznillah- cevapları yazıp “Güneş Üflemekle Sönmez” adlı kitabımızda yayınlamıştık. Bu üçüncü örnekli mevzuu da burada kapatıyoruz.
Cehaletli, idraksiz ve donukluklarının DÖRDÜNCÜ ÖRNEĞİ:
Cinnî ve insî şeytanlar adına şöyle karalamışlar: “Üstad’ın sikke-i tasdik-i gaybîye mazhar olduğunu söylediği Risale-i Nur’lar, bu noktadan da (yani kendi avrâ, camid, basiretsiz görüşleri noktasından) Kur’an’a, sünnete ve icmaa aykırılık içermektetedir.”([64])
Cevap: Üstteki “Üçüncü Cehaletli Örneği” kısmında bu husus için de gerekli cevaplar verilmiştir. Şurada yalnız şunu deriz ki: Umum âlem-i İslâmın yüksek ve yetkili ulemasının şehadetiyle ve T.C.’nin binden fazla mahkemelerinin Risale- Nur’ların tedkiki için intihab eylediği en az üç bin kadar ehl-i vukuf hocalarının verdikleri müspet raporları ve bu raporların içinde Diyanet Riyaseti’nin en az yirmi beş kadar raporları içinde olmak üzere, binden fazla bu müspet raporlara dayanarak o mahkemelerin umum Risale-i Nur kitaplarına beraat vermesiyle, İslâm dininin Kur’an’ına , sünnetine, icmaına herhangi bir aykırılığı görülmemesi gerçeği, lisan-ı haliyle diyor ki: Ey gizli ifsat komitesi adına çalışan ve konuşan bedbahtlar! Sizin bu şeametli hal ve vaziyetiniz sizi âlem-i İslâm nazarında ebedî mahcubiyet zilletine sürüklemektedir. Artık siz bilirsiniz, isterseniz nedamet getirip tevbe edip rücu’ ediniz! İsterseniz de iftirakârlığınızda devam edip gidiniz diyorum ve bu “Dördüncü Örnek” için başka bir şey yazmaya da gerek duymuyorum. Sadece burada Üstad’dan naklettikleri cümleyi aslıyla bir karşılaştırın diyorum, gerçek ortaya çıkar.
Nurun parlak, keskin hüccetlerine karşı gizli şebekeler adına çıkanların humuklu teşvişlerinin BEŞİNCİ ÖRNEĞİ:
Karanlık mihrakların baykuşları tarzında şöyle tefevvüh etmişler: “Kıyamete kadar varlığı da, hükmü de baki bir kitapla kendilerine, kitaplarına kutsallık izafe eden, yarım yamalak bilgiye sahip olmayan toplumun epeyce bir kesimin eşhas-ı muhteremeden saydığı kimselerin oynamaya hakları yoktur…”([65])
Elcevap: Behey bîvicdan herif! Benim senden, şu menhus kitabında, Kur’an’ın , sünnetin ve İslâm şeriatının fedakâr, sadık, vefadar bir hizmetkârına karşı ürettiğin vicdansızca, alçakça bühtan ve iftiralarından edindiğim intiba odur ki: Sen ne Kur’an’ın mukaddes kelâmullah olduğuna inanıyorsun, ne de onun hükümlerinin bakiliğine iman ve kanaatın var. Çünkü, Hazret-i Bediüzzaman hiçbir vakit ve kitaplarının hiçbir yerinde kendi şahsına bir kutsilik, bir lâyuhtilik, ya da velilik gibi meziyetleri izafe etmemiştir. Amma onun vasıtasıyla vücuda gelen Risale-i Nur eserleri Kur’an’ın malıdır, onun nurlu ve mukaddes manalarından muktebestir ve Kur’an namına Müslümanlara, herkese hizmet hizmet etmiştir ve etmektedir. Bu noktadan ve Kur’an’a aidiyeti cihetinden elbette ki kutsidir, Hakk’ın ilhamıdır. Buradaki “kutsi” tabiri bir hürmet ifadesidir. İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Fârukî kuddise sirruhu’nun yazdığı “Mektubat” eseri, ehl-i hak olan hemen hemen umum Müslümanlar tarafından “Mektubat-ı Kudsiyye” diye yadedilmektedir.
Risale-i Nur’un kudsiliklerinin sebebine gelince, doğrudan doğruya Kur’an’a mensubiyetindendir. Kur’an-ı mu’cizü’l-beyan ise, doğrudan ve bizzat kelâm-ı İlahî olduğu için, Allah’ın ezeli “Mütekellim” sıfatına bakar. Yaş kuru her şey Kur’an’da vardır diyen, onun sahibi Allah-ı Zülcelaldir. Hadis-i şerifte ise, Kur’an’ı bitmez, tükenmez manalar denizidir diye tarif eyler.Yine hadisin tarifiyle: “Kur’an’ın her bir ayetinin mana mertebelerinden bir zahiri, bir batını, bir haddi, bir muttalaı vardır.” Hakikat böyle olunca, o Kur’an-ı azimü’ş-şan, bütün vukua gelmiş ve vukua gelecek hadiseleri, vukuatları ve her türlü gelişmeleri kendi ilm-i muhitinde sakladığı gibi, herkese umumiyeti içinde bir hitabı vardır. Lâkin Kur’an-ı azimü’ş-şanın her bir Müslime ise, hususi bir hitabı olduğu gibi, has olarak da, kendi has ve sadık şakirdlerine özelce bakan hitap ve teveccühleri de olacaktır. Bu hitap ve teveccüh işinden başka, onun mana tabakalarından îmalar, remizler ve işaretleri de olacaktır, vardır ve varlığı ispat da edilmiştir. İşte biz Kur’an’a bu nazarla bakıyoruz ve öyle de iman ediyoruz. Amma size gelince, ey Bay Tekin Ahmet ve fikir hempâları! Kötü bir zan olmasın, Kur’an’a karşı telakki ve inancınızda ise, eğer varsa, Kur’an sadece kuru bir ahkâmname, bir kanunname kitabıdır. İçinde işaretler, remizler, imalar diye bir şey yoktur.
Evet, o Üstadü’l-enam olan Hazret-i Bediüzzaman, Kur’an’ın mezkûr evsafa haiz bir manalar denizi olduğunu ve her zaman manalar noktasından temevvüc eylemekte olduğunu ispat etmiştir. İşte o Zat-ı Kerim bin dâhî kadar bir akla, bir milyon hekim kadar bir zekâ ve idrake, binler kutbun mazhar olduklarından daha büyük nevvar bir kalbe sahip ve malik olduğu için, bütün her şeyini Kur’an’dan almıştır, Kur’an’dan başka me’hazı yoktur. Kur’an’dan başka üstadı yoktur. Onun içindir ki o, Kur’an’ın irşat ve tenviri ve onun emir ve nehiylerini ilan ve tebliğ ettiğinden yirmi sekiz sene hapisler, sürgünlükler, zehirlendirilmeler ve ehl-i idare ve hüküm tarafından, hukuk-ı medeniye ve insaniyeden mahrumiyetler ve ellerinden tazipler çekmiştir. İşte, Kelamullah olan Kur’an’ın yolunda çekilen eza ve cefalar ve tazipler neticesinde nihayet, bugün, elhamdülillah, Kur’an’ın hakiki tefsiri Nur Risaleleri yalnız Türkiye dahilinde on beş milyon okuyucusu o Nurları ihtiram ve muhabbet içinde karşılıyor, beğeniyor, nurlu ve feyyaz bir Kur’an tefsiri olduğunu telakki ediyor. İslâm âleminde ise, binlerce alimler Nurları istihsanla karşılıyor, takdir ediyor, “asrın bir Kuran dersidir” diye kabul ediyorlar. Bu davanın ispatı, şimdiye kadar Türkiye haricindeki İslâm âleminin yüksek alimlerinin Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın şahsiyeti ve telifi olan Nur Risaleleri hakkında yazdıkları elli kadar Arapça kitaplardır.
İşte o Hazret-i Üstad’ın mahiyet ve hüviyeti budur. O Cenab-ı Said hiçbir vakit Müslümanların saf derunluğundan istifade ederek kendini beğendirmeye ve kabul ettirmeye çalışmamıştır. Hiç kimsenin tek bir hediye, behiye ve sadakasını karşılıksız almamıştır. Hayatı fakr u zaruret ve azamî iktisat içinde geçmiştir. Kendisine hürmet ettirmek için ve kendisini büyük tanımaları için, bir minnet ettirme hissi verdirmemiş ve insanlara hoş görünme tavrını takınmamıştır. Şu söylediklerimizin şahitleri binlercedir. Risale-i Nurlarda da, bu hususta pek çok beyanlar vardır. Söylediklerimizin içinde mübalağanın zerresi dahi yoktur.
İşte acaba böyle bir insan, mahza bir hidayet âbidesi olmaz mı? Kur’an-ı Hakim otuz üç ayetleriyle onun gördüğü hizmet ve vazifesine işaretler etmez mi?.. Evet, kendi zat-ı kerimi ve talebeleri sırf Kur’an’a ve peygamberin sünnetine uymak yolunda hizmetkârlık kisvesinden gayrı ne bir mürşitlik, ne bir büyüklük taslanmaklık, ne şu, ne bu… beklemeden sadece hizmetkârlık yaparlar. Hiç kimse bu Kur’an hizmetkârlarına karşı da, senin tabirinle, hakkı ve hakikatı, Kurân’ı ve sünneti, daha doğrusu imanını ve itikadını çamura düşürerek, goygoyculuk etmezler, etmemişlerdir. Demek ki ey bedbaht Tekin! Senin bu yakıştırman, yalanlı bir iftiradır.
Cehl-i mürekkep ile hakikatı tersinden alarak tahrif edip değerlendirmelerinin ALTINCI ÖRNEĞİ:
Şöyle demiş şahs-ı bedbaht: “Kur’an’da 167 defa geçen ve ‘Ey kâfirler!’ hitabına rağmen, merhum üstadın ‘Kâfire, kâfir denmez’ cevherini, halefi Fethullah Gülen de aynen benimsemiştir.”([66])
Elcevap: Bedbaht Ahmet’in bu tahrifli ve kasden güzel meseleyi bozma ve çirkinleştirme ameliyesi “vesvâsil hannâs” tarzındaki üfürüklerine birkaç cihetten cevaplar vermek gerekmektedir:
BİRİNCİ CİHET: Kur’an’da 167 defa geçen diye söylediği “kâfir veya kâfirler” lâfzının hepsi hitap şeklinde “Ey kâfirler” tarzında değildir. Çok az bir kısmı öyledir. Geri kalanlar ise, bir kısmı peygamberimiz ve Kur’an’ı kabul etmeyen ikinci mana ile kâfirliklerini, diğer kısmın ise, birinci mana ile, yani hem Allah’ı, hem iman rükünlerini, hem bütün peygamberleri ve münzel kitapları kabul etmeyen, iman etmeyen kâfirlik vaziyetlerini tarif eder tarzdadır. Demek ki, bu haddini aşmış adam, Kur’an’a da iftira etmektedir.
İKİNCİ CİHET: Hazret-i Üstad’ın “kâfire, kâfir denmez” tarzında bir ifadesi, bir te’vili yoktur ve öyle bir şey dememiştir. Belki kâfir lâfzıyla vasıflanan kimselerin hallerini iki kategori içinde değerlendirmiştir. Tekin Ahmet adlı şahıs, Hazret-i Üstad’ın “Münâzarât” adlı eserindeki suâlli cevaplı mevzuun tamamını, yani suâli ile birlikte olduğu gibi hepsini değil, her zaman (bu kitabında) yaptığı gibi, kendi yalanlı iftirasına medar edip uydurabileceği bazı kelimelerini almıştır. Yani, mevzu’un ve meselenin tam anlaşılmamasına yarayan bir şekille kaydetmiştir. Yani düpedüz tahrif içinde iftira etmiştir. Az sonra onun tamamını dercedeceğiz, inşaallah!
ÜÇÜNCÜ CİHET: Fethullah Gülen Hoca Efendi, Üstad Bediüzzaman’ın bir halefi olmadığı gibi, koskocaman âhirzamanın büyük müceddidi (Bediüzzaman) da onun bir selefi değildir. Zira seleflik haleflik kaziyesi, ekseriya zamanca birbirinden uzak ve ilimce, irfanca, karihaca, zekâca, idrakçe, cesaret ve kuvve-i kalbiyece ve dinin, Kur’an’ın hakikatlarını en cebbarlara karşı pervasızca tebliğ edip söylemekçe, cihadca, maneviyatça ve birçok cihetlerce birbirinin aynı ayarında olanlara izafe edilen bir ıstılahtır. Bu müvazene ile meseleye baktığımızda, Fethullah Hoca ile Hazret-i Bediüzzaman arasında mezkur noktalar müvacehesinde benzerlikleri veya yakınlıkları görünmemektedir desek, Fethullah Hocamızın değerli şahsiyetine bir hürmetsizlik, bir nakîsa izafe etmeklik manasında telâkki edilmesin. Çünki her bir büyük insanın kameti, kendi haddi ve hududu içerisindedir. Ama Fethullah Hoca için: “Bediüzzaman’ın temel meselelerde menhec ve mesleğinde giden, onu takdir eden, benimseyen, mesleğini ve dine hizmet tarzını hak ve müstakim gören; ve din-i İslâm’ın pek çok muammalı ve muğlak tılsımlarını halletmedeki musîb keşfiyatını doğru ve isabetli addeden bir bahtiyar insandır” diyebiliriz.
DÖRDÜNCÜ CİHET: Üstad’ın “Münâzarât” isimli eserinde kaydetmiş olduğu, mevzuumuzla alakalı, sualli cevaplı olan meselenin tamamını ve aynısını buraya alarak, şahs-ı müfteri ve muharrifin ne derece hâinane ve müfsidane bir rol sergilediğini göstermekle, alıp yüzüne çarpmak istiyorum. İşte mevzu’:
“Sual: Bir kısım Jöntürk der: ‘Demeyin Hristiyanlara ‘Hey kâfir!’ zira ehl-i kitaptırlar.” Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?
Cevap: Kör adama ‘Hey kör!’ demediğiniz gibi… Çünki eziyettir. Eziyetten nehiy var.
مَنْ اٰذٰى ذِمِّيًّا ilh….([67])
Sâniyen: Kâfirin iki manası vardır. Birisi ve en mütebadiri, münkir-i Sâni’ demektir. Şu mana ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hakkımız yoktur. İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir demektir. Şu mana ile onlara ıtlak hakkımızdır, onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki manânın tebadüründen bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.
Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelâta karıştırmağa mecburiyet yoktur. Kabildir ki, o kısım Jöntürklerin muradı bu olsun.” Âsâr-ı Bedîiye, s. 332.
İşte abes bir şekilde ve tahrifkâr bir tarzda başka yöne çekilerek mevzu edilmiş olan suâl ve cevap önümüzde. Acaba Tekin Ahmet’in ve hempâlarının yorumladıkları tarzdaki bir mana ondan anlaşılıyor mu? Tahmin ediyorum, hiçbir ehl-i ilim, ehl-i insaf “evet” demez, bütün kuvvetiyle “hayır” diyecektir. Hazret-i Üstad, bir kısım Jöntürklerin dediklerini, İslâmiyetin bu konuda terbiye ve nezaketi çerçevesinde yorumluyor, bu hususa bakan bir hadis-i şerifin emrini de hatırlatıyor. 1908’de II. Meşrutiyet’in ilanından sonra, Yahudi ve Hristiyanların Osmanlı Devletinde, bir kısım idarî ve resmî işlerde vazifeye alındıklarında, o günün bazı yarım hocaları bu vaziyete itiraz ettikleri gibi, bir kısım avam-halk Müslümanlar da, öteden beri alışık oldukları tarzda, ehl-i kitaba hakaret-amiz sözlerle “Hey gavur oğlu gavur!” gibi hitaplarda bulunuyorlardı. Jöntürkler, yani Avrupa’da tahsil gören gençler bu vaziyeti hoş karşılamıyorlardı. Suali soranlar ise, Doğudaki Müslüman halktı. Bediüzzaman Hazretlerinin halk arasında mevzu olmuş meseleyi üç dört yönden teşrih eyleyerek halleden yorumu, mevzu ve meseleyi gün gibi açıkça ortaya koymuştur. Şöyle ki:
1. Bir İslâm Devleti olan Osmanlı ülkesinde yaşamakta olan ve sayıları hayli kabarık olan ehl-i kitabın tamamı (Yahudi, Hristiyan) bir kerre zimmî idiler. Yani İslâm devletinin zimmeti altında yaşıyorlar idi. İslâm şeriatında, zimmîlerle yapılacak muamelâtın hükümleri tayin edilmiştir ki, asayiş içinde serbest yaşamak, dinlerinin icaplarını hürriyet içinde engelsiz yerine getirmek, alış veriş ve ticaretlerini rahatça yapmak ve “zimmî ehl-i kitap” olarak, devlete karşı zimmetlerini, kendilerine düşen vergilerini ödediklerinde, herhangi gayr-ı kanunî zulümlü hakarete uğratılmamak, şahsi hukukları teminat altına alınmak ve kendilerine keyfice eziyetler, hakaretler yapmamak gibi şeyler… üstte geçen Peygamberimizin hadisindeki: “Kim ki bir zimmîye eziyet ederse, bana eziyet etmiştir.”emr-i kudsîsi, İslâm’a mensup insanların insanlıklarının adabını göstermiştir.
2. Şu İslam edebinden mahrum Tekin Ahmet’e göre; Müslüman ülkelerde ve İslâm devletlerinin zimmet ve himayetinde yaşamakta olan ehl-i kitap, senin dükkan, mahalle veya ev komşun olarak bulunurlarsa, onlara her seslenişte: “Ulan hey kâfir!” demek icap ediyormuş! Yani İslâmın edep ve nezaketinin icaplarını ayak altına alarak, onlara daima hakaretli ta’cizlerde bulunmak, eziyetli laflar atmak, Ahmet Tekin gibilerin anlayışlarının icabâtından olabilir. Amma Kur’an ve sünnet terbiyesini almış bir Müslümanın terbiyesine uygun değildir. İşte, Hazret-i Üstad Bediüzzaman: “Kör bir adama, ‘Hey kör!’ demediğiniz gibi…” diyerek İslâmın edep ve nezaketini hatırlatmıştır.
3. Hazret-i Üstad, “Kâfire kâfir demeyiniz” dememiştir, belki zimmî olan ehl-i kitaba seslenirken yüzüne karşı “Hey kâfir!” diye hakaretli bir hitapta bulunmayınız demiştir.
4. Hazret-i Üstad, “kâfir” lâfzının doğrudan müstahakkı olanı kimlere ait olduğunu iki ilmî sınıfta dile getirmiştir ki, ehl-i kitap olan kâfirler ile, ehl-i şirk, putperest ve ateist kâfirleri İslâm şeriatının hükmüne dayanarak birbirinden ayırmıştır. Bu ayırma Kur’an’a da, sünnete de, icmaa da, kıyasa da muvafıktır. Bunun tersini iddia eden Tekin Ahmet ve hempâları ise, İslâmın şu ana kaynağına muhalefet ediyorlar. Ededursunlar, karınları yırtılıncaya kadar…
5. Hazret-i Üstad: “Hem de daire-i i‘tikadı, daire-i muamelâta karıştırmaya gerek yoktur.” demekle çok mühim ve can damarı bir kaideyi getirmiştir ki, meselâ: Bir Müslüman iman ve akidesinde Cenab-ı Allah’ın Rezzak olduğu, rızık ve yaşama hususlarında ona tevekkül edip itimat etmesinin zarûrî ve vâcip olduğu halde, muamelât dairesinde ise, bu tevekkül ve itimadı, yine akaid dairesinde korumakla birlikte, rızıklanma için bir sebebe başvurmasını iktiza eder. Yoksa tembel tembel oturup da, itikat dairesiyle muamelât dairesini birbirine karıştırmanın yanlışı zahir olduğu gibi, öyle de, bizim kendi akidemizde bir ehl-i kitabı kâfir olarak bilmemiz ile, onlara her rastladığımızda, yani alış veriş, komşuluk ve ticaret gibi muamele işlerinde, hep onları tahkir edip eziyet vererek “Hey kâfirler!” diye hitap etmemize dinî ve şer’î bir emir yoktur, aksiyle yasak emri vardır.
Tahmin ediyorum, şu Tekin Ahmet ve rüfakâsı, İslâmın umum emir ve nehiylerini bilâ istisna cem’ edip tazammun eden dört hak mezhebin meydana getirdikleri şeriat-ı garrânın ahkâmına cahildirler, gâfildirler. Bildikleri bir şey varsa, o da piyasadaki Kur’an’ın bir takım nâkıs, donuk tercümevâri birkaç meâlleridir.
Ve haddi aşarak kafalarında sakladıkları donuk, karanlık anlayışlarını ve akidelerinde biriken ve kursaklarında yığılan zehirleri kusan YEDİNCİ ÖRNEK:
Şöyle kusmuş nifak zehirini Bay Ahmet Tekin:
“Ayıpları ve cehaleti meziyet gibi, ahlâkî bir değer gibi ortaya süren, hâşâ! Allah’a Kur’an’ı düzelttirmek için adeta dilekçe yazan böyle kafaları karışık insanlar, tarihin nadir kaydettiklerindendir.”([68])
Elcevap: Şu mürtekib-i yâr denmeye seza ve nifaklı cehaletin vahşet-âbâd karanlık gayyâsında, vicdan ve imanları cihetinde, gizli müfsit komitelerin esiri bu şahıslar, şu alenî tecavüzlü sözleriyle hiç şüphesiz Hazret-i Üstadü’l- enamı ve alim, seçkin, fedakâr, sadık talebelerini kasdetmektedirler. İnsanoğlunun fıtratına muayyen bir had konulmadığı için, iyilik, hasenat, kemalât ve marifet gibi nurâniyâtta hadsiz terakkileri olabildiği gibi; aynı nisbette cehennemin esfel-i sâfilînine kadar alçalmaya da müsaittir. Bu şahıslar hakikat olarak vicdan, insaf ve iz’andan insilâh edip ilim ve marifete kabiliyetlerini kaybettikleri için, artık insan olarak kabil-i hitap olacak bir vaziyetleri kalmamış desek, doğru olur sanırım. Zaten, bir iftirânâmenin herzenâmesi ünvanına lâyık bir kitabı yazan şahsın, kitabının umum mevzularında, kendisini muhatap alacak, hakikatı dinlettirecek ve kabul ettirecek kabiliyetten uzak olduğunu başta da yazmıştım.
Bu durumda, biz burada, ehl-i vicdan, ilim ve marifetten anlayan samimi Müslüman bir zatı, ya da bir heyeti gıyâbî bir tarzda muhatap alarak birkaç sual soracağız.
Birinci Sual: Bütün dünyaya ün salan, ilim ve marifetini kabul ettiren koskoca Bediüzzaman olan Hazret-i Üstad Said-i Nursî’nin 1908’lerde başlayıp 1949’larda bitirdiği yüz doksan üç (193) adet küçüklü büyüklü eserlerini, bugüne kadar tam yüz senedir milyonlarla insan ve bunların içinde binlerce ulemâ ve bilginler, kemâl-i merakla okuyup tetkik ettikleri neticesinde, bu eserlerin içinde, karanlık vicdanlılar hariç, hangi ayıp, hangi ilimsizlik ve hangi kusuru hak ve hakikata göre görmüşlerdir?.. Onlar, ayıp ve cehalet şöyle dursun (yani bunlar Tekin Ahmet gibilere ait kalsın), nur, feyiz, iman, marifetullah, hakka’l-yakîne yakın bir yakîn, hakiki yüksek ilim ve kültür, İslâmî edep, fazilet ve ihlâs almış olduklarını söylüyorlar… Ve bunu itiraf eden bugün, dünyada en az yirmi milyon Müslüman vardır. Öyle ise, hey Tekin Efendi! Sen kurbağa vakvakasına devam eyle.
İkinci Sual: Menhus şahsın: “Allah’ın Kur’an’ını Allah’a düzelttirmek için adeta dilekçe yazan” diye olan kâfirâne şu ittihamın herhangi bir belirtisini, siz Bediüzzaman’ın eserlerinde gördünüz mü? Belirti şöyle dursun (yani, echeliyetle veya kiralık vicdan ile atılan kara iftira lekeleri şu Ahmet Tekin ve hempâlarında kalsın) siz o ittihamın bir zerresini, hatta zerresinin bir atomunu da Bediüzzaman’ın eserleri içinde gördünüz mü? En uzaktan da olsun bir kokucuğunu hissettiniz mi?!..Elbette ki, Bediüzzaman’ın nûrânî ve ve nur içinde feyiz saçan eserlerini okuyup da azıcık anlamış herkes, hemen ve derhal bütün mevcudiyetiyle: “Hâşâ, milyonlar defa hâşâ! Biz bu eserlerden, öyle haddini hadsiz derece aşarak, Allah’ı kendi keyfine göre konuşturmak gibi küfrî oyunbazlıklardan nihayet derece uzak olarak, mukaddes ve muallâ ve birçok muammalı tılsımları keşfedip fetheden manaları ve Kur’an’ın kırk vecih ile i’cazını ispat eden nükteleri gördük.” diyeceklerdir.
Üçüncü Sual: Ey feraset sahibi Müslüman kardeşler! Siz Hazret-i Üstad’ın yazdığı Risâle-i Nur adlı eserlerini ve onun daha eskide telif eylediği diğer eserlerini okuduğunuzda, fikrinizi teşviş, akidenizi tahdiş, zihniniz ve aklınızı karıştıran herhangi bir karışık mana ve mefhum hissettiniz mi?..
Elbette bu nurlu eserleri okumuş, mihenk terazisine vurmuş milyonlarla insanların şehadetiyle mutlaka, bilâşüphe diyeceklerdir ki: “Hâşâ sümme hâşâ! Zihin karışıklığı, akide teşvişi gibi şeytanî şeyler şöyle dursun (yani, bu vesvesekâr şeytanî işler Tekin Ahmet ve hempâlarının kalp ve kafalarında kalsın), bizler pek çok şüpheli, vesveseli suâllerimizin hallini bu eserler sayesinde çözdük, o mübarek nevvâr eserlerin feyziyle tam bir iman, sağlam bir tevhit ve mükemmel bir ehl-i sünnet ve’l-cemâat akidesini Risale-i Nur’lardan aldık ve elde ettik.
Netice olarak: Ey Tekin Efendi ve fikirsiz, nadan yandaşları! Sizin “tarihin nadir kaydettikleri” diye olan yorumunuzdaki sahte, ma’kûs ve tersine olan ifadeleriniz gibi değil, gerçek ve tam isabetli ve kâmil manasıyla: “Tarihler Bediüzzaman gibi ve onun tilmizleri olan Nur talebeleri gibi halis, muhlis, fedakâr, mücahit, sadakâtli, ihlâslı, hamiyetli insanları nadir kaydetmiştir.” desek o zaman daha doğru olur.
Gerçeği tersine çeviren, Hristiyanlık inancını öne çıkaran Tekin’in ve hempâsının ürettikleri SEKİZİNCİ ÖRNEK:
Bu manada Tekin Ahmet şöyle demiş: “Hazret-i İsâ’nın (A.S.) cism-i dünyevîsi ile semâvâtta bulunmasının Kur’an ve sünnette bir delili yoktur. Kur’anî ölçüler içinde, Hazret-i İsâ da (A.S.) herhangi bir beşer gibi ruhunu teslim ederek ölmüştür.” dedikten sonra, yine kendisinin olduğunu zannettiğim “Kur’an Dersi, Hazret-i İsa (A.S.) ile İlgili Kur’anî Açıklama” adındaki “İnkârnâme” ünvanına lâyık bir kitaba atıfta bulunmaktadır. Ve devam ederek şöyle zırvalamakta: “Hazret-i İsa ve İdris’in (A.S.) göğe kaldırılmalarının manalarının, huzur-ı İlâhideki mahkemede temize çıkarılması şeklinde anlaşılması gerekir… Hazret-i İdris (A.S.) ile ilgili yükseltmeden bahseden ayette de, onun makamının yükseltilmesi anlaşılmaktadır.”([69])
Elcevap: Bütün müdevvenât-ı İslâmiye, yani Resûlullah’ın (A.S.M.) hadisleri , umum tefsirler, İslâmın akîde kitapları ve ehl-i velâyet olan evliyanın büyük uleması müttefikan diyorlar ki: “Hazret-i İsa (A.S.) öldürülmedi. Cenab-ı Hak onu göklere çıkarttı. Melâike-i semâviyyinin içinde dünya cismiyle yaşamaktadır. Ahirzamanda Allah onu yeryüzünde, Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) şeriatı üzerinde, bütün ehl-i kitabı hak din olan Kur’an’a ve İslâma davet etmek için vazifelendirecektir. Hazret-i İdris AS) de sağ iken göklere çıkarılmış ve cennete girmiştir. İşte gayet kısa olarak yazdığımız mevzu’ hakkında, yüz değil binler delil vardır. Mesele o kadar şeksiz bir tevatürledir ki, adeta umumî bir müteârife halindedir. Bu mevzu’ etrafında büyük İslâm uleması pek çok kitap yazmışlardır. Yazılmış olan bu kitaplar Kur’an’da ve hadiste bu mevzu’ hakkında çok geniş araştırmalar, tetkikler ve mukayeseler yapılmıştır. O kitaplardan kütüphanemizde mevcut birkaçının isimlerini veriyorum:
1. Muhammed bin Resul El Hüseyni, El Berzenci, El- İşa’a li-eşrati’s-sâah
2. İmam El Hafız El Kurtubî, Alâmâtü Yevmi’l-kıyâmeh
3. Muhammed Abdurrezzak, Câmiü’l-ahbâr fi’l-Mesîhi’d-Deccâl
4. Eş-şeyh Yusuf El Vâbil, Eşrâtü’s-sâah
5. El Allâmetü Muhammede’s-sefarini, Ehvâlü Yevmi’l-kıyâmeh.
Ve bu nümuneler gibi, İmam Celâleddîn-i Süyûti, İbnül-Kesîr, vesaire vesaire. Pek çok muhaddis allâmeler hepsi de Hazret-i Üstad’ın dediğini diyorlar. Amma olabilir ki bir iki Mûtezile ya da Vahhâbî yobazların fikirleri bu büyük ve azim icmâa zıt olsun. O ise hiçbir değer taşımaz tahmin ediyorum. Şu bay Tekin Ahmet, masonik bir yaklaşımla bu münharif berikileri mesnet kabul ettiği görülüyor.
Gelelim şu bay Tekin’in başka bir yönünü bir şa’bezeli meharetini de görün ki, hani sözde, Hristiyanların her türlü iş ve görüşlerinden uzak olup hiçbir şeylerini kabul etmediğini söylüyordu ya, bakınız burada, umum Müslümanların ve icmâ-i ümmetin kat’î görüş ve reylerinden koparak kendi şahsi reyi adına echelliğiyle beraber, bir müfessir kesilerek yaptığı yorum (bilhassa bu mevzuda) ile Hristiyanların saflarında yer almıştır. Çünkü Hristiyanlarca Hazret-i İsa (A.S.) öldürülmüştür. Tekin Ahmet de bunu savunuyor ve savunmasını da Hristiyanların inancını kitabının altmışıncı sayfasına kaydetmek suretiyle onların tarafını tuttuğunu göstermiştir. Tekin Ahmet, Thomas Michel’in: “Hristiyanların İslâma girmek için dinlerini terk etmeyeceğini, Hristiyanların anladığı nüzûl-i İsa (A.S.) ile Müslümanların anlayışından farklıdır.” Sözlerini de nakleder.
Demek ki bu adam, İslâm aleminin topyekûnunun, hususiyle büyük müceddit ve müçtehitlerinin Kur’an’a ve sünnete dayanan azim icma’ halindeki görüşlerini değil, Hristiyan papazlarının görüşlerini benimsemiştir.
Hem bu şahıs, herzenâmesi olan bu mahut kitabının birkaç yerinde, gördüğünüz gibi, sünnetten ve icma’dan da dem vurup söz eder. Lâkin söylediği ve yorumladığı hiçbir sözü, bizim İslâm şeriatı olan kitap ve sünnete, icma’-ı ümmet ve kıyas-ı fukahaya, bir ucu ile olsun, uymadığını görmekteyiz. Bu vaziyette, “Onun acaba başka bir kitap ve sünneti, bir icma’ı mı vardır ki?!.” sorusu akla gelir. Kim bilir belki de Mason ya da Farmason mahfel ve localarında, İslâm dini ve Ku’an’ını sulandırmak, sukut ettirmek ile ilgili muhdes, sahte ve yalancı bir kaynak mı ihdas etmişler de, ondan mı söz edip kaynak olarak gösteriyor? Her ne ise.
Bu sekizinci örneği bitirmeden, Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzûlü ve halen dünyevî cesediyle hayatta olduğunu bildiren bir ayeti, arkasından da bazı sahih hadis me’hazlarını verdikten sonra, Risale-i Nur’un muhtelif yerlerinde Hazret-i Üstad’ın kaydetmiş olduğu Hazret-i İsa’nın (A.S.) hayatı ve ahirzamanda nüzûlü ile alâkadar, mübarek, nurlu ifadelerinden bir iki paragraf, teberrüken derc etmek istiyorum. Önce ayetler([70]) sarîhan ve açıkça Hazret-i İsa’nın (A.S.) öldürülmediğini, belki kat’î olarak Allah (C.C.) onu kendine, yukarıya kaldırdığını ifade etmektedir.
Ayetlerin metni:
وَقَوْلِهِمْ اِنَّا قَتَلْنَا الْمَسٖ۪يحَ عٖ۪يسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللّٰهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلٰـكِنْ شُبِّهَ لَهُمْ وَاِنَّ الَّذٖ۪ينَ اخْتَلَفُوا فٖ۪يهِ لَفٖى شَكٍّ مِنْهُ مَا لَهُمْ بِهٖ مِنْ عِلْمٍ اِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقٖينًا *
بَلْ رَفَعَهُ اللّٰهُ اِلَيْهِ وَكَانَ اللّٰهُ عَزٖ۪يزًا حَكٖ۪يمًا *
وَاِنْ مِنْ اَهْلِ الْكِتَابِ اِلَّا لَيُؤْمِنَنَّ بِهٖ۪ قَبْلَ مَوْتِهٖ۪ وَيَوْمَ الْقِيٰمَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهٖ۪يدًا *
Evet, bu üç sarih ayetin umum tefsirlerdeki tefsir ve mealleri açıkça diyorlar ki: “Yahudiler kat’î olarak Hazret-i İsa’yı (A.S.) öldürmediler, başka birisi onlara benzetildi, öldürdükleri kimse, işte bu benzetilen kişi di. Allah (C.C.) Hazret-i İsa’yı (A.S.) kendine, yukarıya kaldırdı ve ehl-i kitaptan (herkes) onun ölümünden önce, ona iman edeceklerdir.”
Üçüncü ayetin tefsirinde, İmam Celâleddin Süyûtî “Ed-Dürr-ül Mensur” adlı dünyaca makbul tefsir-i şerifinin 2. cildinin 241’nci sayfasında birçok hadis ve haber naklederek ispat eder ki, ayetin gösterdiği mana Hazret-i İsa’nın (A.S.) ahirzamanda nüzûlü vaktin bütün ehl-i kitap, onun vefatından evvel, ona iman edeceklerdir. İbni Kesir, İbn-i Cerîr-i Taberî vesaire de aynı tefsiri getiriyorlar.
Amma Âl-i İmran suresi, 54 ve 55. ayetleri olan şu:
وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِرٖينَ*
اِذْ قَالَ اللّٰهُ يَا عٖيسٰى اِنّٖى مُتَوَفّٖيكَ وَرَافِعُكَ اِلَیَّ وَمُطَهِّرُكَ مِنَ الَّذٖينَ كَفَرُوا وَجَاعِلُ الَّذٖينَ اتَّبَعُوكَ فَوْقَ الَّذٖينَ كَفَرُوا اِلٰى يَوْمِ الْقِيٰمَةِ ثُمَّ اِلَیَّ مَرْجِعُكُمْ فَاَحْكُمُ بَيْنَكُمْ فٖيمَا كُنْتُمْ فٖيهِ تَخْتَلِفُونَ
ayetlerini, tefsirler, tefsir-i “Celâleyn” ve yine “Ed-Dürrü’l-mensur” tefsirleri başta olmak üzere şöyle tefsir etmişlerdir: “Yahudiler Hazret-i İsa’yı (A.S.) öldürmeyi plânlayarak, mekir ve hilelerle tuzak kurdular, Allah (CC) da onların tuzak ve hilelerini bozucu hile yaptı. Elbette ki Allah’ın kurduğu hile onlarınkinden hayırlı olduğu gibi, kendisi de plân ve programcıların en hayırlısıdır.
(Ya Muhammed) Cenab-ı Allah’ın Hazret-i İsa’ya (A.S.) hitabını hatırla ki, ona: ‘Yâ İsa, ben seni vefat ettireceğim ve seni nezdime kaldıracağım ve seni küfre girmişlerden temiz ve tahir kılacağım ve sana tâbi’ olmuş kimseleri, kıyamet gününe kadar kâfirlerden üstün tutacağım. Sonra sizin hepinizin merci’niz banadır. O günü, ihtilâfa düşmüş olduğunuz şeyleri, ben hakemlik yapıp hükme bağlayacağım.”
Bütün tefsirler, ayetteki انّى متوفّيك nin manası, yani “ Seni vefat ettireceğim”in manası, ileriye ait bir iştir diyorlar. Yoksa Yahudilerin onu öldürme kasdına giriştikleri hadisede olan bir ölüm değildir. Ayetin diğer kelimeleri de bu manayı ifade etmektedirler zaten.
Tefsir-i Ed-Dürrü’l-Mensur, cilt 2, sayfa 36’da İbn-i Cerir ve İbn-ü Ebil Hakem’den nakl eylediği bir hadis rivayetinde “Seni vefat ettireceğim ve kendime doğru kaldıracağım”ın manası “Seni uykuda([71]) iken kaldıracağım” demektir. Ayrıca aynı hadiste Hazret-i Hasan (R.A.): “Resûlullah (A.S.M.) Yahudilere dedi ki: ‘ İsa, kat’iyyen ölmedi ve size (ileride) kıyamet kopmadan önce dönecektir.” demiştir.
İşte İslâm dininin en başta gelen ve “Edille-i Erbaa”nın birincisi olan “kitap” me’hazımız böyle diyor. Gelelim, ikinci kaynak olan “sünnet” me’hazine.
Sünnet me’hazinden en başta geleni ve Kur’an’dan sonra en makbul ve en muteber olan “Sahih-i Buhari” ve “Sahih-i Müslim”den bu mevzuda bir iki hadis-i sahih ve şerif vereceğiz.
İşte, evvelâ Buhari’den:
عن ابى هريرة ( رض ) قال رسول الله ( عصم ) والذى نفسى بيده ليوشكن انينزل فيكم ابن مريم حكم عدلا ، فيكسر الصليب و يقتل الخنزير ويضع الجزية ، و يفيض المال حتى لا يقبله احد حتى تكون السجدة واحدة خير من الدنيا و ما فيها . ثم يقول ابو هريرة : واقرأوا ان شئتم " وان من اهل الكتاب الا ليؤمنن به قبل موته ويوم القيامة يكون عليهم شهيدا ([72])
Sahih-i Müslim’den:
عن ابى هريرة (رض) أنه قال ، قال رسول الله (عصم) والله لينزلن ابن مريم حكما عادلا ، فليكسرن الصليب ، وليقتلن الخنزير ، و ليضعن الجزية ولتتر كن القلاص فلا يسعى عليها ولتذهبن الشحناء والتباغض والتحاسد ، وليدعون ( وليدعون ) الى المال فلا يقبله . ([73])
Nümûne için aldığım iki hadis-i şerif gibi, Buharî ve Müslim’de birkaç hadis-i şerif daha vardır. Şu iki hadis-i şerifin çok kısa birer meali şöyledir:
Ebu Hureyre’den (R.A.): “Resûlullah (A.S.M.) buyurdular ki: “Benim nefsim kabza-i kudretinde olan zata yemin ederim ki, İbn-i Meryem (İsa) içinize inmesi yakındır. Adil bir hakem (hâkim) olarak Salibi (haçı) kıracak, domuzu öldürüp kaldıracak, cizyeyi koyacaktır. Mal o kadar bereketlenip çoğalacak ki, hiç kimse mala tamah edip almayacak, o gün insanların yanında tek bir secde, dünya ve mâfîhadan olan hayırlı olacak.” Sonra Ebu Hureyre (R.A.) demiş:
“İstersenizوانّ من اهل الكتاب الاّ ليؤمننّ به … ayetini okuyunuz.”
Müslim-i sahihin hadisi de manaca aynıdır. İfade ve üslûp daha müekked ve şiddetlicedir. Bir de: “ O zaman insanlar mal toplamayı terk edip ona koşuşulmayacak, insanlar arasıda kin, buğz ve hased gibi şeyler kalmayıp gidecek” ifadeleri fazla olarak vardır.
Evet Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzûlü hakkında vürûd eden ehâdis-i şerife o kadar çok, o kdar sarih, o kadar sahih ve o kadar tevatürlüdürler ki, ehl-i sünnet ve’l-cemâat akidesinde ona inanmak zaruri ve vacip sayılmış ve akideye girmiştir. Eğer, Allah uzak bulundursun, Tekin Ahmet’in batıl ve fasit zu’muna göre, Hazret-i İsa (A.S.) vefat etmiş ise, ahirzamandaki nüzûlü gerçekleşmeyecek demektir. O vaziyette ise, bütün sahih ve şeksiz hakikat olan hadis-i şerifleri ve dolayısıyla Resûlullah’ı (A.S.M.) tekzip etmek çıkar.
Tekin Ahmet, herhalde kıvırarak rücu’ edip demeyecektir: “Allah onu vefat ettirdi, ama ahirzamanda ona yeniden hayat ve ceset verip gönderecek.” Evet, bunu o böyle demeyecek ve diyemeyecektir. Çünkü onun buna iman ve itikadı yoktur. Her ne ise.
Şimdi de, Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın bu mesele hakkında söyledikleri şirin, rânâ ve nevvar ifadelerinden bir iki parça verelim:
“Hazret-i İdris ve İsa aleyhimesselâmların tabaka-i hayatlarıdır ki, beşeriyet levâzımâtından tecerrüd ile melek hayatı gibi bir hayata girerek nûrânî bir letâfet kesbeder, âdeta beden-i misâlî letâfetinde ve cesed-i necmî nûrâniyetinde olan cism-i dünyevîleriyle semâvâtta bulunurlar. “Ahirzamanda Hazret-i İsa aleyhisselâm gelecek, şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek.” Meâlindeki hadisin sırrı şudur ki: Ahirzamanda felsefe-i tabîiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı ulûhiyete karşı Îsevîlik dini tasaffî ederek ve hurâfâttan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâp edeceği bir sırada, nasıl ki Îsevîlik şahs-ı manevîsi vahy-i semâvî kılıncıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür. Öyle de Hazret-i İsa aleyhisselâm, Îsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür, yani inkâr-ı ulûhiyet fikrini öldürecek.”([74])
Ve bu mevzu’un daha genişçe izahları Risâle-i Nurların birkaç yerinde ayrı ayrı, fakat birbirini tamamlayan tarzlarda bulunmaktadır. Meselâ, “On Beşinci Mektub’un Dördüncü Suâli”nde uzunca bir izah ve “Yirmi Dokuzuncu Mektub’un Yedinci Kısmı’nın Altıncı İşareti”nde ve Şualar’da “Beşinci Şua’ın On Üçüncü Meselesi”nde ve keza Kastamonu ve Emirdağ-I Lâhikaları kitaplarında bulunmaktadır. Bütün bunlar ayetin, yani İslâmın birinci me’hazı olan Kur’an’ın, kitabın, sünnetin ve ehl-i sünnet ve’l-cemâat icmâının ittifakına uygun ve mutabık izah ve tefsirlerdir. Bay Ahmet Tekin ise, “Bunun me’hazı kitap ve sünnette yoktur.” demiş… Ben onun hangi kitap ve sünneti kasdettiğini bilmiyorum. Amma Müslümanların kitap ve sünnetinde bu mesele bütün açıklığıyla mevcut olduğunu hep beraber gördük.
Ve tenakuzlu ve sünnette (Hadis-i şeriflerde) yeri olmayan, amma Tekin Ahmet’in kafasından uydurduğu ve hadis diye ileri sürdüğü gülünç iddialarından DOKUZUNCU ÖRNEK:
Şöyle gevelemiş bay Ahmet Tekin: “Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) son peygamber olması hasebiyle, yeni bir peygamber gelmeyeceği için…” Tekin Ahmet’in bu cümlesi doğru ve haktır, belki de kitabının tamamında bu cümlesi doğru düşmüştür. Bu cümlesinden sonra şöyle devam etmiş: “Hadis-i şeriflerde zikredildiği üzere, kıyamete yakın, kıyametin büyük alâmeti olarak nüzûl edecek olan Hazret-i İsa’nın (A.S.) peygamberlik görevi olmayacaktır. Yine hadislerde zikredildiğine göre, O, Kur’an ile amel edecektir.”([75])
Sonra aynı kitabın 60’ncı sayfasında şöyle: “Hadislerde kıyamete çok yakın, güneş batıdan doğmaya başlayıp kâinatın düzeni bozulduktan sonra nüzûl-i İsa’dan (A.S.) kıyamet alâmetlerinin büyüğü olarak bahsederken” diye yazdıktan hemen sonra Hristiyanların Hazret-i İsa (A.S.) ile ilgili görüş ve beklentilerini getirip derc etmesi,, yani hadis-i şerifleri yanlış bir tarzda da olsa, getirip yazdıktan sonra, hemen akabinde, Hristiyanların sözde zıddı ve aleyhinde görünürken, zımnen onların görüşlerini benimsediğini gösterilmek ister.
Biz de tekraren cevap veriyoruz ki, Tekin Ahmet’in herzenâmesinin 59’ncu sayfasında kaydetmiş olduğu bir iki hadis-i şerif meâlleri doğrudur. Evet Hazret-i İsa (A.S.) sahih hadislerin hükmüyle kıyamete yakın bir vakitte nüzûl edecek, Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) şeriatıyla ve Kur’an’ın hükmüyle amel edecektir. Evet bunlar doğru. Ama kitabının bir sayfa sonrasında ise, hiçbir hadis-i sahihte olmayan bir yorum ile, kendi kafasından şöyle bir herzeleme getirmiş: “Hadislerde kıyamete çok yakın, güneş batıdan doğmaya başlayıp kâinatın düzeni bozulduktan sonra, nüzûl-i İsa’dan (A.S.), kıyamet alâmetlerinin büyüğü olarak bahsederken” diye kafadan attığı manalar hiçbir hadiste yoktur. Yani, güneş batıdan doğduktan sonra, nüzûl-i İsa (A.S.) diye olan söz, belki de sahih hadislerin icmâ ile gösterdikleri büyük ve kat’i hakikatı sulandırmak için kasdi bir girişim olabilir. Çünki bütün hadis-i şerifler, nüzûl-i İsa’nın (A.S.) güneş batıdan doğmadan önce olacağını ve bütün ehl-i kitabın İslâmiyete girmelerine vesile olacağını söylerer. Zaten buna işaret eden bir ayet-i kerimedir ki, Sekizici Örnek’te o ayet meali zikredilmiştir.
Burada, çelle çepe konuşan bu şahsa dönüp şunu sormak gerek: “Sen hangi dini benimsiyorun?.. Müslüman dinini mi, Hristiyanlığı mı, yoksa Şamanistliği mi?.. Evet, sen hangisindensin?.. Bir iki sayfa önce kaydedildiği vechile sen Hristiyanların inancına uyarak Hazret-i İsa’nın (A.S.) öldüğünü söyledin. Şimdi de hiç bilmediğin halde, İslâmın hadis-i şeriflerinden söz ediyorsun. Söz ederken de hadisçe maksut olmayan başka yorumlar getiriyorsun.
Soruyoruz, acaba senin Hristiyan papazlarından hûşa-çîn([76]) edip aldığın telâkkiye göre Hazret-i İsa (A.S.) eğer ölmüş ise, ama getirdiğin hadislerin meallerine göre de nüzûl edecekse, yeniden diriltilip mi dünyaya gönderilecek?.. Yoksa başka bir türlüsü mü olacak! Bunu izah edebilecek misin!..
Şunu iyi bilesin ki, hakikatları karıştırmak için sen istediğin kadar vesveseler üretip ortalığa serpiştir, bunların farkında olan hüşyar müminler ve uyanık Nurcular nöbettarlıklarında kâim ve dâimdirler. Göklere çıkarak melâikelerden kulak hırsızlığıyla birşeyler elde etmek isteyen şeytanlara atılan ve onları yakan şehaplar gibi senin gibi müvesvislerin vesveselerine de hakikat göklerinden işte böyle şehaplar atılacak, hakikat semasının bütün câniplerinden sizleri recmedip kovacaktır.
Ve şimdi de, önceleri Süleymaniye Vakfı yobaz Vahhâbilerinin dillerine doladıkları şeyi ki: [77] “Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın, İzhar kitabından sonra, üç ay zarfında medrese usûlüne göre on beş senede okunabilen ilimleri okuyup bitirdiğini inkârları tarzında, karşı gelmesinin cehâletli ONUNCU ÖRNEĞİ:
Bay Tekin Ahmet şöyle yazmış: “…Üstad Said Nursî kendi ifadesine göre ‘İzhar’a kadar okumuştur. Arapça dilbilgisinin beşinci kitabıdır. Bu beş kitabı okumak azami üç ay alır. Bundan sonra üç ay içinde de normal bir öğrencinin on beş yıl içinde okuyabileceği ilimleri öğrendiğini, hocalarının kendisine icâzet vermediğini söylemektedir” diye yalandan uydurup herzeledikten sonra, Üstad-ı mübînin, Tekin’e göre “bir din alimi olmadığını fetva vermeye selâhiyetli olmadığını ve Risale-i Nur’da yalan yanlış bilgilerin olduğunu ve Risale-i Nur’un İslâma kaynak olmaktan fersah fersah uzak olduğunu…”([78]) da yazmıştır.
Evet bunları yazmış ama, başına kül dökmüş, iman evini yalanlı düzmeceler ile başına yıkmış, alnına da, güneş gibi hakikatları inkâr ve örtbas eden münkirlik damgasını basmıştır. Anlaşılan odur ki: bu şahıs ve şahıslar, üst kodamanlardan aldığı emir ve talimatlar gereğince, içlerindeki kin, düşmanlık ve kıskançlık kusuntularını dökercesine, Hazret-i Üstad-i pâkin kat’iyyen vâki olmuş ve vuku’u ispat edilmiş olan mevzu’u ayrı ayrı kollardan gündeme getirmektedirler.
Bu hadise ilk önce 1908’de Bediüzzaman, nâdire-i cihan, Medreset-üz Zehrâ’sının inşası için Van’dan İstanbul’a gidip padişah II. Abdülhamid Han’la görüşerek mevzuu ona arz etmek üzere Mabeyne müracaat ettiğinde, orada vazifeli paşalar Bediüzzaman’ı kâle almamış ve görüştürmemişlerdi. Bediüzzaman da bir müddet sonra meramını anlatan bir dilekçe yazıp Mabeyn-i hümâyûna bıraktıktan sonra, aynı senenin Mart ayı başlarında İstanbul Fatih semtindeki Şekerci Hanı’nda bir oda ayarlayarak odanın kapısına şöyle bir levha astırır: “Burada her suâle cevap verilir. Her müşkil halledilir. Fakat kimseye suâl sorulmaz.” Odasının kapısına asılan bu levha üzerine İstanbul’un o günki ilim ve irfan ehlinin nazarları şiddetle celbedilir. Bediüzzaman’ın küçük kardeşi Molla Abdülmecid Efendi’nin yazdığına göre, iki ay bilâfasıla, her çeşit ilimden ulemâlar gelmiş en çetin sâller sormuşlar ve hepsi de isabetli cevaplarını almış memnun ayrılmışlar idi. Bu hadisenin geniş, şahitli ve ispatlı bilgileri, “Mufassal Tarihçe-i Hayat” eserimizin I. Cilt ve 190-192 sayfaları arasındadır.
İşte bu muazzam ve görülmemiş cellâp hadise üzerine padişahın Mabeyn-i hümâyûnunda vazifeli paşalar, kendilerini çok utandıran hadiseyi savuşturmak ve Bediüzzaman’ı halkın gözünden düşürmek için, iki üç doktor ayarladılar ve “Böyle her şeyi bilen ve ben üç ayda on beş senede okunan ilmi bitirdim diyen deli olmalıdır” raporuyla aziz ve allâme-i cihan Hazret-i Üstad’ı alıp akıl hastahanesine koydular. Buradan itibaren Hazret-i Üstad’ı dinliyoruz.
Tımarhanede Baştabiple olan karşlıklı konuşmalarındaki uzun muhavere içinde bu husus için şöyle der: “Hem de İzhar’dan sonra üç mah ders gördüğümü söylemiştim. İki cihetle şu söz şüpheyi davet eder. Ya hilaftır… Halbuki ekser Kürdistan bunun sıdkını bilir. Ya doğru olduğu halde, sen ey doktor dediğin gibi temedduh ve gurur misillü bir unsur-ı cinneti îmâ eder.”([79]) İşte bu mesele, yüzsene evvel mevzu olmuş cevabı verilerek tasdiki mühürlenmiş bir hadise olduğu halde, yeniden yüz sene sonra onun butlanı cihetinde dedikodu yapmak elbette ki bir hüsn-i niyetten değil, garazlı, kinli bir düşmanlıktan geldiği kesindir. Ayrıca 1918’de Müküslü alim, fazıl Hamza Efendi’nin yazdığı “Bediüzzaman Said-i Nursî’nin Tercüme-i Halinden Bir Hülâsadır” isimli kitap ve Bediüzzaman’ın biraderzâdesi Abdurrahman-ı Nursî’nin 1919’da yazdığı ve tab’ ettirdiği “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” adlı eser ve Bediüzzaman’ın küçük kardeşi Abdülmecid’in yazdığı “Hatıra Defteri” başta olmak üzere bütün Şark alimleri hadiseyi aynen yazıyor ve söylüyorlarsa, artık onda şek ve şüphe kalmaması lazımdır. Ayrıca, Bediüzzaman’ın hemşehrileri, hususan köylü, akrabaları ve Van’da 1898-1908 arasında onun “Horhor” medresesinde ondan ders almış ve medresesinden mezun olmuş büyük ulemadan Merhum Seyyid Şefik Arvâsî, avukat Mihri Helâv ve daha bir çoğu, mezkur hadiseyi ya şahsen görmüş, ya da görenlerden işitmiştir. Hadise öyle tevatür derecesindedir ki, Bediüzzaman’ın dediği gibi, Kürdistanın yarı ahalisi hadisenin şahidi gibidirler.
Kaldı ki, benzeri meselelerde, şeriatın hükmü ile, iki şahid-i sadık: “Evet, tamam doğrudur, biz onun şahidiyiz” deseler mesele ve hadise kesinleşir ve biter. Artık buna karşı gelenlerin, münafık ahmak kimselerin dedikoduları gibi vakvaka-i kurbağa nevinden hiçbir kıymeti kalmaz.
Hadisenin kat’î vukuu hakkında Hazret-i Üstad eski eserlerinde olduğu gibi, yeni eserlerinde de bazı münasebetlerle temas eder. Mesela Emirdağ Lâhikası-II, sayfa 73’de olduğu gibi…
Şimdi bay Tekin Ahmet’in üstte Hazret-i Üstad’a atfen söylediği yanlış, tahrifli ve yalan sözlerine gelelim. Birincisi: Sözde “Üstad demiş” diye şöyle kaydetmiş: “Hocalarının kendisine icazet vermediğini söyler.”
Cevap: Bu sözü, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin hangi eserinde, nerede yazılı, hangi kitabında kayıtlı?.. Hey Bay Ahmet, bu tarz ile vürud eden onun bir sözü yoktur. “Bana hocalarım icazet vermediler” diye bir şey dememiştir. Dediği şey, çok başkadır. Kastamonu Lâhikası’nda kayıtlı bir mektubunda, Mevlânâ Halid-i zülcenaheyn’in (K.S.) cübbesi 1940’da kendisine ulaştığı günlerde şöyle demiş: “Elli altı sene evvel, icazet almayı, bir cübbe giymeyi hak ettiğim halde, alamamıştım. Şimdi onu bana Mevlânâ Halid giydirdi.” diyor. Buna ayrıca döneceğiz.
Hazret-i Üstad medresenin ilmî icazetini aldığını iki defa ve iki yerde söylemiş ve kaydettirmiştir. Birisi: 1918’de Dârül-hikmeti’l-İslâmiyye Akademisine aza olarak remen tayini yapıldığında, matbu’ bir kağıda devlet memuru olarak özgeçmişini kaydettirdiğinde: “Hocası Şeyh Muhammed-i Celâlî kendisine ilmî icazet verdiğini, ama bu icazetnâmeyi Birinci Cihan Harbi sırasında harp cephesinde kaybettiğini” söyler.([80])
İkincisi: Bediüzzaman kendi kardeşi Molla Abdülmecid’e medrese icazetnâmesini verirken kendisine icazet veren hocası Şeyh Muhammed-i Celâlî ve sonra Siirtli hocası Molla Fethullah Efendi olduğunu söyler. Üstad’ın kardeşine vermiş olduğu icazetnâme, Molla Abdülmecid’in muallimlik ve müftülük vazifesine başladığında bu resmi evrak Diyanet İşleri Başkanlığı Tahsis Şubesi Arşivi’nde mevcut bulunmaktadır.
MEVLÂNÂ HALİD HAZRETLERİNİN CÜBBESİ
Bu mübarek cübbe, Mevlânâ Halid’in (K.S.) halifelerinden Afyonlu Şehy Muhammed Aşık isimli zatın torunu Âsiye Hanım eliyle Üstad’a ulaştığında, Isparta’daki Talebelerine yazıp gönderdiği bir mektubunun son bölümünde şöyle diyor:
“İkincisi: Eski zamanda on dört yaşında iken icazet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak bir cübbe bana giydirmek vaziyetine maniler bulundu, yaşımın küçüklüğüyle beraber, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisveyi giymek yakışmadığı…([81])
Saniyen: O zamanda büyük alimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadığı ve evliyâ-yı azimeden dört beş zatın vefat etmeleri cihetinde, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâüddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarık ile pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarekve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum, Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükrediyorum” ([82])
İşte Hazret-i Üstad’ın ifadesi bu. Bu beyanın Tekin Ahmetin: “Hocalarının kendisine icazet vermediğini söylemektedir.” Şeklindeki tahrifli ve yalanlı iddiasıyla bir alakası var mıdır? Elbette ki, “Hayır, yok!” diyeceksiniz. Çünki kasd-ı mahsusla, sabit ve şeksiz doğru hakikatlar hep bu tarzda tahrif edilip saptırılmaktadır.
TEKİN AHMET’İN DİĞER ZIRVALAMALARI:
1. Hazret-i Üstad’ın bir din alimi olmadığı,
2. Fetva vermeye selâhiyetli olmadığı,
3. Risale-i Nur’larda yalan yanlış bilgilerin olduğu,
4. Risale-i Nur İslâm’a kaynak olmaktan fersah fersah uzak olduğu.
Tekin Ahmet, evet bunları böyle yazmıştır, yani kendini ehl-i hakikat nazarında rüsvay ve kepaze etmiştir. Bu kin kusan, cehalet fışkıran iddialarına cevaplarımız geliyor:
1. Eğer, Cenab-ı Hazret-i Üstad Bediüzzaman, Tekin Ahmet’in lâkırdısına göre bir din alimi değilse, neden bütün ulema on “Bediüzzaman” lâkabını lâyık gördüler? Eğer bir din alimi değilse 1908’de İstanbul Fatih’teki Şekerci Hanı’nda odasının kapısına astırdığı levha ve iki ay devam eden en müşkil suallere verdiği ilmî ve dinî cevaplar neticesindeki büyük imtihandan sonra, bütün İstanbul uleması ve herkes ona verilmiş olan “Bediüzzamanlık” ünvanını niçin tasdik ettiler?.. Eğer Bediüzzaman bir din alimi değilse, 1911’de İstanbul’a gelen Japon Başkumandanı Mareşal Nogi, bazı hadis-i şeriflerin ve İslâm dininin bazı meselerinin manalarını şeyhülislamlıktan sorduğunda, şeyhülislam bu suallere cevap vermesi için neden Bediüzzaman’a havale eyledi?. Eğer bir din alimi değilse, Bediüzzaman’ın Birinci Cihan Harbi içerisinde yazmış olduğu İşârâtü’l-İ’câz tefsiri 1918’de İstanbul’da tab’ edildiğinde şeyhülislamlık neden onu bütün Osmanlı ülkesi müftülüklerine birer nüsha gönderdi?.. Eğer Bediüzzaman bir din alimi değilse, onu neden Şeyhülislamlık Dârül-Hikmeti’l-İslâmiyeye ısrar edip tayin ettirdi… Ve buraya tayininden sonra, padişah M. Vâhidüddin’in onayıyla Şeyhülislamlık neden Bediüzzaman’a has olarak “MAHREC”([83]) pâyesini ona lâyık gördü. Hem eğer Bediüzzaman bir din alimi değilse, İngilizlerin Mütarekeden sonra İstanbul’u işgal ettiklerinde beraber getirdikleri “Anglikan” kiliselerinin başpapazı, Meşihât-ı İslâmiyye’den sordukları dinî altı suallerine altı yüz kelime ile cevap istediklerinde, neden Şeyhülislâmlık bu cevapları vermeyi Bediüzzaman’a havale etti?!..
Bu söylediklerimin, yazdıklarımın hepsi “Said-i Nursî Mufassal Tarihçe-i Hayat” eserimizin Birinci cildinde belgeleriyle bulunmaktadır. Senin gibi ey bay Ahmet kafadan atma yoktur. Sende de eğer birazcık ilim merakı ve tahkik varsa bu eserimize bakarsın.
2. “Bediüzzaman fetva vermeye selâhiyetli değildir.” demiş bay Tekin?..
Cevap: Hazret-i Bediüzzaman yalnız dinî fetvalar değil, ilmî, idarî, siyasî ve askerî işlerde de fetva vermeye selâhiyetlidir. Birinci maddede onunla alâkalı verilmiş nümûneler, davanın delili olduğu gibi, 1921-1922’lerde Şeyhülislamlık, İngilizlerin sıkıştırması ile Anadolu’daki Kuvâ-yı Milliye aleyhinde yazdığı fetvasına karşı, Bediüzzaman’ın yazdığı mukabil dinî fetva üzerine İstanbul ulemasının fikirleri derhal değişip İngilizlerin aleyhine dönüvermesi, Tekin Ahmet’in attığı boş, mesnetsiz sözünü geri çevirip ağzına tıkamasına kâfi delildir.
3. “Risale-i Nur’da yalan yanlış bilgilerin olduğu…” diyerek recmen bil-ğayb atmasına karşı deriz: Behey bedbaht adam! Eğer sen bir nifak örgütü adına ağaz etmiyor isen, hak ve hakikat adına, Kur’an ve din adına konuşuyor isen, Kur’an’a, hadise, İslâm fıkhına dayanarak bu dediklerini ispat etmeye mecbursun. Eğer iddianı ispat edemezsen, yalancı, kezzab, müfterilerin zümresine kaydedilmiş olursun.
Bununla beraber, Bediüzzaman Hazretlerinin 1908’den başlayıp 1949’da bitirdiği te’lifatı olan 193 kitap, eser ve risale ortadadır. Bu eserler yüz seneden beri intişar sahasında gezmektedirler. Milyonlarca insan, binlerce ulema bu eserleri okumuş ve okumaktadırlar. Şimdiye kadar hiçbir din alimi, Risale-i Nurlarda bir yalan, bir yanlış görüp tesbit ettiğine dair bir delil görülmemiş ve gösterilmemiştir. Gerçi senin gibi, eskiden 1964’lerde emekli bir general, Sadettin Evrin, sahte bir reddiyeyi uydurmasyon bir keyfiyetle hazırlattırıp Türkiye’nin her tarafına dağıttılar. Sonra meşhur “Sebilürreşad” mecmuası sahibi merhum Eşref Edip Fergan, o sahte reddiyenin peşine düştü. İsimlerine izafe ve isnat eyledikleri alimlerle tek tek temas kurdu, yalancılık ve sahtekârlıklarını tek tek ispat edip ortaya koydu ve paçavraya çevirdi.([84])
Evet, Nur eserleri bugün dünyanın kırk kadar diline tercüme edilip yayılmaktadır. İslâm aleminin büyük uleması bu eserleri okumaktadır. Değil bu eserlerde yanlış bulmak, bütün samimiyetleriyle hayranlıklarını ifade ediyorlar.
4. Tekin Ahmet’in “Risale-i Nurlar İslâma kaynak olmaktan fersah fersah uzaktır” diye olan düşmanane ta’n ve gözünü yumup atmasına kaşı deriz:
İslam dininin dört ana kaynağı (Edille-i erbaa) vardır. Bunlar: “Kitap” yani Kur’an; “sünnet” yani Peygamberimizin (A.S.M.) Kur’an tefsiri ve tatbiki mahiyetindeki hadis-i şerifleri; “icmâ-i ümmet” yani İslâm ümmetinin müçtehit, büyük alimlerinin üstünde birleştikleri akîde ve temel meseleler; “kıyas-ı fukaha” yani müçtehitlerin, kitap ve sünnette sarihan bulunmayan ve sonra inkişaf eden bazı iş ve meseleleri, kıyas yoluyla ona benzeyen meselelere göre içtihat edip hükme bağlaması…
Evet, Risale-i Nurlar bizzat İslâm kaynağı olarak değil, ama bu dört ana kaynakları akla, ilme, mantığa, İslâmın temel kâidelerine göre ispatlayan, ortaya koyan, ilim dünyasında mâkûliyetlerini ilan eden yegâne nurlu, müessir, cazip bir kaynaktır diyebiliriz, diyoruz ve ispatına da hazırız. Risale-i Nurların bu sahadaki hizmeti dünyanın her tarafında kabul edilmektedir, kadar!..
Eskiden bir işgüzar savcının (1948’de açılan Afyon Ağırceza Mahkemesi savcısı), bu Tekin Ahmet gibi cahilane ve mesnetsiz bir tarzda, Risale-i Nurlar aleyhinde şöyle bir iddiası olmuştu: “Nurcuların zanları hilafına olarak, Nur Risaleleri yegâne okunacak tefsir değildir.” Yine aynı savcı: “Nur tefsir değil, hem bazan akideye muhalif gider?..”
Hazret-i Üstad’ın bu savcıya iskât edici cevapları şöyle sudur etmişti:
“Nur Risalelerinin ve talebelerinin lisanında her vakit söylenen: “Bu zamanda en kuvvetli bir tefsir-i Kur’anîdir.” Cümlesidir. Yoksa, hiçbir vakit başka tefsirlere ilişmek hatırlarına gelmediği bu acip hatanın ne kadar çirkin olduğunu gösterir.”
“Tefsir iki kısımdır. Biri: İbaresini izah eder. Biri de: Hakikatlarını ispat eder. Nurların, bu ikinci kısım tefsirlerin en kuvvetlisi ve en kıymettârı olduğunu ehl-i dirayet ve dikkat yüz binler şahitler var. Ve Mısır, Şam ve Haremeyn-i şerifeynin muhakkik alimlerinin ve İstanbul vesair yerlerin müdakkik hocalarının Nurları tedkik edip ilişmemeleri ve Said’in müddet-i hayatında mantıkî ve gâlibâne mücadele-i ilmiyesi, iddiacının bu isnat ve ittihamını tekzip ve reddeder.”([85])
Böylece ben, şahsen bu Ahmet Tekin’e, ya aldatılıp ya da bazı dünya menfaatleri için kandırılıp, Bediüzzaman Hazretleri aleyhinde ona yazdırılan ama kendisini alemde, ilim dünyası karşısında kepaze edecek şu hep açık veren yazılarından dolayı acıyorum. Çünki ona ehl-i hakikat tarafından çok tahkir ve tel’inler gitmektedir. Lâkin eğer bunlar, onun aklının ermemesinden gelen bilmezlik ve cehaletinden geliyorsa, belki yarın huzur-ı İlâhide affedilmesi mümkün olabilir.
Ve yine abes ve mevzu’la alakası olmayan cehaletli bir şeyler karalayarak, gûyâ Müslümanların idarecierinin kendilerinden olmasını emreden bazı ayetlerin meallerini vermek suretiyle sergilemiş olduğu abeskârlığının([86]) ON BİRİNCİ ÖRNEĞİ:
Bu şahsın boşuna çabalamasına karşı “Cevabü’l- ahmâkı es-sükût” diyerek geçmek lazımdır. Zira, Hazret-i Üstad Bediüzzaman’ın, devlet ve memuriyet sistemiyle alakalı olarak sorulan bazı suallere verdiği muazzam ve ilmî, Kur’anî ve mantıkî cevapları; 1910’da te’lif eylediği “Münazarât” isimli eserindedir. Bu cevaplar, hakikat ilmiyle meseleyi kökten halleden ve Kur’an ve sünnetin edasıyla çözüp ortaya koyduğu kitabımızın başından beri hep ispat ile, işin asliyet ve mahiyetini, yani o ilm-i hakikat ile verilmiş cevapların mana ve özlerini apaçık gün yüzüne çıkarmış olmamızla beraber, burada tekraren şu bedbaht Tekin Ahmet’in manasız lâkırdılarına ayrıca cevap vermemize gerek kalmamıştır sanırım.
Evet, asr-ı saâdette Peygamberimizin (A.S.M.) Mekke ve Medine’deki hayat-ı pürsaâdetlerinin şekil ve uygulamalarının değişikliğini ve sonra Medine’de kurmuş oldukları İslâm devletinin prensip, usûl ve kâideleri hususunda herkesten daha çok aşina olan, ve hayatı boyunca bu mevzu’larda idarecileri İslâmî temel prensiplere uymaları için îkaz ile, o prensiplere zaman ve mekanın elverdiği nispetinde tatbik etmelerinin elzemiyetinden hep söz eden bir Bediüzzaman olan dâhî, mütefekkir, bir asrın sahibini aksi anlayışlarla ittiham etmeye yeltenen bir vicdanın kararmış olmaması mümkün değil. O zât-ı muazzez ve muallâ ve o mürşid-i mübeccelâ ve mücellâ 1908’de kabul edilen İkinci Meşrutiyet’in ilanı günlerinden başlayarak Birinci Cihan Harbi’ne kadar te’lif eylediği kitap, risale ve makaleleri ortadadır. Şu Ahmet Tekin gibi şahıslar, eğer basiretleri kapanmış, körleşmiş değilse, vicdan ve imanları da sönmemiş ise, bilhassa Âsâr-ı Bedîiyye kitabında cem’ eylediğimiz, onun o eski eserlerini bir okusunlar. Okusunlar da, avam-perestâne iftiralarla karanlık ve kuytu köşelerde o insanlığın, hususan Müslümanların, bilhassa Türkiye’de yaşayan Müslümanların medar-ı iftiharı, vâris-i Nebî o Hazretin arkasından şuursuzca çekiştirmesinler.
Bu münasebetle, İslâmî devlet geleneğinde, beş yüz senelik hilâfet hil’atını da, milliyeti ve şerefli tarihini de, Müslüman bir milletin an’anesindeki İslâmî ahlak ve âdetlerini de tamamen yok etmek ve kökünden söküp atmak niyet ve teşebbüsüyle 1924’lerde, İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Gürzon’a söz vermiş olanlara karşı,([87]) masonik tipli bir İslâm anlayışını taşıyan Tekin Ahmet’ler gibi şahıslar mı mücadeleye koyuldular?!.. Hayır, hayır! Türkiye’yi küfrî bataklıklara sürüklenip batmaktan kurtaran tek bir insan vardır, o da hiç şüphesiz mücahid-i ekber, müceddid-i a’zam Hazret-i Bediüzzaman’dır.
Ve mütezendikâne bir edâ içinde rezil iftira ile Bediüzzaman’a mal etmek istediği karalama bühtanlarının ON İKİNCİ ÖRNEĞİ:
Tekin Ahmet şöyle zırvalamış: “Üstad Batı dünyasını, Hristiyan âlemini kısmen mü’min saymaktadır. Bu sebeple Batı dünyasının imanının tamamlanmasından bahsetmektedir”den sonra, şöyle bir boşbilgiçlikte bulunmuş: “Bir defa iman parçalanmaz, bir parçasını inkâr eden tamamını inkar etmiş sayılır.” diyerek bazı Kur’an ayetlerinin sure ve ayet numaralarını vermiş.([88])
Cevap: Burada bu şahsın hakkettiği ağır bir hakaret ile hitap edilmesi gerekiyorsa da, kazm-ı nefs ediyoruz. Ancak şunu soruyoruz ki: Hazret-i Üstad Bediüzzaman eserlerinden hangisinin, hangi sayfasında senin şu iftiralı sözlerini söylüyor? Göstersene! O Üstadü’l-enamın tefsir mahiyetinde tamamen başka manada yazdığı bir şeyi, senin onu getirip ifitrana medar yapman seni bütün ehl-i hakikat ve ruhâniyât nazarında esfel-i sâfilîne düşürmektedir.
Evet, Üstad’ın “İşârâtü’l-İ’caz” eserinde yazılı olduğu üzere “Güneş Üflemekle Sönmez” adlı eserimizde ve bu kitabın üst tarafında tafsilen kaydettiğimiz gibi Bakara suresinin dördüncü ayetinin geniş tefsirini yaparken, umum tefsirlerin ittifakına istinaden: Ehl-i kitabın hem Kur’an’a, hem eski semâvî kitaplara iman ettiklerinde iki kat fazilet kazanacaklarına işarettir demiş. Üstad Hazretleri bu ayetin tefsirini genişletirken Al-i İmran/64. ayetinin manasıyla da tefsiri te’kid eylemiştir. Bu ayet: “De ehl-i kitaba, gelin bizimle sizin aramızda aynı seviyede olan kelimede birleşelim” yani “İmanınızı ıslah ve tekmil etmeye gelin. İlh.” manasındadır. Ama bu Tekin Ahmet ve hempâsı sözde kendilerini “Kur’an’cı” diye takdim ediyorlar ya, bu ayetin ve ayrıca kendisinin kitabının, ister istemez, 68. sayfasında (tezatlara düşerek) kaydetmiş olduğu birkeç sarih ayetlerin hükümlerini hiçe sayarak icmâ-ı ümmet ve Resululah’ın (A.S.M.) tatbikatlarını hiç nazara almadan, kendi hevesi ve şeytanî içtihatlarıyla: “Hristiyanlık diye, ruhâniler diye bir din yoktur. Alla öyle bir din göndermemiştir. Ehl-i kitap, müşriklere takılmış bir ünvandır. Hristiyanlık denilen şeyin kökü Phawlos’un icat ettiği uydurmadır, başka bir şey değildir, şudur budur” diye bunu kitabının birkaç yerinde ısrarla kaydettiği halde aynı kitabın 67. sayfası ve “30” diye başlık koyduğu yerde ise şunları söylüyor: “Kur’an-ı Kerim, Yahudiler, Hristiyanlar ve benzeri kimseler için ehl-i kitap diyor…” Yani bu şahıs, tezatlara düşerek yalfalamalar yaptığı gibi, zaman zaman da kendi görüş ve re’yiyle, müfessir büyük alimlere zıt ve muğayir olarak Kur’an ayetlerini yorumlayabiliyor. O ise, hadis-i Nebevînin emriyle küfre girebileceğini biliyor mu acaba!..
Ayrıca, Tekin Ahmet’in “İman parçalanmaz, bir parçasını inkar eden tamamını inkar etmiş sayılır.” dediğinin manasını biliyor mu? Yani bu sözün izahını yapabiliyor mu? Parçalanma veya parçalanmama işi nasıl tekevvün ettiğini biliyor mu?.. Benim kanaatıma göre hayır bu şahıs öyle bir şey bilmiyor, duymuştur belki. Ama her şeye rağmen, onun bu sözü doğru bir sözdür. İman altı rüknü ile birbirini tamamlayan ve biri birisiz olmayan vahdânî bir hakikattır. Lâkin imanın altı rüknü içinden bazı rükünleri kutup mesabesindedir. Mesela iman-ı billah ve sonra iman-ı bi’l yevmi’l-ahir rükünleri en büyük rükünlerdir, diğer rükünlerin de mihver ve medarıdırlar. Bu kutup olan iki rükün, Kur’an’da ehl-i kitabın en öncelikli olarak iman etmelerinin lüzumuna işaret edilmiştir.
Tekin Ahmet, eğer Üstadü’l-enam olan Hazret-i Bediüzzaman’ın te’lifatından “Meyve Risalesi”nin Dokuzuncu Meselesi’ni görmüş olsaydı, azıcık marifet ve fazileti de olsaydı, herhalde teeddüp içine girip bir saygı göstermesi icap ederdi. Ama yok, nerede?!..
Ve bu eşhasın câhilâne ve İslâm şeriatının uygulamasına ters olarak indî ve şahsî yorumlarından ON ÜÇÜNCÜ ÖRNEK:
Bay Tekin Ahmet sağına soluna bakmadan şöyle kalem oynatmış: “Allahu Teâlâ iki ayrı ayette Hristiyanlara sorumluluklarını arttırmalarını tavsiye ediyor. 4/171, 5/177”([89])
Birkaç satır aşağıda ise: “Îsevîlikten bahsetmek, Kur’an’ın, Hazret-i Muhammed’in (A.S.M.) ve İslâmın varlığına aykırıdır” cümlesi yer almaktadır.
Elcevap: Tezat, tenakuz içinde yalpalayan bu şahıs, Hazret-i Üstad Bediüzzaman’a itiraz edeyim de, tenakuza mı düşmüşüm önemi yok; âlem içinde, ilim karşısında kepaze mi olmuşum zararı yok dercesine bunları böyle yazıyor. Bediüzzaman Hazretleri Risalelerinde bazan “Îsevîler” bazan “Hristiyan ruhanileri” yazmış ya, işte bu şahıs, sözde, buna karşı çıkmak istiyor. Tahmin ediyorum, bu mesele veya benzeri mevzular “Güneş Üflemekle Sönmez” isimli kitabımzda, hem bu kitabımızın bazı yerlerinde bahsi yapılmış, neticeye de bağlanmıştır; bu şahıslar kendi indlerinde, bazı şeytanî ve ârzî içtihatlarla, dinden uzak bir ekol oluşturmak suretiyle, “Kur’an’ın vardır “dediği “hadisin mevcuttur” diye kabul ettiği ve bütün müfessirlerin ve müçtehit imamların icmâ halinde varlıklarını kabul edip İslâm şeriatında “Hristiyanlık, Yahudilik ve Sabiîlik” dinleri sâliklerinin mevcut hal ve vaziyetleriyle nazara olarak onlarla olan Müslümanların muameleleri hakkında hükme bağladığı halde, bu şahıslar ne tefsirlerin birleşik hükümlerini, ne hadislerin kararlarını, ne İslâm şeriatının vazıh ahkâmını hiç nazara almadan, bir yana bırakarak kendi kafalarına göre bid’atlı hükümler getirmek istemektedirler. Bunlar bu batıl, geçersiz ve bozuk içtihatlarıyla istedikleri şekilde, ve diledikleri kadar dalalet bataklığına saplansınlar, marifet ve iz’an sahibi Müslümanlara bir zararları dokunmaz. Ama bunların gelip hadsiz derece hadlerini aşarak, müçtehid-i a’zam, müceddid-i ekber, mühdî-i efham Hazret-i Bediüzzaman’ın hakikatlar semasına taş atmaya kalkışmasınlar, attıkları zaman işte böyle recm-i şeyâtîn gibi başlarına ateşli şehaplar inecektir.
Biz durup dururken, bu eşhasın dalaletli telâkkilerine gelip bulaşmadık, bulaşmak da istemeyiz. Amma onlar, birkaç senedir belli mihrakların emirberleri gibi sistemli bir şekilde geldiler, Allah’ın yaktığı nuru, meş’aleyi söndürmeye ve Bediüzzaman’ın Kur’anî ve imanî hizmetini lekelendirmeye kalkıştılar. Gerçi bu dünyada, imtihan sırrıyla şeytanların gizli ifsat komitelerinin işi budur. Fakat bu şahıs gibi Kur’an’dan, hakaik-ı İslâmiyeden bî-haber kimseleri öne sürüp manen feda ve imha etmeleri yazık olmaktadır, günahtır.
Ve netice olarak: Hazret-i Muhammed Mustafa’nın (A.S.M.) yüzden fazla sahih hadislerinde ve bu hadisleri pek çok mihenklerden, mana ve mefhum eleklerinden geçiren İslâm muhakkik muhaddislerinin eserlerinde kayıtlı olduğu gibi, Hazret-i Bediüzzaman’ın da, bütün o sahih hadislere ve ayrıca, dâhî, müfessir ulamânın tahkikli tefsirlerine ve Kur’an’ın وانّ من اهل الكتاب الاّ ليؤمننّ به قبل موته ([90]) ayetinde kat’î bir tarzdaki işari haberine göre: “Ahirzamanda bütün ehl-i kitab, Hazret-i İsa’ya (A.S.) tâbi olup iman edeceklerdir.” hükmüne dayanarak “Müslüman İsevî ruhanîleri” gibi tabirleri, ki ileriye ait olarak, kullanmasında hangi sakınca var?.. Bununla beraber, bu şahıs veya şahıslar, Hazret-i Üstad’ın kullandığı cümlenin bir kelimesini keserek sadece “İsevî”yi almışlar ve gayet câhilâne, hatta son derece bî-edebâne bir üslûp ile: “Müslüman Îsevîler tabiri Kur’an’ın, sünnetin ve İslâmın varlığına aykırıdır.” diye tefevvüh etmişlerdir, ki hiçbir mana ve değer taşımıyor bu sözleri. Hazret-i Üstadü’l-enamın bu husustaki ifade ve izahı şöyledir: “Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesât-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikisini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir “Îsevî cemaati” namı altında ve “Müslüman ‘İsevîleri” ünvanına lâyık bir cemiyet, o Deccal komitesini Hazret-i İsa’nın (A.S.) riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri inkâr-ı ulûhiyetten kurtaracak.” ([91])
İşte ey, feraset, basiret ve dirayetini koruyan Müslümanlar! Siz Hazret-i Üstad’ın şu çok muğlak ve muammalı bir din tılsımı olan meseleyi hal ve fasleden ifadesinde, Tekin Ahmet’in tahrif ve iftiralı şekilde iddia ettiği gibi bir şey hissettiniz mi? Yani bu şahsın iddia ettiği gibi, “Üstad hâlihazır Batı dünyasını ve Hristiyanlık âlemini kısmen imanlı kabul ediyor” diye bir şeyin kokusu bile olsun duydunuz mu?.. Hazret-i Üstad ileriye mâtuf, geleceğe ait Hazret-i İsa’nın (A.S.) nüzûlü ve göreceği vazife ile alâkadar muazzam hadiselerden bahsetmiş ve büyük meseleyi çözmüş, ortaya koymuştur.
Tekin Ahmet, zırvalamalarının bir yerinde Hazret-i Üstad hakkında ne diyor biliyor musunuz, diyor ki: “Üstad’ın içine düştüğü açmazlar, içinden çıkılabilecek gibi değildir.”([92])
Hey bedbaht Tekin Ahmet! Hazret-i Bediüzzaman, senin ve hempâların gibi, düşüp dibine yuvarlandığınız tarzda, hiçbir açmaza düşmemiştir. O, Kur’an’ın, Resulullah’ın (A.S.M.) tevhid ve iman hakikatının ve nur-u Kur’an ve irşad-ı nübüvvetin içindedir ve ortasındadır. Kur’an’a, Peygambere (A.S.M.) ve İslâm dininin hakikatına, feraset, irşat ve tahkikâtına muğâyir, zıt, aykırı bir yana sapmamış, tam aksine bir hidayet âbidesi olarak daima nur-ı iman, feyz-i Kur’an neşretmiş ve bütün müşkil meseleleri halletmiş ve ortaya koymuştur. Bütün bu dünya ve ilim âlemi bunu böyle kabul ediyor ve teslim ediyor. Sen ve hempâların kûşe-i harâbâtta ıslıklayadursunlar.
Ve yine Tekin Ahmet ve hempâlarının şahsen mahrum ve uzak oldukları Allah’ın bazı has kullarına bahşeylediği vehbî ilim ve nuru, kendi şahıslarına kıyas ederek, inkâr ve uzaktan hükmeyleme gibi hamâkatlıca dil uzatmalarının ON DÖRDÜNCÜ ÖRNEĞİ:
Bediüzzaman Hazretlerinin gençliğinde mazhar olduğu harika bazı halleri birçok şahidin şehadetiyle sabittir. İçlerinde hilaf veya mübalağa yoktur. Bu harika haller, kuve-i hafıza, zekâ ve ilimde olduğu gibi: cesaret, kuvvet ve çeviklik gibi maddi vaziyetlerinde de görülmüştür. Ve bunlar pek çok insanın gözleri önünde vaki olmuş ve müşahede edilmiştir.
Ama Tekin Ahmet’in ve hempâlarının şahısları itibariyle mahrum ve uzak bulundukları, Allah’ın has, bazı kullarına bahşeylediği harika zekâ, hafıza, vehbî ilim, feyiz ve nuru inkâr ederek yalan yanlış bilgilerle itirazlarını öne sürüyorlar.
Bay Tekin Ahmet Üstad’ı kast ederek şöyle demiş:
“Mütercim Asım Efendi’nin Kâmûs’unu “sin” harfine kadar kısa sürede ezberlediği söylenmektedir. Bir sayfasında Kur’an’daki kelimelerin beş altı kadar kelime olan iki bin beş yüz sayfalık metnini kısa sürede ezberlediği söylenen Üstad, altı yüz sayfalık Kur’an’ı hafızlığa başlamasına rağmen ezberleyememiştir. Hafızlığa başlamış, bırakmak mecburiyetinde kalmıştır. Bu, Üstad’ın kabiliyetleriyle ilgili anlatılanların ciddiyetten uzak olduğunu göstermektedir.”([93])
Elcevap: Avrupa’da ve başka yerlerde, birisini öldürtmek, ya da hal ve vaziyeini takibe almak için ücretle tutulan dedektifler misilli, bu adamın da bazı fesat odakları tarafından tutulmuş bir dedektife benziyen hali vardır. Lâkin gerçek dedektiflerin aldıkları ücret karşılığında yaptıkları, ya o adamı öldürmek, ya da onu takibe alarak hakikat-ı hali ortaya çıkarmak iken, bizim bu kiralık dedektifimiz ise, görevini yaparken hem iftira ile zabıt tutuyor, hem de cehil içinde yalanlarla rapor hazırlıyor. Evet, kat’î ve şahitli, ispatlı vukûa gelmiş, kayda geçmiş gerçek hadiseleri inkâr etmek için, başka bir hadisenin şeklini değiştirerek tahrif edip beriki hadisenin vukûunu örtbas etmek için delil gösteriyor ve ona göre yorumlarını ekliyor.
Evet, Bediüzzaman’ın Tillo’da meşhur “Hassa” kümbetinde “Kâmûs-ı Fîrûz-âbâdî”yi bâbü’s-Sîn’e kadar ezber ettiği, şimdiye kadar yazılmış bütün hayat tarihçelerinde kayıtlıdır. Bu hadiseye Tillo halkı ve Siirt âlimleri şahit olmuştur. Hususiyle Bediüzzaman’ın küçük kardeşi Molla Muammed o günlerde ağabeyisine hizmet etmektedir ve kendisi ve Üstad’ın âlim talebelerinden Müküslü Molla Hamza Efendi birlikte şahitlik etmektedir. Molla Hamza hadiseye bizzat şahit olduğu gibi, yazdığı tarihçe kitabında şöyle kaydetmiştir:
“…Siirt’e tâbi Tillo kasabasında “Hassa” kümbeti denilen türbeye kapandı. Orada ‘Kâmûs-ı Okyanus’u bâb-ı Sin’e kadar hıfzeyledi. Bir gün ne fikre mebni Kamûs’u hıfzeylediğini sordum. ‘Kâmûs, her bir kelime kaç manaya geldiğini yazıyor. Ben de, Kâmûs’ın aksine olarak her bir manaya kaç kelime müsta’mel olduğuna dâir bir kâmûsı yazmak merakına düştüm, bu heves üzerine hıfzeyledim. Fakat sonra Mısır’da bir cemiyet tarafından öyle bir eser vücuda geldiğini haber aldım. Sa’yim heba oldu cevabında bulundu.
Kendi kendime düşündüm, teessüfle dedim ki: Rehbersizlikten neler zâyi’ olup gidiyor. Öyle bir zekâ böyle bir uğurda sarfedilir mi?!”([94])
İşte, muharrif ve müfteri dedektif bay Tekin Ahmet, dedektifliğini doğru ve dürüst olarak yapmamış, iyi bir bilgi alıp sağlam bir rapor yazmamıştır. Belki çok halt etmiş ve cehaletler karıştırmıştır, şöyle ki:
Bay Tekin, bir kerre bu Kâmûs’ın asıl müellifi kim olduğunu da bilmiyor. Lâkin Türkçeye tercüme eden Âsım Efendi’nin ismini işitmiştir. Onun için cahillik yaparak: “Mütercim Âsım Efendi’nin Kâmûsı” diye kaydetmiş. “Kâmûs-ı Okyanus” kitabı Arabî metnini müellifi, Muhammed Mecdü’d-din Fîrûz-âbâdî’dir. Ve asl-ı Arabîsi bir cilttir. Seyyid Murtaza e’z-zebîdî onu yine Arapça olarak şerh etmiş. Daha sonralarda da Kilisli Âsım Efendi Türkçeye tercüme etmiştir. Bu şerh ve tercüme, dört ciltlik olanları beş bin sayfa kadar büyümüş. İşte Hazret-i Üstad’ın bâbü’s-Sîn’e kadar hıfzına aldığı bu beş bin sayfalık Türkçe tercümeli kitap değil, Arapça metinli bir ciltlik kitaptır.
ON BEŞ GÜNDE KUR’AN’I HIFZETMESİ
1919’da Üstad Bediüzzaman’ın tarihçe-i hayatını genişçe kaleme alıp aynı yıl içinde tab’ ettiren yeğeni Abdurrahman-ı Nursî bu mevzu’da şöyle diyor: “Kur’an’ı on beş gün zarfında hıfzına almaya başladığı, fakat hıfz için, çok acelelik içinde tekrarlanmasını Kur’an’a karşı bir hürmetsizlik saydığı için, o tarzdaki bir çalışmayı bıraktı.” diyor. Ama hıfzını yarıda bıraktı demiyor.
Üstad’ın kardeşi Molla Abdülmecid Efendi ise: “Bediüzzaman’ın on beş gün içinde Kur’an’ı ezber ettiğini ve “Kâmûsu’l- Muhît”ten altmış satırlık bir sayfayı bir defa okumakla ezberine alırdı. Ve kısa bir müddet zarfında Kur’an’ın hıfzıyla beraber, otuz Kur’an kadar çeşitli ilimlerin metinlerini de ezber etti”([95]) demektedir.
Tekin Ahmet, kendi karanlık zâviyesinden bakarak ve kendi şahsıyla kıyaslayarak dâhî-yi a’zam olan Hazret-i Bediüzzaman’ın hayatıyla alakalı harikaları kat’i müşahedeye dayanarak yazan sadık şahitleri yalanlaya dursun ve fesat çıkaran menfi dedektifler tarzında kiralık vicdan kullanarak tahrifli saldırganlıklarına devam eylesin. Ve kendisi bu şahitli, ispatlı hakikaten vaki’ olmuş hadiselere hiç de inanmamaya devam ededursun. Onun yanında da, Bediüzzaman’ın ve talebelerinin hiçbir yazılarında bulunmayan şu “O, hafızlığa çalıştı, yapamadı, bıraktı, gitti” iftirasını da cebinde saklasın. Hesap günü huzur-ı İlâhîde hesaba çekilecektir.
Hazret-i Üstad’ın kuvve-i hafızası, zekâsı hususunda harika bir şekilde tezahürlere şahit olanlar, sadece isimlerini yazdığımız zatlardan ibaret değildir. Meselâ, Siirtli Molla Fethullah Efendi’nin Bediüzzaman’ı zekâ testinden geçirdikten sonra hafızasının da derecesini ölçmek için, “Makâmât-ı Harîriye’den bir sayfasını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz?” diyerek kitabı kendisine uzattığında, iki sayfalı bir yaprağını bir defa okumakla ezberlemiş. Hadise hocasının huzurunda cereyan ettiği için, hocası hayrette kalarak böyle zekâ ile hıfzın en yüksek derecesiyle birlikte bir insanda bulunması çok ender rastlanan hadiselerdendir. Tarihte Bediüzzaman-ı Hemedânî’de de böyle olduğu söylenir” diyerek ona ilk olarak “Bediüzzaman” ünvanını lâyık görmüştür.
Bu kat’i hadise gibi, aynı günlerde Bediüzzaman Hazretleri, Şâfiî fıkıh usûlü hakkında “Cem’ü’l- Cevâmî” kitabının tamamını bir hafta zarfında ezberine alarak hocası Molla Fethullah Efendi’ye takdim etmiş, Molla Fethullah bunun üzerine kitabın kapağına Arapça قد جمع جمع الجوامع جميعه فى حفظه فى جمعة diye yazmıştır. Yani, “Cem’ü’l-Cevâmî” kitabının tamamını bir haftada hıfzına aldı.” Bu hadiseler ve daha sonra doksan kitabın metinlerini ezberlediğini ve benzeri hadiselerin tamamı şeksiz ve mübalağasız vuku’ bulmuş olduğuna şahitler, deliller pek çoktur.
Evet, tarihte görülen bazı harika zekâ ve kuvve-i hafızalara sahip insanlar “dâhî” diye tavsif edilmiş. Meselâ, İbn-i Sînâ için, yüz dâhî derecesindedir deniliyor. Ve gerçekten de öyledir. İmâm-ı Şâfiî hakkında da, bu vasıflara sahip olduğu yazılıdır. İbn-i Teymiye’de de bunlar vardır diye yazılmış. Her ne ise…
Evet, Cenâb-ı Hazret-i Üstad ve onun muhakkik, müdakkik talebeleri mübalağalı hurafeli kelâm söylemezler ve olmamış, vuku’ bulmamış asılsız bir hadiseyi de, olmuşçasına işâaya çalışmazlar. Hazret-i Üstad’ın hayatıyla alakadar ne ki yazılmış, kaydedilmişse, mutlak ve muhakkak olarak vâki’ olmuş, en mübalağasız tarzıyla kaydedilmiştir. Ben ve biz Nur talebeleri bütün bunlara tam bir kanaatla inanmaktayız. Varsın bizim Tekin Ahmet, birâderleri olan birkaç Vahhâbîcik ile birlikte inanmasınlar, inanmaya da bilirler. Ama hiçbir hak ve görevleri olmadığı halde, gelip hâinâne tahriflerle ve kasdî iftiralarla saldırganlık yapmasınlar. Bizim onlara bu merhalede tavsiyemiz budur: Biz Risâle-i Nur talebeleri ve okuyucuları, ehl-i iman, Müslüman grup ve cemaatlarla elimizden geldiği kadar dostluk ve uhuvvet içinde olmak ve iç işlerine şununa bununa karışmamak isteriz. Ve bu hâlimizi korumak için, onların bilmezlikten gelen bir itirazları, kavrayamamazlıktan gelen bir tenkitleri olsa da, hoş görüp hilim ve kavl-i leyyin ile de karşılarız.
Lâkin şu Tekin Ahmet ve hempâlarının giriştikleri kasdi, yalanlı ve tahrifli iftira, çürütme ve gözden düşürmek için ağır ve çirkin gıybetleri ile gelip bizim yolumuzu kesmeye kalkışırlarsa, o durumda bizim onlara boyun eğecek halimiz olmaz. Gökten atılan şehaplar gibi onları işte böyle hakikat semasından, fezasından tard etmeye biiznillah gücümüz vardır.
VE NETİCEYE BAĞLARKEN
Şu Tekin Ahmet kendini bir müçtehit zannederek kafasına göre esassız ve mesnetsiz bir takım hükümler üretip öne sürmeye kitabında devam etmektedir. Kitabının bizdeki kısmının son bölümü olan 65. sayfadan, 74. sayfaya kadar yaptığı sahtece içtihat pozisyonlu sözleri, büyük hataları din ve şeriat noktasından çok ise de, bunlar bizi fazla ilgilendirmemektedir. Ama 68. sayfasında tamamen kara tezatlıklar içine düşerek kitabının başından beri ısrarla iddia ettiğinin aksini yazmaktadır. Yani, bu şahsın zu’muna göre, Hristiyanlık dini diye bir şey yoktur. Bunlar komünist, putperest, kâfir ve müşrikleri gibidirler, bir farkları yoktur. Şimdi ise, burada bakın: “Bir kısım ehl-i kitabın gerçek mü’min ve Allah’a ve kitaplarına inanan ve gerçek kulluk yapanlar”ın olduğunu söyleyerek bunu dile getiren birkaç ayet mealini de getirip koymuş. Ama yine de, kendi batıl içtihadı ile, bugünkü dünyada bunların varlıklarının zor bulunabileceğini, yani öylesi bir ruhani zümrenin mevcut olmadığını da eklemiş. Biz de cevap veririz ki, kendisinin bu tenakuzlu, zıt görüşü sadece onun şahsına mahsus olup hiç kimseyi bağlamadığını, İslâmın icma’lı bir kanaatı da olmadığını söylüyor ve hatırlatıyorum. Çünkü bugün Orta Asyada, Hindistan’da ve Afrika’nın bazı bölgelerinde samimi ruhaniler ve Hazret-i İsa’nın (A.S.) hâşâ, Allah’ın oğlu değil, Allah’ın resulü olduğunu kabul eden Hristiyanlar çoktur. Tekin Ahmet ise, bunu bilmiyor.
Yine bu şahsın kitabının 72. sayfası, son paragrafında şunlar yazılı: “Ben Hazret-i Mevlânâ’nın dediği gibi, bir ayağım merkezde İslâm ile bağlı, öteki ayağım, yetmiş iki milleti dolaşan, herkesle barışık bir Müslüman Türküm… Ben lâik görünüşlü gayr-ı samimi lâikçilere karşıyım…” Ve şuyum, buyum, oyum diye devam etmiş.
Tekin Ahmet’in buraya aldığım sözlerinden iki cümlesi bizi bir derece ilgilendiriyor. “Bir ayağım İslâm ile bağlı, öteki ayağım yetmiş iki milleti dolaşan herkesle barışık bir Müslüman Türküm.” İşte bu sözler, içerdikleri mana ile iyi ve güzel. Ama “herkesle barışığım” deyip de, hak ehli olan, gerçek dindar ve en samimi insanlar olan Nur talelerinin okudukları ve hırz-ı can edip inandıkları kutsi Nur kitaplarına ve bunların Kur’an hadimi ve fedakâr, sadık hizmetkârı üstadlarına tahrif ve iftiralarla bulaşık, ey bay Tekin, attığın oklar seni bu sözünde tekzip etmektedir. Eğer sen, gerçekten ciddi bir Müslüman Türk ve herkesle barışık bir kişi olmuş olsaydın, bu gibi yakışıksız ve yalandan karalamalara tevessül etmezdin. Hem yine eğer bu dediklerinde samimi olmuş olsaydın, hakikatların çok uzağında ve pek gerisinde olduğun halde, indî ve hayalî hükümler çıkararak iftiralı, yalanlı gıybetler yapmak yerine, gelir Nur taebelerini bulur, ulemalarıyla oturup bütün meseleleri tartışarak neticeye bağlayabilirdin. Bizi de bugün böyle sert haşin ve kırıcı müdafaalara mecbur etmezdin.
Ey Tekin Ahmet! Senin şu gelecek cümlen, iman ve İslâm akîdesi noktasından hayli kritiktir. Çünki sen samimi lâikçiler arıyorsun. Kendini de bir lâikçi göstermek istiyorsun. Oysaki senin hep karşı gibi olduğun Batı’dan gelmiş, onlara yakışır bir sisteme samimi bağlılık istemen, hep müdafaa edegeldiğin fikirlerine hiç de uygun düşmemektedir. Bir gerçek samimi Müslüman mecburiyet-i kat’iyye olmadan Batı’dan gelmiş hayat sistemi bir uygulamaya samimice iman eder bir tarzda bağlanamaz. Ama kanunî dayatmalarla, zor ile uygulanırsa, o zaman susar karışmaz. Bir Müslüman ancak kendi dininin her şeye kâfi gelen kanunlarına iman edip bağlanır. İslâm kanunları dururken lâikliği ona tercih edip benimsemek, Müslümana yaraşan bir şey değildir. Lâikliğin bir yanı iyi olsa, on yanı terstir, zarardır, he ne ise…
VE NETİCENİN NETİCESİ OLARAK BİRKAÇ KELAM
1. Biz Risâle-i Nur Taalebeleri Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerinin zâtî şahsiyetine, ehl-i Şîa ve bir kısım ehl-i tasavvuf gibi, bir kutsiyet, bir lâyuhtîlik vererek bağlanmış bir kitle değiliz. Ve bu yüzden gayr-ı ilmî belgesiz ve hurâfeli haber ve kuruntulara inanan bir zümre de değiliz. Lâkin, o aziz Üstadü’l-enamın ve mürşid-i ümmetin küçüklüğünden ta vefatına kadar, mahzâ lûtf-ı İlâhî ile bazı harika hal ve vaziyetlere mazhar olduğu ve bu mazhariyeti vesikasız dedikodularla değil, pek çok sadık şahitlerin (şahitlerin büyük bir kısmı ulemadandır) şehadetiyle sabit olmuş ve mübalağaların zerresi dahi karışmamış hakikatlar olarak kaydedilmişlerdir.
2. Bediüzzaman’ın yazdığı eserlerin mecmu’u iki sınıf ve iki çeşittirler. Bir sınıfı, 1908’lerden 1923’lere kadar yazdığı eserlerdir ki, “Eski Said” tabir ettiği gençlik zamanında telif edilen bu eserler, ekseriyet ile Müslümanların içtimaî ve siyasî hallerine temas eden şeylerdir. Müslümanların siyasî heyecanlara kapılıp yanlış ayak basnlarını engelleyen, istikamet tayin eden rehberlerdir. Bu eski eserler içinde üç dört tanesi de akîde ve inanç hususunda mihenk gibi vazife gören eserlerdir.
Eserlerin ikinci sınıfı: “Yeni Said” diye tabir eylediği ve 1921’in ikinci yarısında başlayıp 1949 senesinde bitirdiği ve tamamına “Risâle-i Nurlar” dediği eserleridir. Ancak 1926’da başlayıp yirmi üç senede bitirdiği eserler asıl Risâle-i Nurlardır. 1922-1926 yılları arasında yazdığı eserlerin hemen hepsi Arapça olup bunlar da asıl Risâle-i Nur silsilesine bilâhare dahil edilmişlerdir. Risâle-i Nur silsilesine dahil olan bu eserler umumiyetle imanın takviyesi, ihlas ile amel, Müslümanlar arasında kardeşliğin yerleştirilmesi; ve ayrıca da iman ve akîde etrafındaki şek, şüphe ve vesveseleri def etme vazifesi ve kalbî ve ruhî hissiyat ve manevi hastalıkların tedavi ve teşfiyesi ve keza ahlak-ı hasenenin güzelliklerini anlatma ve kazanılması gibi en mühim mevzular hakkındadır. Risâle-i Nurlar adı altında bu eserlerin tamamı yüz elli risaledir. Bu yüz elli risale içinde beş risale vardır ki, bunlar Kur’an’ın bazı ayetlerinden ve İmam-ı Ali’nin (R.A.) ve Gavs-ı A’zam Şeyh Abdülkâdir Geylânî’nin (K.S.) bazı kasidelerinden cifir ve ebced hesaplarıyla ve riyâzî tevafuklarla istihrac edilmiş gaybî bir takım işaretleri ihtiva ederler. Bütün bu eserler, şimdiye kadar yüzlerce ulemanın tedkikinden geçtiği gibi, Türkiye Cumhuriyeti binden fazla mahkemelerinin bizzat tedkikatlarının ve ehl-i vukuf olarak seçmiş olduğu binlerce hocaların ve bilhassa Diyânet İşleri Başkanlığı ehl-i vukuf alimlerinin teftiş nazarlarından da geçerek hakkaniyet ve doğruluğunu ispat edip ortaya koymuştur. Hakikat noktasında ve ehl-i sünnetin icma’lı görüşünde, -bazı savcılar ve şu Tekin Ahmet gibi uzaktan bakıp hükmeden bir iki yobaz Vehhâbîler hariç,- hiçbir ehl-i tahkik alim ve marifet ve hakikat erbabı zatlar, bu eserlerin içindeki hakikatlara ve içlerindeki bazı ince manalara itiraz edememişler. Kur’an’a ve sünnete ve icma’a muhalif hiçbir nokta tesbit edememişlerdir. Ben (yani bu biçare Abdülkadir Badıllı) tam elli altı senedir bu eserleri devamlı okuyorum ve aynı zamanda İslâm dini masdar ve me’hazleri olan büyük ulemanın yazdığı tefsir, hadis, kelâm, fıkıh, mantık ve tasavvuf kitaplarından kütüphanemde mevcut altı bin cilt kadar eserlerle de Nurları karşılaştırıp mukayeseler yapıyorum. Nurların hiçbir noktasında, hakikat müvacehesinde hiçbir hata, hiçbir muğayeret, hiçbir yanlış (tefsir ve yorum) bulamadım.
Yani: Demek istiyorum ki, Risâle-i Nur okuyucuları, gözleri kapalı, mantıkları çalışmaz, te’kid ve takviye işinde hep harice muhtaç ve yalnız bir muhabbet ve hüsn-i zan ipiyle bağlı kimseler değildir. Ama ihlaslı, samimi, hürmetkâr, imanları sağlam kimselerdir.
3. Nur Taleneleri, dâhî Üstadları Bediüzzaman Hazretlerinin Risâle-i Nurlarda tahkiklice yazdığı ve İslâm şeriatının ışığı altında şerh eylediği üzere: Hristiyanlık([96]) âlemine ve diğer ehl-i kitaba bakış açımız şöyledir: Kur’an’da defalarca zikredilen ehl-i kitap olan Yahudi ve Nasârâ ve Sabiîlerin dinlerinin kök, asl ve menşe’ itibariyle birer peygambere ve vahye dayanır ve kitaplarda vahy-i semâviyedendir. Ama bu dinlerin üstünden uzun zaman dehirler geçtiği için, bazı kıssîs ve rahipler tarafından birçok tahriflere uğratılmışlardır. Bu yüzden o kitaplarda bir hayır, bir sağlamlık ve istikametli rehberlik eden bir hak dinin tarifi kalmamıştır. Bu yüzden de zaten Allah tarafından bütün o eski kitapların asıllarında bulunmuş doğru hakikatları Kur’an’ın içinde dercedilerek eski kitapların hüküm ve şeriatları neshedilmiş ortadan kaldırılmış, Kur’an ve Hazret-i Muhammed (A.S.M.) ve gerçek din olan İslâm zuhura gelmiş, getirilmiştir.
Nasârâ yani Hristiyanlık ve Yahudiliğin, tahrif ve neshe uğramış bugünkü mevcut haliyle de, İslâm şeriatı olan fıkhı, onu ateistlerden, Allah’ı kökten inkâr eden, tanımayan müşrik ve putperestlerden farklı ve ayrı tutmuştur. İşte İslâm fukahasının ve müçtehitlerinin Kur’an ve sünnetten istinbat ettikleri bu tesbitlerini aynıyla hak görüp kabul etmişizdir. İslâmın yolu da budur. Ama Tekin Ahmet’in başka şekilde, ama yalnız şahsî re’yi ile yaptığı gibi, ehl-i kitabı iki gruba ayırıp da, bir grubu gayr-ı mevcut sayarak diğerini ise müşriklerle bir seviyede tutan safsatacılardan olamayız.
4. Ve biz Risâle-i Nur Talebeleri Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlığı aynı kefede ve aynı seviyede bir tutup da, onları da İslâm dini gibi hak olarak kabul etmedik, etmemişiz ve etmeyeceğiz de. Öylesi bir anlayış hiçbir zaman semtimize uğramadı.1450 sene evvel Peygamberimiz’in (A.S.M.) irsal buyurulmasıyla beraber, dünyada hak din yalnız ve yalnız İslâm dini olmuştur. Diğer mensuh olmuş dinlerin kök ve asılları itibariyle semavî ve hak olmakla beraber, lâkin bugünkü halleri ile muharref ve mensuh dinlerdir. Mensuh ve muharref dinler olmakla berabe, o dinlerin hüküm ve teşri’î düsturları batıl da olsa, ki öyledir, varlıklarını kabul ediyor ve onları müşrik ve minkirlerden ayrı tutarak farklı muamelelerde bulunuyoruz… Ve bugünkü mevcut haliyle İslâmiyete ve Müslümanlara en yakın olanlar Hritiyanların Îsevî ruhanîleridir diyoruz. Kur’an-ı Kerim de buna işaret eder.
5. Diyalog denilen muameleler, iyi bir niyetle, yani onlarla temas kurup buluşarak İslâm ahlâkını, İslâm dini hakikatlarını, İslâmın örf ve âdetlerinin güzelliklerini, nezaketini, medeniyetini ve İslâmın içindeki gerçek insanlığı, insanlara karşı şefkat ve merhametini, lisan-ı kâl, -eğer mümkünse- ve lisan-ı hâl ile tebliğ etmek niyetiyle güzeldir, iyidir, destekleriz. Ama eğer başka niyet ve başka gayelerle olsa, makbul değil, doğru değildir.
وصلّى الله على محمّد و على آله و صحبه و سلّم
Abdülkâdir BADILLI
بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
BİR ZEYL
KADİR MISIROĞLU’NUN EĞRİ TERAZİSİ
Hülasalı bir fezleke: Kadir Mısıroğlunun, Bediüzzaman hakkında hakikate, yazılı kayıtlı gerçek metinlere ve Bediüzzaman Hazretlerinin bizzat yazılı kendi ifadelerine dayanarak değil, hurefelere, uydurmasyon hayalî beyanlara istinaden yazdığı ve aleme ilan ettiği eğri terazili iddiasına karşı şu ispatlı, senedli, tahkikli yazımızdaki birkaç temel esasları fezlekeli bir şekilde başta burada sıralamak istiyorum:
1- Bediüzzaman Hazretleri II. Meşrutiyetin ilanından evvel, merhum Sultan II. Abdülhamid hakkında herhangi bir hakaretli yazıyı yazmamış, bir nutuk irad etmemiş, bir konferans vermemiştir.
2- Meşrutiyetin ilanından 1,5 ay kadar evvel sevk edildiği Emraz-ı Akliye Hastanesi Baştabibi ile yaptığı muhaveresinden ve daha sonra alındığı nezarethanede Zaptiye Nazırı ile yaptığı karşılıklı münakaşalı konuşmasından başka II. Meşrutiyetin ilanından evvel hiçbir konuşması varid olmuş değildir.
3- Bediüzzaman Hazretlerinin konferansları, nutukları, gazetelerde yayınlanan yazıları, ancak II. Meşrutiyetin ilanından sonra vaki olmuştur.
4- Üstad Bediüzzamanın II.Meşrutiyetten evvel tımarhaneye sevki; K. Mısıroğlu’nun iddiası ki, güya: “Zeynep Kamil Konağında verdiği konferansta Sultan Hamid hakkında ileri-geri konuştuktan sonra olmuş.. Ve sonra gelip Padişahla görüşmek talebinde bulunmuş, fakat ısrarlara rağmen belindeki hançerini çıkarmadığı için, bu görüşme vaki olmamıştır” diye olan hurafeli uydurmasyon sözlerin hiçbir hakikati asliyeti yoktur.
5- Bediüzzamanın tımarhaneye sevk hadisesi, mabeyndeki beceriksiz ve içlerinde mason tinetli bazı paşaların tertipleriyle olmuştur. Bu da padişahla görüşme talebinin -yine o beceriksiz paşaların engellemeleri yüzünden- inkıta’a uğraması neticesinde; maksad ve gayesini dile getiren bir dilekçeyi mabeyne- bıraktıktan sonra, Fatih Maltada bulunan Şekerci Hanındaki odasının kapısına astığı garip levha ve ilim âlemini lerzeye getiren acib ilan üzerine; vicdansız birkaç doktor ayarlanarak alınan rapor üzerine vaki olmuştur.
6- Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan Abdülhamid’in ve paşalarının icraatları hakkında ve müsbete çağıran ve menfi olarak ne demiş, ne yazmış, ne konuşmuşsa, bila-istisna hepsi ve tamamı mahfuzdur, yazılıdır, kitaplaştırılmıştır. Dolayısıyla onun bu merhaledeki hayatı şunun bunun hurafeli, efsaneli, uydurmasyon lakırdılarına ihtiyacı kalmamıştır. Ayan beyandır.
7- Bediüzzaman Hazretleri II. Meşrutiyet dönemi ve 1.Cihan Harbine ve sonrasına kadar hayatında yazdığı ve söylediği hiçbir yazı ve sözlerinden pişman olmuş değildir. Çünkü adı geçen o makale ve kitaplarını 1950’den sonra da yeniden ele almış, neşrettirmiştir. Zira onların tamamı tarihi gerçeklerdir. O günlerin cereyan eden olaylarının en berrak aynaları ve müstakim kıstaslarıdır.
8- K.Mısıroğlunun, ilimden, tarihten yoksun te’ville-riyle ve aşağılayıcı fasid yorumlarıyla ileri sürdüğü gibi; Sultan M.Reşad tarafından Van’da kurulması düşünülen Medrset-üz Zehra Üniversitesinin inşaasına tahsis edilen 19 bin altından bin altını resmî devlet tahsisi olduğu için, Bediüzzamanın cebine değil, Van Valiliğinin emrine verilmiştir. Ve bu bin altınla Van Artemit mevkiinde kurulmasına karar verilmiş olan Medreset-üz Zehra Üniversitesinin temeline harcanmıştır.
9- Bediüzzaman Hazretleri Van Valiliğine tevdi’ edilen bin altın lira paradan tek bir kuruşunu dahi şahsına sarf etmemiştir. Mısıroğlu o iftiralı, yakışıksız isnadı, ne için Bediüzzamana izafe ettiği bilinememektedir.
10- Bediüzzaman Hazretleri sekerat halinde iken Urfa’ya doğru yaptığı vefat rıhleti seferinde hiçbir yere uğrayıp durmadan 25 saat süren Isparta–Urfa yolculuğu şöyle cereyan etmiş ve gerçekleşmiştir:
18 Mart 1960 Cuma günü Ramazan-ı şerifin’de 20. gününde Isparta’dan Emirdağ’ına gitmiştir. Burada Hazret-i Üstad çok hasta, o akşam orada kalıyor, sabahleyin Emirdağlı talebeleriyle vedalaşıyor (19.Mart 1960 cumartesi) ve Isparta’ya hareket ediyor. O akşam Ramazanın 21. gecesi, Isparta’da geçireceği son gecesi. O gece defalarca: “Hazırlanın yarın Urfa’ya gideceğiz” diyor. Sabahleyin (20 Mart 1960 Pazar günü) sabah 09’da Isparta’dan, Urfa’ya hareket ediliyor. Hiçbir yerde durmaksızın 21 Mart 1960 pazartesi günü saat 10.00 da (Ramazan-ı Şerifin 23. günü) Urfa’ya ulaşılıyor. Buna göre, Ankara’ya uğradı, Sultan Abdülhamid’in kız torunundan dedesi namına helallık diledi gibi bir hareketin aslı-faslı olmadığı ortada.
Şu on adet maddeli fezlekelerin ispatları yazımızın içinde gelecektir inşallah.
İŞTE KADİR MISIROĞLUNUN EĞRİ TERAZİSİ([97])
1- Kadir Mısıroğlu -bilindiği üzere- yazdığı kitapların da bir Osmanlı milliyetçisi, özellikle merhum Sultan Hamidci gözükmektedir. Onun bu vasıf ve hali bir noktadan takdire şayandır. “Bir mazlum Padişah Sultan II. Abdülhamid” isimli bir kitabı çıkmış. Bu kitap tahmin ediyorum Sultan Abdülhamid Hazretlerinin şahsiyet ve icraatının haklılığını anlatmaktadır. Kitabın mantık, sağlam sened ve dürüst bilgilerin terazi ve süzgecinden geçirilip geçirilmediğini ben şahsen bakmadığım için bilmiyorum. Fakat bu kitabın baş taraflarında 22 ve 23. sayfalarının haşiyelerinde dercedilmiş olan son derece fahiş hatalı ve gerçekle asla alâkası olmayan -iki şahıstan aktarıldığını söylediği- iki yalanlı rivayet var. Bu iki yalan rivayet Bediüzzaman Hazretlerinin şahsiyet ve fikriyatıyla alâkadar olup aşağılayıcı niteliktedir.
Biz bu rivayet ve rivayetçilerin tahliline geçmeden evvel, şu gerçeği yada getirmek isteriz ki; Merhum Sultan II. Abdülhamid Han Hazretleri Osmanlı ülkesinin şefkatli ve dindar padişahı olduğu gibi; İslam âleminin de dini halifesi ve bayrağı idi. İslam âlemi Osmanlı padişahlarına hep bu nazarla bakmışlardır. Lakin bununla beraber, Sultan Abdülhamid ve icraat kabinesi 12 paşaların hiçbir hataları, siyasî ve idarî hiçbir yanlışları yoktu, tamamen masum ve bigünah idiler denilmez ve denilmemelidir. Eğer kendisinin ve icraatcı paşalarının mutlak masumiyetleri iddia ve müdafaa edilirse, bir kuru taassuptan başka olmaz. Tarihin müspet ve menfiliklerini birlikte nazara alan ve mütalaa edenler bilirler ki; Merhum Sultan Abdülhamidin son 10 yılı icraatında vukua gelmiş hadiseler ve ekserisi mason olan paşalarının elleriyle işlenen cinayetler ve birçok fikir ve düşünce adamlarının onların elleriyle menfalara sürülmeleri ve bir kısmı da Avrupa ve diğer memleketlere firar edip kaçmaları olmuştur. İşte bu gibi icraata karşı çıkıp itiraz edenlerin tümünün haksız ve hiçten bir itiraz değildi herhalde.
Evet, Merhum -cennet mekân- Sultan Abdülhamid Han Hazretleri, mübarek şahsiyeti itibariyle şefkatli, merhametli ve hayırhah bir padişah idi. Lakin Hazret-i Osman bin Affan (R.A.) ki halife-i Resulullah idi. Ama icraatında ve siyasî işlerinde Mervan bin el Hakem gibi kimselere iş ve vazife verdiği için, bazı yanlışlıkları meydana geldiği gibi, Sultan Abdülhamidin de icraat kabinesi 12 paşalarının elleriyle bazı hatalar meydana geldi. Neticede Sultan Abdülhamid Han da II. Meşrutiyeti uygun buldu ve kabul etti. İsteseydi kabul etmeyebilirdi. Yani karşı koyarak elindeki kuvvetle muhaliflerini kanlı bir şekilde bastırabilirdi. Fakat o şefkatli padişah onu yapmadı. Kan dökülmeden kabul etti. Buna göre, II. Meşrutiyetin ilanından evvel, hürriyet ve meşrutiyeti isteme yolunda Sultan Hamidin icraatını eleştirenlerin çoğu taşrada idiler. Bu eleştiricilerin içinde pek mühim şahsiyetler ve büyük fikir adamları da bulunuyordu. Ama İstanbul’da ve Anadolu’da, aleyhte konferans ve miting gibi şeylerin yapılması kesinlikle mümkün değildi. Konferanslar, mitingler ve gazete yazıları ancak 24 Temmuz 1908 de II. Meşrutiyetin ilanından sonra içerde de baş gösterdi. Her ne ise…
MEVZUYA GİRİYORUZ
Kadir Mısıroğlu, adı geçen kitabında bu iki şahsın -ki, bu şahıslar hayatta değiller ve bu sözde ve delilsiz nakil ve rivayetlerini- hiçbir yerde kaydetmemişler ve anlatmamışlardır. İşte Mısıroğlu güya bunları esas alarak; Bediüzzamanın Meşrutiyet dönemindeki hayatıyla ilgili pek çok şahsiyetlerin ifadelerini ve o günlerde kaydedilmiş yazılı belge ve beyanlarını bir çırpıda hiçe saymak girişiminde bulunarak, aslı-faslı olmayan bir şeyler karalamıştır. Bu makamda bir hadis-i şerif hatırıma geldi mealen; “Kişinin günaha girmesine yol açmasına her işittiğini alıp nakletmesi ona yeterlidir.”
Mısıroğlunun yazdıklarını dayandırdığı kişilerden birisi Prof. Dr. Osman Turan; ikincisi Celaleddin Ökten hocadır. Bu iki şahsın ki, (eğer gerçekten anlatmışlarsa) Mısıroğluna anlattıklarının aslı-faslı olmadığını belgelerle ispatını yapacağım.
Önce Celalettin Ökten:
K. Mısıroğlunun, bu zattan bizzat dinledim diye kaydettiği ve kendisinden başka şahidi olmayan ifadesinin özeti iki-üç bölümlüdür.
Birinci Bölümü: “II. Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said Nursî merhum, o zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II. Abdülhamidin hakkında ileri geri sözler söylemiş. Güya demiş ki: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım…” demiş.
İkinci Bölümü: “Bediüzzamanın -sözde ve Mısıroğlunun batıl yorumlarına göre- bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş.”
Üçüncü Bölümü: Yine fasid yorumlarına göre: “Bundan sonra Mabeyne gelmiş, Padişahla görüşmek istemişse de, belindeki hançerini -ısrarlara rağmen- çıkarmadığı için görüşme vaki’ olamamıştır.”
Celalettin Ökten Hocadan sözde nakledilen rivayetin diğer bölümlerine sonra bakmak üzere, şimdi buradaki şu rivayetin kesinlikle uydurmasyon olduğunu hem Bediüzzamanın ifadeleriyle, hem de hadisenin içinde bulunarak yaşamış zatların beyanlarıyla ispatlıdır. Amma önce, Mısıroğlunun sağlam sened dediği Celalettin Ökten isimli zat, muhterem bir zât olup İmam Hatiplerin okullarının yaygınlaşmasına emeği geçenlerdendir. Kendisi 1961 yılında vefat etmiştir. Yani elli sene önce vefat etmiş. Bizim kısa bir araştırma sonucu elde ettiğimiz bilgiye göre, gerek en yakın aile çevresinden ve gerek manevi olarak kendisini en yakın tanıyanlardan hiçbir kimse, böyle bir söz duymamışlar ve nakletmemişlerdir.
Prof. Dr. Osman Turan ise, Sultan Abdülhamidin kız torunuyla evli olduğu için, Sultan Hamidcilik namına bir şeyler dese de mazurdur.
Geliyoruz ispatlı cevaba:
1- “Meşrutiyetin arefesinde İstanbul’a gelen Said-i Nursi” diye söylenmiş?..
Bir şeyin arefesi -malum olduğu üzere- hemen az evvelisi demektir. Oysaki Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a meşrutiyetten 6–7 ay önce gelmiştir ki Medreset-üz Zehra üniversitesini kurmak gaye ve niyetiyle doğrudan padişah II. Abdülhamidle görüşerek, bu muazzam mesele hususundaki niyetini arz etsin. Tâ ki, padişah bu hususta mutasavver üniversitenin kıymet ve yararlığını dinlesinde, onun maddi finansmanını taahhüt eylesin. İşte bu niyetle Bediüzzaman Hazretleri memleketten İstanbul seferine çıkmadan evvel, eski Van valisi, o günün Bitlis valisi olan İşkodralı Tahir Paşanın tavsiyelerini de almak üzere yanına uğramış. Paşa da Sultana hitaben Bediüzzamanın yüksek meziyetlerini anlatan bir mektup yazarak, Bediüzzamana vermiştir. Mektup 3 Teşrin-i Sani 1323 tarihlidir.([98]) Bu tarih, miladi karşılığı 16 Kasım 1907’ dir. Aynı tarihte yola çıkmışsa, herhalde, en erken Aralık ayı başında İstanbul’a ulaşmış olmalıdır. Demek ki o, meşrutiyetten 7,5 ay evvel gelmiş demektir. Yani meşrutiyetin arefesi diye bir şey söz konusu değildir.
2- “…O zaman Dar-ül Fünuna tahsis edilmiş olan Zeynep Kamil Konağında bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II.Hamid hakkında ileri-geri sözler söylemiş: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım” demiş.”
Bu ifadeler, serapa hayal mahsulü uydurmasyon şeylerdir. Çünkü evvela II. Meşrutiyetin ilanından evvel konferans, miting ve gazetede aleyhte yazı yazmak -taşralarda ve Avrupada mümkün iken-İstanbul’da kesinlikle imkân dışı idi. Bu yüzden Bediüzzamanın gaye ve hedefi haricinde olan öylesi bir konferansa, İstanbul’a gelir gelmez girişmesi asla ne vaki olmuş ne de imkân elvermiştir.
Evet, bütün tarihi bilgiler ve belgeler diyorlar ki: Bediüzzaman Hazretleri İstanbul’a gelir, gelmez iki ay müddetle Sultan Abdülhamidin paşalarından şuray-ı devlet üyesi doğu kökenli Ahmet Muhtar Paşanın evinde kalmıştır. Bu müddet zarfında gaye ve hedefi olan Sultan Abdülhamidle görüşerek İstanbul’a geliş gayesini ona arzetmek ve böylece hedefine ulaşmak çabası içinde olmuştur. Fakat ne yaptıysa, padişahın etrafını sarmış olan mabeyndeki paşaların engelini aşamadı. Paşalar -o gün ki deyimle hamal kıyafetli- haddini aşan birisinin öylesi büyük işlerle meşgul olmasını uzak gördüler. Bediüzzamanla bu mabeyin paşaların arasında şiddetli münakaşalar oldu. Bir kaç gün sonrada, Şişli’de Vanlı zengin bir adamın evinde aynı paşalarla aynı mevzu’ ile alakalı ikinci bir münakaşa oldu. Fakat netice değişmedi. Ve artık Padişahla görüşme ümidi kesildi.
Bunun üzerine Bediüzzaman İstanbul’a geliş gayesini dile getiren bir dilekçeyi Padişaha arz edilmek üzere yazdırıp Mabeyn-i Hümayuna tevdi’ eyledi. Bu dilekçenin metni bilahere bazı gazetelerde yayınladığı gibi, Asar-ı Bediiye kitabı sh.464 ‘te de kayıtlıdır.
İşte yazdığımız bütün bu tarihi bilgiler hem Bediüzzamanın kendi ifadeleriyle hem diğer tarihçilerin beyanlarıyla sabittir. İsterseniz buyurun Latince baskılı Asar-ı Bediiyedeki Üstadın ifadeleri için bakınız: 402.431.464.486 Ve Mufassal Tarihçe-i Hayatta Üstadın ifadesi; 1. cilt, sh.179
Diğer bilgiler için, Mufassal Tarihçe-i Hayat A.Kadir Badıllı 2. Baskı; 1. cilt, sh 170,171,172,177,178,180 ve dahası..
Ve yine Celalettin Öktene isnad ettiği -sözde- rivayetini bir nass kabul edip şahsi kin ve garazıyla yoğurarak nakleden K.Mısıroğlu adındaki şahıs adı geçen uydurmasyon naklin üçüncü bölümünü şöyle kaydetmiş:
3- “…Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, Çıksın oradan. Orayı ben mektep yapacağım.. Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevkedilmiş…”
Cevap: Bediüzzaman Hazretlerinin üslüp ve tarzıyla uzaktan yakından alâkası görülmeyen bu batıl ve şahsi kinlerle alude lakırdıların hakikat zemininde hiçbir değeri ve gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı az üstte ispatı yapılmış olmasıyla beraber, tımarhaneye gönderilmesinin şekil ve sebepleri üzerinde az duralım.
Ama önce, Bediüzzaman Hazretlerinin merhum Sultan II.Hamidin hakkında, hele onun zat-ı şahsiyeti hakkında hiçbir zaman ne ileri, ne de geri konuşmuştur. Hele II. Meşrutiyetin ilanından önce hiçbir şey konuşmamıştır. Bediüzzamanın bütün nutukları, konferansları ve makaleleri ancak II. Meşrutiyetin ilanından sonra olmuştur. Ve bütün bunlar tarihli, rakamlıdır. Ve hepsi de zabtetdilmiş, kaydedilmişlerdir. 7 adet konferanslardaki nutukları ve 21 adet yazı ve makaleleri Asar-ı Bediiye kitabında neşredilmiştir. Bu nutuk ve makalelerin ve Divan-ı Harb-i Örfi ve Said-i Kürdî eserinin hiç birisinde merhum Sultan II. Abdülhamid Hanın zat-ı şahsiyetine karşı (diğer bazı zatların hücumları tarzında) hakaret içeren hiçbir nokta yoktur. Ama nasihatları vardır, irşadkâr çıkış yolları göstermeleri vardır. Öbür yanda mabeyn paşalarının elleriyle yapılmış olan hatalı, eğri icraatlarını tenkit etme de vardır. Hz. Üstad az üstte nitelik ve sayılarını verdiğimiz mezkür nutuk ve makalelerinde hiçbir tanesi için pişmanlık duyma diye bir şey söz konusu değildir ve öyle bir şey olmamıştır. Çünkü bunların tamamını 1950 den sonra, ufak- tefek bazı rötüşlerle yeniden neşrettirmişlerdir.
Buna göre, Bediüzzamanın müsbet-menfi bütün dedikleri mezkür nutuk ve makalelerin içindedir. Bunların dışında olan –kimden olursa olsun– aykırı nakil ve rivayetler laf u güzaftan ibaret olup hiçbir değer taşımamaktadır ve itibarsızdırlar.
İşte haricî laf u güzafların aykırı çirkin örneğini gözler önüne sermek üzere, rivayeti ele alıyoruz.. Bakınız, rivayet diyor ki: -sözde- Bediüzzaman demiş: “…Sultan tek başına bir sarayı işğal ediyor. Çıksın oradan .Orayı ben mektep yapacağım…” Acaba Hz. Bediüzzaman bunu böyle mi demiş? Aslı nasıldır.?. Ne zaman demiştir?..
Hemen kaydedelim ki, Hz. Üstadın padişaha karşı gazetede yayınlanan nasihati, II. Meşrutiyetin ilanından epey zaman sonra, padişah henüz tahtından inmemişken, 23 Mart 1909’da gazetelerde yayınlanan “Dağ meyvesi acı da olsa deva’dır” makalesinin “Hilafete dair bir rü’yadır” bölümünde yer almıştır. Ve asıl metni de şöyledir:
“Alem-ı menamda padişahı gördüm. Dedim: “Zekat-ül ömrü Ömer-i sani([99]) mesleğinde sarfet! Tâ ki meşrutiyet riyasetine lazım ve biatın manası olan teveccüh-ü umumiyeyi kazanasın.
Padişah dedi: Ben onun yolunda gideyim, sizde ol zaman ehlini taklid edebiliyor musunuz?.. Birde sizde onlardaki kuvvet-i İslamiyet ve safvet ve ahlak!..
Ben dedim: Bizdeki tenbih-i efkar-ı umumi ve tekmil-i mebadi ve vesait ve ihata-i medeniyet, o noktaların yerini tutmakla ; hem o noktaları istihsal, hem de netice-i matlup olan terakkiyi intaç ede biliyoruz. Düvel-i ecnebiyenin adaleti bunu ispat eder.
O dedi nasıl yapacağım?…
Dedim: İstibdad kalb-i memalik olan İstanbul’da kan bırakmadığından hüsn-ü niyeti göster.. Pür-şefkat ile meşrutiyeti kansız kabul ettiğin gibi, menfur olmuş yıldızı mahbub-u kulub etmek için, eski zebaniler yerine (Padişah adına zulüm ve istaibdad yapan yıldızdaki paşalar muraddır. -A. Kadir Badıllı-) melaike-i rahmet gibi muhakkikin-i ulemayı doldurmak ve yıldızı Dar-ül fünun gibi yapmak ve ulum-u islamiyeyi ihya etmek ve meşihat-ı islamiyeyi ve hilafeti mevki-i hakikisine isad etmekle, yıldızı Süreyya kadar i’la et ! Ta ki hanedan-ı Osmanî ol burc-u hilafette pertav- nisar-ı adalet olabilsin… Mademki imamsın …] (Mufassal Tarihçe 1, cilt sh. 218)
İşte Bediüzzamanın dedikleri bunlar. Asıl metni de bu…
Bediüzzaman Hazretleri, merhum Sultan Abdülhamidin bir kısım paşaları eliyle icra edilen istibdadı şiddetle tenkit ettiği gibi, Onun padişahlık ve halifeliğinin korunması, devamı için elinden ne gelmiş, dili ne kadar dönmüşse söylemiştir. İşte örnekleri:
1. Örnek: 24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde İstanbul’da tertiplenen nümayiş mitinginde nutuk şeklinde okuduğu ve bir hafta sonra da Selanik’te aynısı irad edilen “Hürriyete Hitap” nutkunda, zulüm ve istibdadı tenkid, hürriyet ve meşrutiyeti istihsan edici beyanlarından sonra, aynı hitabenin sonunda: “Yaşasın yaraları tedavi etmek fikrinde olan Halife-i peygamber!…” diyerek Sultan Abdülhamidi tezkiye ve vikaye eyler. (Bu nutuk bilahere Misbah gazetesi 19 Eylül 1324 ve 26 Eylül 1324 de (Yani Ekim 1908 de) neşredildi. İki sene sonra da, kütüphane-i içtihad sahibi Ahmed Ramiz tarafından bu nutukla beraber Üstadın sair nutukları bir kitap şeklinde ve “Nutuk” ismi altında yayınlandı. Yoksa Mısıroğlunun dediği gibi, aynı günlerde bastırılıp halka dağıtılmış değildir.
2. Örnek: Adı geçen nutuklardan altıncısında: “Mahasıl efendimiz (Yani Padişah Abdülhamid Han) o kadar haşmetli ağalık kürkünü milletine bağışladı. Siz de (Yani doğudaki aşiret ağaları) o eski ve köhnelenmiş ağalık abasını bir hulle-i adalete tebdil ediniz!” demek suretiyle, Sultan Abdülhamidin büyük meziyetini dile getirmiştir.
3. Örnek: 31 Mart hadisesinden sonra, İstanbulda üç noktada kurulan Divan-ı Harb-i Örfi Mahkemelerinin bir nolusunda, Bediüzzamanın merdane müdafaalarının cinayetler bölümünün “yarı cinayet” diye nitelendirdiği kısımda şöyle demektedir. “… Daire-i İslamın merkezi ve rabıtası olan nokta-i hilafeti elinden kaçırmamak fikriyle ve sultan-ı sabık([100]) kabul-u nasihata istihkak kesbetmiş zannıyla; ve “aslah tarik musalahadır” mülahazasıyla; şimdiki en çok ağraz ve infialata mebde’ ve tohum olan suret-ı garazı daha ahsen suretle düşündüğümden, sultan-ı sabıka ceride lisanıyla söyledim ki: “Münhasıf yıldızı Dar-ül fünun et, tâ Süreyya kadar i’la olsun.. Ve oraya seyyahlar ve eski zebaniler yerine, melaike-i rahmet yerleştir, tâ cennet gibi olsun.. Ve yıldızdaki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti için millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et!.. Zira senin idarene millet mütekeffildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lazım.Dünya seni terk etmeden sen dünyayı terk et. Zekat-ül ömrü, Ömer-i Sani yolunda sarfeyle!..
…Ben ki bir gedayım padişaha nasihat ettim. Demek yarı cinayet ettim.” (Asar-ı Bediiye sh. 415)
İşte şeksiz belgelerle görüldüğü üzere, Bediüzzzaman Hazretlerinin asıl metin ifadelerinde merhum Sultan Abdülhamid Han hakkında, (uydurmasyon rivayetin ve onun nakilinin iddiaları gibi) hiç bir şahsi hakaret ve aşağılama yoktur. Bilakis onun halifelik ünvanını mukaddes sayarak hıfz ve devamını istemiştir. Nitekim Üstadın Divan-ı Harb-i Örfi müdafaatının bir başka bölümünde 31 Mart olayının çıkmasının sebeplerinden birisinin: “Sultan-ı mazlumu sükut-u müsammemden kurtarmaktı.” Yani: Padişah Abdülhamidi sağırca susturmaktan kurtarmaktı. (Asar-ı Bediiye sh.418)
Aynı müdafaatının başka bir yerinde : “…İstibdatlar sultan-ı mahlu’a isnad edildiği halde, onun zaptiye nazırı ile bana verdiği maaş ve ihsan denilen rüşvet ve hakk-ı sükutu kabul etmedim. Aklım feda ettim, hürriyetimi terk etmedim. O şefkatli sultana boyun eğmedim …” (Asar-ı Bediiye sh.414)
İşte bu yazılı metinlerdeki ifade ve beyanların ışığında ve Bediüzzamanın kardeşi Molla Abdülmecidin kendi eliyle hatıra defterinde yazdığına ve yeğeni Abdurrahmanın yazdığı tarihçeye istinaden, katiyetle hükümederiz ki; meşrutiyetten evvel ve sonraki 1. Devre İstanbul hayat merhalesi şöyle cereyan etmiştir: ( çok kısaca)
1907 Aralık başlarında, Van’da kurmak istediği Medreset-üz Zehra Üniversitesini kurma ve te’sis masraflarını ve maddi finansmanını Padişahtan talep etme tasavvuruyla İstanbul’a geldi. Her şeyden evvel Padişahla görüşme yollarını aradı. 2.5 ay kadar onunla meşgul oldu. Ne ettiyse mabeyndeki bazı mason paşaların engelini aşamadı. Nihayet, İstanbul’a geliş sebeplerini ve gayesinin mahiyet ve hedefini anlatan bir dilekçe yazdırarak mabeyne bıraktı. Sonra, Fatih semtinde bulunan Şekerci Hanında bir oda bularak, odanın kapısına son derece acaib ve garip olan şöyle bir levha astı: “Burada her suale cevap verilir, her müşkil hallaedilir. Ama hiç kimseye sual sorulmaz.” Bu fevkalade acib ve garip ilan üzerine iki ayda mütemadiyen her sınıf ilim erbabından grup-grup insanlar geldiler, sualler tevcih eylediler. Herkesin suallerinin tam ve doğru olarak verilip, memnun ve mutmain ayrılıyorlardı. Tabii haliyle, bu hadise yıldırım hızıyla İstanbul’a yayıldı. Bu vaziyet hiç şüphesiz ki Bediüzzamanı kale almıyan mabeyn paşalarına büyük tedirginlik verdi.. Bediüzzamandan kurtulmak yollarını aradılar. Sonunda, böyle her şeyi bilen bir kişi deli olmalıdır diyerek, Ermeni ve Rum ağırlıklı birkaç doktordan sahte bir rapor hazırlatılmasını sağladılar. O rapora dayanarak Bediüzzamanı Toptaşı Akıl Hastanesine sevk ettiler. Ama “yalancının, sahtekarın mumu yatsıya kadar yanar” darb-ı meseli tarzında, oyunları tutmadı, Yalan ve sahtekarlıkları meydana çıktı.. Çünkü birkaç gün sonra hastanenin Baştabibi bizzat Bediüzzamanı konuşturarak muayene etti. Ve sonunda şöyle bir rapor yazıp mabeyin paşalarına gönderdi. Dedi ki: “Eğer Bediüzzamanda zerre kadar cünunluk varsa, dünyada hiçbir akıllı insan yoktur.”
Baştabibin bu raporu üzerine mabeyine telaşa düştü. Hemen çar-çabuk Bediüzzazmanı oradan alıp, getirip nezarethaneye koydular. Burada Hazret-i Üstadın ne kadar kaldığı kesin olarak belli olmamakla beraber, bir ay kadar kaldığı tahmin edilmektedir. Nezarethanede iken, Zaptiye Nazırı Şefik Paşayı Üstada gönderdiler.
Şefik Paşa: “Padişah sana selam söylemiş. Şu 30 altunu ihsan-ı şahane olarak, her ayda da 10 altun maaş bağlamış. İleride bu maaşı yirmi-otuz altun yapacakmış” şeklinde Bediüzzamana teklif getirmiş.
Bediüzzaman ise: “Ben maaş dilencisi değilim. 1000 lira da olsa kabul edemem” diyerek teklifi red etmiştir.
Hz. Üstadın gerek tımarhane Baştabibiyle yaptığı muhaverenin, gerekse nezarethanede iken, yanına gelen şefik paşa ile karşılıklı konuşmalarının onun kendi ifadesi ile olan uzun metinleri, “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi” eserinde o zamanlar yayınlanmış olduğu gibi, şimdi ise, Latince baskılı Asar-i Bediiye kitabı 426-432 sahifelerinde mevcuttur.
Demek ki; Mısıroğlunun iddialarında: “Sultan tek başına koca bir sarayı işgal ediyor, çıksın oradan, orayı ben mektep yapacağım.” Bu ve benzeri sözleri yüzünden tımarhaneye sevk edilmiş…” ve yine iddiacının zımnen buğuzlu yorumuna göre: “Tımarhaneden çıktıktan sonra gelmiş, padişahla görüşmek istemiş.. fakat belindeki hançerini çıkarmaktan vazgeçmediği için, bu görüşme gerçekleşememiştir.” İlh… gibi, miş, muşların kaç paralık değerde olduğu herhalde anlaşılmıştır.
Evet, Bediüzzaman Hazretlerinin o günleri, Tımarhane, nezarethane derken, İkinci Meşrutiyet ilanı gelip çatmış, Bediüzzamanda artık serbest… Hazret-i Üstadın, meşrutiyet ilanından sonraki hayatı, ileride burada yazılmayan uydurmasyon iddiaların cevabında gerekirse yazılacaktır. Aslında Müfassal Tarihçe-i Hayat eserimizde, onun bu döneme ait hayatı tafsilen ve belgelerle yazılmıştır, görülebilir.
Bu şahsın şu gelen saygısız, anlayışsız, bilgisiz ve terbiye dışı, ama iftiralı ve kazf-ı muhsanatlı sözlerini de kaydedip bir-iki cümle ile cevabını yazdıktan sonra, Celaleddin Ökten’e isnad edilen iddialarının son bölümüne geleceğiz.
İşte bakınız, bütün tarihçiler, o günlerde Bediüzzamanı yakından tanıyan ve gören insanlar, onun küçük kardeşi Molla Abdülmecid Efendi ve onun o devreye ait hayatını yazan yeğeni Abdurrahman-ı Nursi, Eşref Edip Fergan gibi zatların müttefikan, Tımarhane baştabibinin yazdığı raporunun sureti hakkında, az üstte kaydettiğimiz gibi veriyorlar. Kadir Mısıroğlunun kaydettikleri ise; “Doktorlar, aklında bir noksan olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü sebebiyle yakışıksız sözler sarf ettiğini söyleyerek onu serbest bırakmışlardır” şeklindedir. Biz şu uydurmacalı te’viller düzen, sinsi düşmanlık güden bu şahıslara ne diyelim?.. Onların ayarına inip, sokak insanları tarzında hakaretamiz sözlerle mi mukabele edelim?.. bilemiyorum.
Ama şunu söylemek durumundayız ki; zahiren dost, zımnen adavet saklıyan bu adamların gayesi, Sultan Abdülhamidi tezkiye ve sena etmek değil, Bediüzzaman gibi bir allame-i cihanı bir maneviyat sultanını bir müçtehid-i azamı aşağılamak, nazardan düşürmektir. Fakat acaba bunlardaki bu sinsi his, nereden kaynaklanıyor? Bediüzzaman Hazretlerinin bir zamanlar taşıdığı “Kürdî” ünvanından mı?.. Evet buna bir derece işaret eden bir hadise var, ama şimdi söylemiyeceğim.
Necip Fazıl Kısakürek merhum bir zamanlar “Büyük Doğu”sunda Hz. Üstadın hayatını tefrika ediyordu. Sonra bunu kitaplaştırdı. 31 Mart Divan-ı Harb-i Örfi mahkemesinden beraat aldığı kısmına geldiğinde; bütün tarihçilere ve Hz.Üsatadın bizzat kendi ifadesine ki: “Mahkemeden berat edip çıktığında, mahkeme hey’etine teşekkür etmiyerek, İstanbul Üniversitesinden Sultan Ahmede kadar bağıra bağıra “ zalimler için yaşasın Cehennem!” dedi kaydı yerine, Necip Fazıl bunu kasden “Sultan Ahmede kadar kendi kendine mırıldandı” tarzında vermişti. Necib Fazıl merhum kendi şeyhinin taht-ı tesirinde idi. Onun şeyhi bir zamanlar Bediüzzamana itirazları olmuştu çünki… Necip Fazılın böyle küçümseyici davranışları ara sıra devam etmişti. Şimdilik hele bu kadar yeter…
Gelelim K.Mısıroğlunun son ve dördüncü bölüm iddiasına. Yine merhum Ökten Hoca’ya isnaden demiş ki:
“Daha sonra Sultan Reşatla görüşen Said-i Nursi, ondan (Sultan Reşattan) Van’da te’sis etmek istediği medrese için yardım almış ve hayatının sonuna kadar bu para ile yaşamıştır. Vefatında, bu altınlardan arta kalanlar, benim Eskişehir Askeri ceza evinden hapishane arkadaşım olan Hüsrev Altınbaşakta kalmış. O da bunları bozdurarak bu günkü “Hayrat vakfı”nı kurmuştur.”
Tahmin ediyorum, bu fasid iftiralı yorum, tek başına Mısıroğluna aittir. Hakikaten bu çok kabih, fevkalade çirkin iftiralı yorumu yapan şahıs cehennemi boylaması lazım.
Evet, o Hazret-i Bediüzzaman ki hayatında hiçbir sadakayı, hiçbir hediyeyi ve mukabelesiz hiçbir ihsanı kabul edip almamış. Hatta amcasının çorbasını bile içmemiş iken; Medreset-üz Zehra Üniversitesi için Sultan Muhammed Reşadın resmi devlet tahsisi olarak 19000 altun lirayı –ki bu para Kosova’da kurulması mutasavver bir üniversitenin tesisi için tahsis edilmiş iken 1912 deki Balkan harbinde Kosova istila edilince- Van’da kurulması düşünülen resmi bir üniversiteye yönlendirmişti. 1913 yazında bu paradan 1000 altun o üniversitenin temellerinin atılması masrafları için Van Valiliğinin emrine verilmişti.
İşte bu uygulama resmi bir muamele olduğundan, dünyanın bildiği ve herkesin işittiği bu çok açık pek bedihi hadiseyi Mısıroğlu tecahül-ü arifaneden gelerek, çirkin iftirasına alet ittihaz etmiştir. Yani; Hazret-i Bediuzzaman gitsin, Medreset-üz Zehra Üniversitesi hususunda Sultan Reşadı ikna etsin, Sultan Reşad da cihan çapındaki büyük hizmeti takdirle karşılasın ve 19000 altını bütçeden ayırsın ve onun ilk ayağı olarak 1000 altınını Van valiliğine göndersin, sonra Bediüzzaman da gidip bu parayı alsın ve üzerine oturup hayatının sonuna kadar onunla geçinsin. Eliyazubillah!.. Düşman dahi bu iftirayı yapamaz.
Ey Mısıroğlu! Sen bu hususlarda ya tamamen cahil bihabersin, ya da sinsi bir kasıtla perde altında Bediuzzamanın aziz şahsiyetini, şerif zatını iftiralarla çürütmek istemektesin. Amma çok yanılıyorsun, güneşi balçıkla sıvayamazsın Bediuzzaman ve Nur mesleğinin hüşyar, ilimdar nöbetdarı çoktur. Bilesin ki sen kendi hezeyanlı iftiralarını kimseye yutturamazsın. Bunu böyle bil.
Geliniz hadisenin gerçek aslının cereyan şeklini bizzat Bediuzzamanın ifadelerinden dinleyelim: Arabi Hutbe-i Şamiyenin zeyli olan “Teşhis-ül İllet” isimli eserin başında şöyle kaydetmektedir:
“Hürriyetin başında Sultan Reşad’ın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Vilayat-i Şarkiye namına bende refakat ettim. Şimendiferimizde iki mektepli mütefennin arkadaşla bir muhasebe oldu. Benden sual ettiler ki: “Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lazım?”
Hz.Üstad trendeki o iki muallim ile yaptığı karşılıklı konuşmayı bilahere kaleme almış ve bir risale yaparak, “Teşhis-ül İllet” ismiyle o günlerde hem Arapça hem Türkçesi ile bastırmıştır. Bu mühim risale Hutbe-i Şamiye eseri arkasında yayınlandığı gibi, Türkçe ve Arapçası Osmanlıca Asar-ı Bediiye kitabında da yer almaktadır.
Şimdi asıl mevzumuzu anlatan ifadesine geçiyoruz. Ama önce hadisenin geliş seyrini kaydedelim, şöyleki; 28 Nisan 1911’de Şam’da Emeviye camiinde irad eylediği Hutbeden sonra (Hutbe-i Şamiye) Şam’dan İstanbul’a dönmüş ve Sultan Reşadın tahta oturuşunun 2. yılı dönümü münesabetiyle yapılan merasime Bediuzzaman da katılmıştır. Daha sonra Sultan Reşadın Rumeliye yaptığı seyahate Bediuzzamanı da yanına almıştır. Bu seyahat 6 Haziran 1911’de Barbaros zırhlı gemisiyle İstanbul’dan Selanik’e kadar gittikten, sonra trenle Kosova’ya doğru devam edilmiş ve 11 Haziranda Kosova’nın vilayet merkezi olan Üskübe ulaşılmıştır… Şimdi asıl mevzu olan hususa geçiyoruz:
Hz. Üstad bilahere bu meseleyi (Medreset-üz Zehra meselesini) DP. hükümetinede anlatmak ve onları bu çok büyük hizmete sevk ve teşvik etmek üzere 20 Ağustos 1951’de DP. Bakanlar Kuruluna ve hususiyle Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleriye yazdığı şu mektubu yazdırmıştır:
“Heyeti Vekileye ve Tevfik İleriye arz ediyoruz ki;
Şark Üniversitesi hakkında çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O da dedi ki: “Ben hasta olmasa idim, bende o mesele için vilayet-i şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh-u canımla Maarif Vekilini tebrik ediyorum.
Hem 55 seneden beri Medresetüz-Zehra Şark Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van’da, biri Diyarbekir’de, biri Bitlis’te üç tane, hiç olmazsa bir tane Van’da tesis etmek için Hürriyetten evvel İstanbul’a geldim. Hürriyet çıktı o mesele geri kaldı. Sonra ittihatçılar zamanında Sultan Reşadın Rumeliye seyahatı münasebetiyle Kosovaya gittim.
O vakit Kosavada büyük bir Darül –fününün tesisine teşebbüs edilmişti. Ben orada hem ittahatçılara ve hem Sultan Reşada dedim ki: “Şark böyle bir Darul-Fununa daha ziyade muhtaçtır. Alem-i İslamın merkezi hükmündedir…”
O vakit bana vaad ettiler. Sonra Balkan harbi çıktı. O medrese yeri istila edildi. Bende dedim ki: “Öyle ise, o yirmi bin altın lirayı Şark Darul Funununa veriniz. Kabul ettiler…bende Van’a gittim ve bin lira ile Van gölü kenarında Artemitte temelini attıktan sonra, harb-ı umumi çıktı, tekrar geri kaldı…”
Mektubun devamında; Rus esaretinden firar edip İstanbul’a döndüğünü İstanbul’da İngilizlerle ve menfi propagandalarıyla mücadelesinden sonra Ankara’dan defalarca çağırıldığını ve sonra Ankara’ya geldiğini ve tekrar milli mecliste Medreset-üz Zehra meselesini gündeme taşıdığını ve meclisçe kabul edilip 150000 banknot tahsisat ayrıldığını vs. dile getirilmektedir. Bu mektubun tamamını görmek isteyenler Mufassal Marihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı; 3.cilt sh.1992-1994’de baksınlar.
İşte ey Mısıroğlu! Hadisenin aslı ve mahiyeti budur, hakikati da bundan ibarettir. Eğer senin fasit zu’muna göre, Bediuzzaman Hazretleri dünya meftunu, para düşkünü olmuş olsaydı merhum Sultan Abdülhamid Hanın ihsan parasını ve maaşını kabul edip alırdı. Hem yine eğer öyle olsaydı M.Kemal’in 300 banknot maaş, mebusluk, köşk gibi cazip teklifleri kabul eder dururdu. Hz.Bediuzzaman, Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) varisidir ve onun sünnet-i saniyesi yolundadır; hiçbir zaman dünyaya ve paraya meyletmiş değildir… ve o yüzden dinini bazıları gibi dünyaya satmamıştır. Demek ki, sen ya cehlinden ya da sinsi garazından ona fahiş iftirada bulunuyorsun. Hz. Bediuzzaman Van Medrest-üz Zehrası için Sultan M. Reşaddan alınmış bin altın liradan tek kuruşunu dahi yememiştir. O bin altın liranın tamamını ve hepsini Van Valiliğinin nezareti altında Medreset-üz Zehranın temellerine harcanmıştır.
Eğer senin Eskişehir askeri ceza evindeki arkadaşım dediğin Hüsrev ağabeyde sana bunu öyle söylemişse-ama eğer söylemişse-kesinlikle oda hilaf söylemiştir.
Peki Hz. Üstadın vefatından sonra Hüsrev Ağabeye intikal eden bu paranın kaynağı nereden? derseniz, dinleyin anlatayım. Ama bu paranın mazisi ve meselesinin tam anlaşılması için Hz. Üstadın geçmiş hayatının bu tarafa doğru gelen seyrini tarih teleskopu ile temaşa etmek gerekmektedir.
Evet, Hz. Bediüzzaman babası ve ağabeysinden aldığı harçlıktan gayrı hiç kimseden sadaka, hediye, zekat ve ihsan almamıştır. Peki o halde nasıl yaşamıştır?!..
CEVAP: 5-6 senelik talebelik hayatında babasının ve ağabeysinin cebine koydukları küçük bazı harçlıklarla geçinmiştir. Sonra 1898 de Van Valisi ya da askerî paşası Hasan Paşanın davetiyle Van’a gitmiş. Ve hemen mahalli basit bir medrese açtırmış, daha sonra büyük bir medreseyi, Horhor Medresesini Van kalesi altında küşad eylemiştir. Evkaf dairesinden 5-10 talebenin tayinatını (geçim masraflarını) alarak Vanda 15 sene kadar tedrisatla meşgul olmuştur. Bu 15 sene içinde, iki defa İstanbul’a gidip ikişer sene kalmaları da dahildir. Van’da evkaftan aldığı paralardan arta kalanlarla bazı şahsi masraflarınıda yapmıştır.. zaten o küçüklüğünden beri elbise, yemek ve yatmak gibi şeyleri gayet basittir. İstanbul da gece kaldığı yerler ya bir cami hücresidir, ya da köhne ve ucuz bir han odasıdır.
Sonra 1. Cihan Harbinde(1914 Ekiminde)önce fırka müftüsü sıfatıyla; 1915 Nisanından sonra da, gönüllü milis alay komutanı olarak vazife almıştır. Ordunun bütçesinden az bir miktar maaş bağlandığı tahmin edilmektedir. 1916 Martında Ruslara esir düşünce, henüz Tifliste bekletilmekte iken, Talat paşanın direktifiyle Hilal-ı Ahmer cemiyeti reisi (Kızılay) Ömer Besim Paşa özel bir kurye ile kendisine 60 liray-ı Osmani mukabili olan 1254 mark ulaştırılmıştır. (Resmi belgeler için bkz.Mufassal tarihçe 2.baskı,1.cilt, sh: 410)
İki buçuk sene kadar esaret hayatından sonra, firar edip İstanbul’a geldiğinde, Harbiye Nazırı Enver Paşa hemen Bediuzzaman’ı Harbiye Nazeretine davet etmiş, lazım gelen her türlü hürmet izaz ve iltifatı yapmış, altın harp madalyasını hediye edip takmış ve çok ısrarlarla ordunun bütçesinden 150 altını ona kabul ettirmiştir. Arkasından Şeyhül-İslama bir tezkere yazarak, Bediuzzaman’ı ordunun bir delegesi olarak “Darül-Hikmetil-İslamiye” azalığına alınmasını talebetti. Şeyhül-İslam Musa Kazım Efendi de, hemen bir tezke-re ile padişah Muhammed Vahidüddine Bediüzzaman’ın atanması için müracaat eyledi. Padişah bunu hemen onayladı. Böylece 24 Ağustos 1334’de (yani1918) tarihinde 50 altın lira maaşla tayini gerçekleşmiştir. (bu resmi belgeler Mufassal Tarihçe-i hayat eserimiz 2.baskı 1.cilt sh.448-449 dadır)
Dar-ül Hikmet-il İslâmiyede iki buçuk sene kadar vazifesi devam etmiştir. Bu süre zarfında maaşından arttırdığı para ile küçüklü –büyüklü 20 kadar eserini bastırıp halka meccanen dağıtmıştır. Çünkü bu maaşı kendisine fazla görmüştür. Bastırdığı bu kitaplardan İşarat-ül İ’caz ile birisini daha para ile satarak, ilerde Hacca gitmek niyetiyle toplamıştır. Daha sonra Ankara’ya gelmesi ve uyuşamayıp Van’a gitmesi ve 1925’te alınıp sürgüne gönderilmesi… Tâ 1946’lara kadar çok aşırı bir iktisad ile hayatını sürdürmüştür 1946 ortalarında Nur Talebeleri teksir makineleri satın alarak, Risale-i Nur’un Asa-yı Musa, Zülfikar, Siracünnür vs. gibi mecmualarını teksir ederek istiyenlere para mukabilinde dağıttılar. Üstad Hazretleride yanında sakladığı ve onunla hayatını sürdürdüğü paradan arta kalan 90 banknotu teksir makinelerinin hizmetine iştirak niyetiyle talebelerine yollamıştır.
İşte bu tarihten itibaren satılan Nur risalelerinin iptidada beşte bir, sonralarında onda bir te’lif hakkı olarak Hz. Üstada verildi. Bu para ile Hz. Üstad geçim masraflarını yaptığı gibi, hayatını nur hizmetine vakfetmiş talebelerinin de tayinatlarını veriyordu. 1956 da Risale-i Nurların tamamı mahkemece berat kazanıp serbest olunca, latin harfleriyle matbaalarda resmen basılmaya başlandı. Nurların satışı da ona göre hızlandı ve arttı. O nisbettede te’lif hakkı olan onda bir gelir de artmış oldu. Lakin aynı parelelde Risale-i Nur hizmetine hayatını vakfeden genç Nur Talebelerinin sayısı da arttı. 1956-1960 beş senelik zamanda vakıf talebelere tayinat olarak verilen şu te’lif hakkı olan paradan arta kalanı oluyordu. Şu artan parayı Hz.Üstad Reşat altınına çeviriyor ve ileride mu’cizeli Kur’anın tab’ı için muhafaza ettiriyordu. Nihayet vefat rihleti için Urfa’ya geldiği zaman-bana ulaşan rivayete göre 366 Reşat altını da beraber getirmişti. Sevgili muazzez şehit Üstad, vefat edince beraberinde Isparta’dan gelmiş hizmetkar talebeleri, bir sepetin içinde saklı olan bu paraları -hizmet parası olduğu için- Tereke Hakimine göstermediler, sakladılar. Sair şahsî eşyasını ise Tereke Hakimi tespit edip, Konya’da yaşamakta olan küçük kardeşine teslimine diye karar verdi. Bunların nelerden ibaret olduğu listesi ve Tereke Hakiminin kararı Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 2.baskı, 3.cilt, sh.2154-2157 sahifelerindedir.
Adı geçen altınlar ise, Bediuzzaman’ın hizmetkar talebeleri, bu para hizmet parasıdır diye, götürüp Isparta’da Hüsrev Altınbaşak Ağabeye teslim ettiler.
İşte ey Mısıroğlu! Recmen bilgayb ve ceffel-kalem sarf ettiğin lafların ve hükme bağladığın kararların -görüldüğü üzere- asılsız ve hükümsüz olduğu ayan-beyan günyüzüne çıkmıştır. Çünkü evet, Bediüzzamanın hayatı kuytu köşelerde kalmışta, efsaneli hurafelere bürünmüş bir hayat değildir. Onun hayatı gündüz gibi açık, güneş gibi parlak olup adım-adım takip edilmiş, belgelerle tevsik edilmiş bir hayattır. Ağyarların zımnî kin besleyenlerin uydurmasyon nakil ve rivayetlerine hiçbir cihetle muhtaç olmayan masum ve berrak bir hayattır.
+++
Şimdide gelelim, Mısıroğlunun Prof. Dr. Osman Turan’dan işittim dediği nakil ve rivayetine:
Rivayetin metni şöyledir:
“Bediüzzaman Said-i Nursi, 1960 yılında vefatıyla nihayetlenen Urfa seyahatine çıkarken, Ankara’daki evlerini (Osman Turanın kayin validesi Sultan II.Abdulhamid’in torunu Namıka Sultan Hanımla beraber yaşadıkları evlerini) ziyaret etmiş ve Namıka Sultandan dedesi adına helallık istemiş ve Said-i Nursi merhum şu sözlerle kendisinden helallık dilemiştir:
“Biz gençlik saikasıyla ittihatçıların propagandalarına kapılarak dedeniz merhum Sultan Abdülhamid Han Hazretleri hakkında itale-i kelamda (dil uzatma) bulunduk. Onun (bir) varisi sıfatıyla sizden helallık diliyorum. Bende bir ölüm yolcusuyum. Kabre az mesafem kaldı. Onun namına bana hakkınızı helal ediniz!…”
Namıka Sultan: “Ne beis var hocaefendi!.. O zamanın siyaseti icabı böyle çok şeyler oldu!.. Artık geçen geçti” demişse de, Bediüzzaman saraheten “Helal ettim” cümlesini duymak istemiş ve bunu Sultan Hanımefendiye ısrar ederek üç defa tekrarlatmış ve sonra da.” Oh!..Elhamdülillah, inşallah bu haktan da kurtuldum. Artık müsterih olarak ölebilirim…” demiştir.
Ve beyanın sonuna şu cümleler ilave edilmiştir:
“Hakikaten o anda Urfa’ya gitmek üzere yola çıkmış bulunuyordu. Urfa’ya varmış ve kısa bir müddet sonrada orada vefat etmiştir.” (Bir Mazlum Sultan Kadir Mısıroğlu sh: 22)
Cevap: Bu rivayet ve nakil, bazı cinaslı imalarla, müstetbeatüt-terakib remizlerle derince bazı aşağılamalar ve güya Sultan Abdülhamide karşı yapılmış hakaretli suçlar varmışçasına gizli algılamaların işaretleri varsa da, üzerinde durmayacağım. Rivayetin zahiri tatlıdır. Bediüzzamanın helalleşmek için kapılarına kadar geldiğini kaydetmeleri faziletini dile getirmişlerdir gibidir.. Bediüzzaman Hz.leri filhakika vefatına yakın günlerde veda ve helalleşme seyahatleri yaptığı da doğrudur. Buna bir şey demiyoruz. Ancak ben rivayetin içindeki üç noktasını tahlil etmeyi lüzumlu gördüm.
Birinci Nokta: Bediüzzaman Hz.leri merhum Sultan Abdulhamide karşı onun zatî şahsiyetini tahkir edici bir davranışı, hareketi, sözü vaki ve varid olmuş mudur?..
İkinci Nokta: Şeriatın kıstaslarına göre siyasî bazı tenkidler ile birisi tenkid edilmişse ve hakkı geçmişse, o kişinin varisleri, (vereselerine intikaleden bağ ve bahçenin mirasçıları gibi) bu hakkı taşıyıpta helal etme durumunda olabiliyorlar mı?…
Üçüncü Nokta: Fil-vaki Hz.Üstad vefatından az önce o ziyaret ve helallaşma imkanlar noktasında ve görgü şahitlerinin şahadetleriyle gerçekleşmiş midir?…
1. Noktanın Cevabı: Yazımızın az üst taraflarında kesin belgelerle gösterdiğimiz üzere Bediüzzamanın merhum Sultan Abdülhamid’e karşı hakaretamiz hiç bir sözü, tahkiri ima eden hiçbir hareket ve tavrı vaki olmuş değildir. Bu makamda başka bir şey söylemeye gerek kalmamıştır.
2. Noktanın Cevabı: İslam şeriatında, bağ, bahçe, mal ve para, kişinin vefatıyla, varislerine hak olarak geçtiği vardır ve vakidir. Birisi o kişinin sağlığında onun bir hakkını yemiş, ona bir zulmü olmuş ve bir hukuk tecavüzü olmuşsa, gelip varislerinden helallık taleb edebilirler ve bu mümkündür. Ama İslam aleminde hakiki ve İslami siyaset noktasında (Mesela Zübeyir b. Avvam Hz.Ali’yi siyaset noktasında hak namına tenkid etmişse) Bir muhaddis diğer bir muhaddisi hadisi tezkiye noktasında tenkid etmişse, sonra gelip tenkid ettiği kişinin varislerinden helallik dilemesinin lüzumu diye ben bir şey görmüş değilim ve bilmiyorum.
Bunun gibi; bilfarz Bediüzzaman Hz.leri merhum Sultan Abdülhamidin paşalarının elleriyle yapılmış bazı icraatını içtihadınca tenkid yolunda sert kelimeler sarf etmişse, bir hak geçer mi?.. Faraza geçse de, gelip varislerinden helallık talep etse, şer’i bir helalleşme sayılır mı? Ve bununla bir hak varsa kalkmış olur mu? Karar okuyucunun …
Şu ikinci noktanın içinde bir meseleyi ince bir ayarla ayarlamak gerekiyor. Şöyle ki, metin rivayette, sözde Bediüzzaman güya demiş ki: “Gençlik saikasıyla ittihadçıların propagandalarına kapılarak Sultan Abdülhamid Han Hz. leri hakkında pek çok itale-i kelamda bulundum”un bir sabit vesikası var mı? Ve fil-hakika Bediüzzaman ittihatçıların propagandalarının tesirinde kalarak ve sadece o tesir ile konuşmuş mudur?..
Elcevap: Bediüzzaman Hz.lerinin İttihatçılarla ilişkileri sadece bir ay sürmüştür. Onlarda -gitgide hakim olan- farmason grubu Bediüzzamanı kendi emellerine alet etmek istedilerse de, tam aksiyle Bediüzzaman onları kendi mefkuresine çekip alet etmek istedi. Her zaman ve her defasında Meşrutiyeti “Meşruta-i Şer’iye” ve “Meşrutiyet-i Meşrua” tarzında ifadelerde bulundu. Ve onu şeriata alet ve hadim yapmak istedi. Meşrutiyetin ilanından bir buçuk ay kadar sonra onlar Bediüzzamandan kesildiler ve ayrıldılar. Bediüzzaman da onlardan yüz çevirdi. Ve bir müddet sonra “İttihad-i Muhammedi” cemiyetine üye olarak katıldı. Lakin Ahrar Fırkasıyla dostluğu ve alâkası devam eyledi. Bu meseleyi ben Mufassal kitabımızın 1.cildinde belgelerle uzun uzadıya kaydetmişimdir, müracaat edilebilir.
Ve 3. Noktanın Cevabı: Rivayet ve rivayetçi demiş ki: Bediüzzaman vefat rihletı ile Urfa yolculuğuna giderken, Ankara’ya uğradı, evimize geldi, Namıka Sultanla halelleşme dileğinde bulundu?
Oysaki adım-adım saat-saat Hz.Üstadın bu seyahatını az yukarıda kaydetmişiz ki O’nunla beraber Urfa’ya gelen hizmetkar talebelerinden Konyalı Zübeyir Gündüzalp, Emirdağlı Bayram Yüksel, şoförlüğünü yapan Karabüklü Hüsnü Bayramoğlundan defalarca bizzat dinlediğim gibi, birçok kimselerde dinlemişlerdir ki; Isparta’dan 20 Mart 1960 Pazar günü saat 09’da çıkıp hiç durmadan Konya, Adana, Gaziantep’e uğrayarak, 21 Mart 1960 Pazartesi günü sabah saat 10 sıralarında Urfa’ya geldik diyorlar. Bu yolculukta Ankara ismi kat’iyetle yoktur ve mümkünde değildir. Üstadın yanından hiç ayrılmayan hizmetkar talebelerinin hiç birisinden böylesi bir ziyaretin şahitliği de yoktur. Bu durumda acaba kime inanmak gerekir?..
Kaldı ki, Hz.Üstad vefatından üç ay kadar evvel, yani 1959’un son günlerinde iki defa Emirdağ’dan Ankara’ya ve birer akşam Beyrut Palas Otelinde kalarak ertesi günü İstanbul’a İstanbul’da da birer akşam kalarak, geri Ankara’ya gelmiş ve yine birer akşam Ankara’da kaldıktan sonra, birinci seferinde geri Emirdağına, ikinci seferinde Ankara’dan Konya’ya, aynı gün Isparta’ya dönmüşlerdir. 1960 başlarında talebelerinin daveti üzerine Ankara’ya bir üçüncü defa gitmek istemişse de, aynı günde hükümetten (Bakanlar kurulundan) Ankara’ya girmesi yasaklanmış, geri dönüp Emirdağ’dan çıkmama tebliği yayınlanmış olduğundan polis Ankara yakınında barikat kurarak Ankara’ya girmesini engellemiştir ve vefatına kadar bir daha Ankara’ya gitmemiştir.
İşte Üstadın Ankara’ya yaptığı mezkür iki seyahati hep polis kordonu altında yapılmış olduğu, beraberinde bulunan ve hiç ayrılmayan hizmetkar talebelerinin hiçbirinden Prof. Osman Turanın sözünü ettiği öylesi bir ziyaretten söz edip şahitlik yapmıyorlar.
Ancak bu mevzuda Bediüzzamanın talebelerinden büyük şahsiyetli bir –iki zattan Sultan Abdülhamid’le ilgili olarak Üstad Hz.lerinden şunu dinlediklerini duymuştum. “Ben bir ara Sultan Abdülhamid Han adına paşaların eliyle yapılan istibdatları ondan zannetmiştim. Sonra anladım ki, onun etrafını masonlar sarmış, yapılan menfi icraat ona mal ediliyordu. Kendisi veli bir insan. Ben her sabah onu manevi kazançlarıma hissedar ediyorum. Ey Said, o büyük sultanı müstebit zannetmiştin, onun cezası olarak çek bu büyük istibdatları !..”
İşte Hz. Üstadın hayatı bu. Tavır ve hareketlerinin şekil ve şemaili de böyle…
01.12.2007 ŞANLIURFA
ABDÜLKADİR BADILLI
NOT: Ameliyatlı hasta yatağında yazdığım bu yazıda, olabilecek üslup hatalarından, cümle devrikliklerinden dolayı okuyuculardan özür diliyorum.
Abdülkadir BADILLI
[1] Arapça lûgatlarda “Hamite” kelimesinin manası: Ceviz ve benzeri yemişlerin tefessüh edip bozulmasıdır. “Ahmet” onun mübâlağalı halidir. Yani, daha çok bozulan şey demek olur.
[2] Ahmet Tekin, Hazret-i Üstad’ın bu âlicenâbâne tavsiyesini başka yöne çekerek tenkit eder.
[3] Emirdağ Lâhikası-ll, sh: 153
[4] Bu mektup 1947’de yazıldığına göre, Hicri takvime göre 30 sene evveli 1918 eder. -Abdülkadir Badıllı-
[5] Bu mektup 1947’de yazıldığı ve henüz Afyon hapis hadisesi meydana gelmediği için “iki defa imha için hapse” demiş, 1948 başlarında Afyon hapsi ile beraber “üç defa hapis” olur. -Abdülkadir Badıllı-
[6] 1959’un Aralık ayı başında Üstad Hazretleri bana demişti ki: “Beni yirmi bir (21) defa zehirlediler.” -Abdülkadir Badıllı-
[7] Osmanlıca Şualar, s. 656.
[8] İbnü Sâad, Tabakâtü’l- Kübrâ.
[9] El-Havî li’l-Fetava, C. 2, s. 297.
[10] Büyük müfessir, allâme Elûsî, “Rûhü’l- Maânî” isimli tefsirinde İmam-ı Gazâlî’nin bu içtihadını tasvip ederek kaydetmiştir. (Bkz. Elûsî, C. 15, s. 42).
[11] Süyûtî, Mesâlikü’l- Hunefâ fî Vâlideyi’l- Mustafa, s. 402.
[12] Abdüllâtif el- Harpûtî, Tenkihu’l-kelâm fî Akâidi’l-İslâm, s. 111.
[13] İşârât-ül İ’câz, Türkçe tercüme, A.B. s.161-162; Arabî metin, s.104.
[14] Bu hadisin mürselliğine dayanılarak ziyade zayıflığına hükmedilmiştir.
[15] İbnü’l- Arabî, Füsûsü’l- Hikem, s. 93-94.
[16] Et-Tezkire, s. 512.
[17] Târih-i Yakup bin Süfyan, 2/103.
[18] Şualar, 11. Şua, Sekizinci Meselesi, s. 230.
[19] Mektubat, 1. Mektup, s. 10.
[20] Hak ve hakikatlı ilmî ve dinî cevaplar, insaflı ve vicdanlı olup söz anlayanlara, ilimden ve dinden nasibi olup bilenlere verilir. Yoksa bu kayıtlardan uzak ve azade olanlara değil. Bunlara “ceva-bül-ahmaki es-sükût” ya da başka bir ifadenin darb-ı meseli uya-rınca devam edilir. Ama biçare safdilleri de unutmamak gerektir.
[21] Muharrem Bayraktar, “Said Nursi ve Askerlik”, Yeni Mesaj, 10/20/ 2006.
[22] TEKİN, Ahmet, Diyalogçulara Kur’an Dersi, s. 47.
[23] Münasebetsizce söz söyleme, dil uzatma
[24] Et-Tâc, C. 3, s. 299. (Birçok kaynaktan)
[25] TEKİN, a.g.e., s. 35.
[26] “Güneş Üflemekle Sönmez” eserimizin 73-75’nci sahifelerinde Muharrem Bayraktar isimli şahsa aynı mevzuda lâzım gelen cevapları da vermişiz. Ona da bakınız.
[27] Türkiye İnkılabının İçyüzü, Mevlanazâde Rıfat sh:76
[28] TEKİN, a.g.e., s. 54.
[29] Bu üçüncü bölümde dört beş iftirasına cevaplar verilecek.
[30] TEKİN, a.g.e., s. 56-57.
[31] BADILLI, Abdülkadir, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 1455.
[32] TEKİN, a.g.e., s. 57.
[33] BADILLI, Abdülkadir, Mufassal Tarihçe-i Hayat, s. 1374.
[34]TEKİN, a.g.e., s. 85.
[35] Türkçe ve Arapçası Üstad’ındır.
(*) Müstensih kalem-i kudrettir. –Müellif–
[36] Said-i Nursî, Âsâr-ı Bediiyye, s. 96.
[37] İstinsah eden Kudret kalemidir.
[38] Emirdağ Lâhikası-1, s. 159; Mufassal Tarihçe-i Hayat, C. 2, s. 1366, 1418.
[39] TEKİN, a.g.e., s. 11.
[40] Muharrem Bayraktar’a balyoz gibi verilen cevap, “Güneş Üflemekle Sönmez” adlı eserimizin 84. sahifesindedir, bakılabilir.
[41] Şualar, Envar Neşriyat, s. 360-361.
[42] Lem’alar, 16. Lem’a, Envar Neşriyat, s.104.
[43] Emirdağ Lâhikası-1, s. 285.
[44] TEKİN, a.g.e., s. 61.
[45] “Ebter”in müennesi. Kısır.
[46] TEKİN, a.g.e., s. 68.
[47] TEKİN, a.g.e., s. 67.
[48] TEKİN, a.g.e., s. 46.
[49] TEKİN, a.g.e., s. 47.
[50] TEKİN, a.g.e., s. 51.
[51] Gayr-i Müslimlerden Rum ve Ermenilerin isimleridir.
[52] Âsâr-ı Bediiyye (Lâtin harfli), s. 316.
[53] Mâide Suresi, 33. ayete bakılabilir.
[54] Âsâr-ı Bediiyye (Münazarat kısmı), s. 329.
[55] Âsâr-ı Bediiyye, s. 331.
[56] Âsâr-ı Bediiyye, s. 320.
[57] Âsâr-ı Bediiyye, s. 562.
[58] Tekin Ahmet’in bir ifsat komitesi adına Hazret-i Bediüzzaman gibi ulvî ve muallâ bir şahsiyete ve onun nuranî mesleğine ve Kur’anî ve Peygamberî olan irşad, talim ve dirayetli, isabetli içtihadına karşı giriştiği iftira, tahrif ve garazkârane yalanlı bühtanlarından ötürü, vasıfları yazılmış bir gayr-i Müslim, kendisinden çok fazla muhabbet ve takdire lâyıktır. Fazileti de ondan üstündür.
[59] “A’ver”in müennesi, tek gözlü.
[60] Bakınız: BİLMEN, Ömer Nasuhi, Istılahât-ı Fıkhiye Kamusu.
[61] Âl-i İmran, 5. ayet.
[62] TEKİN, a.g.e., s. 49.
[63] Bakara, ayet 106.
[64] TEKİN, a.g.e., s. 53.
[65] TEKİN, a.g.e., s. 53-54.
[66] Tekin, a.g.e., s. 54.
[67] Celâleddin-i Süyûtî, Ed-Dürerü’l-Müntesire fil-Eh’adisi’l- Müştehire, s. 151.
[68] Tekin, a.g.e., s. 55.
[69] Tekin, a.g.e., s. 53.
[70] Nisa suresi, ayet 157-159.
[71] Hadis-i şerifler: “Uyku ölümün kardeşidir.” der.
[72] Buhari, 4 / 105.
[73] Sahih-i Müslim, 1 / 136.
[74] Mektûbât, I. Mektup.
[75] Tekin, a.g.e., s. 59.
[76] Harman sonu tarlada kalan döküntü başakları toplayıcı, toplayan.
[77] Bunlar birkaç grup gibi görünüyosa da, her hepsinin tek merkezden idare edildikleri anlaşılıyor.
[78] Tekin, a.g.e., s. 52-53.
[79] Âsâr-ı Bedîiyye, Lâtin harf, s. 429-430.
[80] Albayrak, Sadık, Son Asrın İslâm Akademisi, Dârül-hikmeti’l-İslâmiye.
[81] Şark vilâyetlerinin çok meşhur alimi Şeyh Muhammed Emin Efendi, Üstad Hazretlerine bir cübbe ve sarık hediye edip hoca kisvesine girmesini ısrarla teklif etmesine karşılık, “Ben bir çocuk iken nasıl muhterem bir hoca kıyafetine girebilirim” demiş ve bu hediyeyi almamıştır. (Tarihçe, s.34-35)
[82] Kastamonu Lâhikası, s. 96-97.
[83] “Mahrec” pâyesi, Osmanlı ülkesi umum din alimlerinin birincisinin ikincisi manasındadır.
[84] Bkz. Fergan, Eşref Edip, Risale-i Nur Muarızı Yazarlar Hakkında İlmî Bir Tahlil.
[85] Şualar, s. 425.
[86] Tekin, a.g.e., s. 64.
[87] 1948’lerde Adliye Vekili (bakanı) Rize Milletvekili Fuad Sirmen Büyük Millet Meclisi kürsüsünde yaptığı konuşmada, Türkiye’ye dinsizliği tam yerleştirmeye muvaffak olamadıklarından yakınarak demiş ki: “Mesela hükümet yirmi senedir Said-i Nursî’nin faaiyetini durduramamıştır.”
[88] Tekin, a.g.e., s. 64 alt kısmı.
[89] Tekin, a.g.e., s. 65.
[90] Nisa suresi, 159.
[91] Mektûbât, Yirmidokuzuncu Mektup, Yedinci Kısım, s. 441.
[92] Tekin, a.g.e., s. 65.
[93] Tekin, a.g.e., s. 65.
[94] Âsâr-ı Bedîiyye, s. 659.
[95] Mufassal Tarihçe-i Hayat, c. 1, s. 147. “Hatıra Defteri, Abdülmecid Efendi, s. 11.
[96] Aslında Hristiyanlığın, işin aslı itibariyle üç ana gruba ayrıldığını tefsirler yazmaktadır. Bu gruplar Yakûbiye, Nestûriye ve Müslümanlar adıyla anılır. İlk iki grup hata ve yanlışa düşerek Hazret-i İsa’ya (AS) Allah veya Allah’ın oğlu dediler. Üçüncü tâife ona: “Allah’ın kulu ve resulü” dediler. Bkz. Tefsir-i Dürrul, Süyûtî, C.2, s.238.
[97] İleride vesikalara dayanarak izahlıca kaydedeceğimiz gibi; Kadir Mısıroğlunun şu eğri ve hakikatsiz iddiası hilafına; Cemal Kutay “ Bediüzzaman, Şeyhül İslam Cemaleddin Efendioğlu ile birlikte Sultan Abdülhamidle görüştüklerinde onun bazı icraatlarını tenkid ettiği için akıl hastanesine gönderildi.” Demiş. Türkeli Dergisi ise: Bediüzzaman, Sultan Abdülhamidin faytonu arkasına bağlı dilek kutusuna görüşme talebini attıktan sonra onu sultan huzuruna celbettirmiş, talebini sormuş. O da Doğuda Kürtçe okutan mektepler açmak için maddi finansman istediği için, tımarhaneye göndermiştir. Kadir Mısıroğlu ise: Hançerini belinden çıkartmadığı için, Bediüzzzamanı huzuruna almadığı gibi tımarhaneye göndermiş demişler diyor. Bu üç rivayetin de aslı olmadığı ispat edilmiştir.
[98] Tahir Paşanın mühürlü mektubu, Mufassal Tarihçe-i Hayat eserimiz 1.cilt, sh.168’dedir.
[99] Ömer-i Sani, Abdülaziz-i Emevidir ki; ona adalet ve hakkaniyette Hz. Ömere benzediği için o lakap verilmiştir. -Abdülkadir Badıllı-
[100] Çünkü o günü Sultan Abdülhamid Hazretleri, hain ittihatçılar tarafından bir sürü bahaneler ileri sürerek tahttan indirilmiş olduğundan, Hz.Üstad maziden söz ediyor. Yoksa bu nasihatlar, padişah tahtta iken gazetelerde yayınlanmış idi. Hem Sultan Abdülhamid Han tahttan indirildiğinde Bediüzzaman Hazretleri İttihad-ı Muhammedî Cemiyeti mensubu olarak İttihadçılar tarafından tevkif edilmişti ve hapisteydi.