Bediüzzaman Hazretleri Başbakanı ve bazı milletvekillerini ikaz ediyor
MİLLETİN HALİNİ NAZARA ALIN !
Esas meselesi iman hizmeti olan Bediüzzaman Hazretleri, zaman zaman, memleketin siyasi ve ekonomik meseleleri hakkında tavsiye ve ikazlarda bulunmuştur. Bu tavsiye ve ikazlar her zaman için geçerli ve her devrede, bu manadaki Başbakanlara ve milletvekillerine şâmildir. Yoksa bu tavsiye ve ikazlar ne zamanı geçmiş mesajlardır, ne de belli parti ve adamlara mahsustur.
Bu memleketin tamamen dinsiz yapılmak istenmesine karşı Risale-i Nur iman ve Kur’an hakikatlarının ilmi delillerle isbatını yapmış ve o noktada küfrün belini kırmıştır. Fakat siyasi ve içtimai yapıda hâkim dine muarız cereyan, varlığını hala devam ettirmektedir. Bunların da hakimiyetlerini kırmak için Risale-i Nur düsturları ve Bediüzzaman Hazretlerinin tavsiye ve ikazları nazara alınmalıdır. Hem de fakir fukaranın hakları kuvvet temininde kullanılmamalıdır.
İRTİCA TEHLİKESİ VAR BAHANESİ
1950-1960 yılları arasında hükümet olan Menderes ve bazı dindar milletvekillerine hitaben Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bir çok tavsiye ve ikazlarda bulunur. Çünkü o zaman Demokrat partisinde dine muarız ve muhalif mason ve kemalist milletvekilleri de vardı. İşte Hazreti Üstad onları muhatap almaz, dine hürmetkâr ve dindar siyaset adamlarını muhatap alır ve der ki:
“[Kardeşlerim! Sizce münasib ise Başvekil’e ve dindar meb’uslara verilmek üzere, ihtara binaen yazdırılmış gayet ehemmiyetli bir hakikattır.]
Mukaddeme: Kırk seneye yakın siyaseti terkettiğimden ve ekser hayatım bir nevi inzivada geçtiğinden, hayat-ı içtimaiye ve siyasiye ile meşgul olmadığımdan büyük bir tehlikeyi göremiyordum. Bugünlerde o tehlikenin hem millet-i İslâmiyeye ve hem de bu memleket ve hükûmet-i İslâmiyeye büyük bir zarar vermeye zemin hazırlamakta olduğunu hissettim. Mecburiyetle, İslâmiyet milliyeti ve hâkimiyeti ve memleketin selâmeti için çalışan ehl-i siyaset ve cem’iyet-i beşeriyeye hamiyet ile çalışanlar için bana manevî bir ihtar edildiğinden üç noktayı beyan edeceğim:
Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir-iki senedir "irtica ile ittiham" kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyyen gördüm ki:
Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile;
Ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yapmakla; tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak irtica damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır.
Nümunelerinden birinci nümunesi, bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak İkinci Nokta’da beyan etmek zamanı geldi.
Menşeleri iki kanun-u esasîye istinad eden iki irtica var:
Biri: Siyasî ve içtimaî ki, hakikî irticadır. Onun kanun-u esasîsi çok sû’-i istimale ve zulme medar olmuştur.
İkincisi: İrtica namı verilen hakikî bir terakki ve adaletin esasıdır.”
Üç nokta olarak ifade ettiği bu hatırlatmada birinci olarak; her zaman kullanılan “irtica tehlikesi var” propagandasıdır. Osmanlının çekilmesini müteakip hakim olan güç devamlı hadiseler ihdas etmiş ve müslümanları irtica ile ittiham etmiştir.
PARTİ ÇEKİŞMELERİ
“İkinci Nokta: Beşerin vahşet ve bedevilik zamanlarındaki bir kanun-u esasîsine medeniyet namına dine hücum edenler, irtica ile o vahşete ve bedeviliğe dönüyorlar. Beşerin selâmet, adalet ve sulh-u umumîsini mahveden o dehşetli vahşiyane kanun-u esasî, şimdi bizim bu bîçare memleketimize girmek istiyor. Garazkârane ve anudane particilik gibi bazı cereyanları aşılamağa başlaması gibi bir ihtilaf görülüyor. O kanun-u esasî de budur:
Bir taifeden, bir cereyandan, bir aşiretten bir ferdin hatasıyla o taifenin, o cereyanın, o aşiretin bütün ferdleri mahkûm ve düşman ve mes’ul tevehhüm ediliyor. Bir hata, binler hata hükmüne geçiriliyor.
İttifak ve ittihadın temel taşı olan kardeşlik ve vatandaşlık, muhabbet ve uhuvveti zîr ü zeber ediyor. Evet birbirine karşı gelen muannid ve muarız kuvvetler, kuvvetsiz oluyorlar.
Bu kuvvetsizlikle zaîflendiği için millete ve memlekete ve vatana âdilane hizmete muvaffak olunamadığından maddî ve manevî bir nevi rüşvet vermeğe mecbur oluyorlar ki, dinsizleri kendilerine taraftar yapmak için…
O gaddar, engizisyonane ve bedeviyane ve vahşiyane bu mezkûr kanun-u esasîye karşı; ayn-ı adalet olan bu semavî ve kudsî وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى nass-ı kat’îsiyle Kur’anın bir kanun-u esasîsi muhabbet ve uhuvvet-i hakikiyeyi temin eden ve bu millet-i İslâmiyeyi ve memleketi büyük tehlikeden kurtaran bu kanun-u esasî ki:
Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olamaz. Kardeşi de olsa, aşireti ve taifesi de olsa, partisi de olsa o cinayete şerik sayılmaz. Olsa olsa o cinayete bir nevi tarafgirlikle yalnız manevî günahkâr olup âhirette mes’ul olur; dünyada değil.
Eğer bu kanun-u esasî çabuk düstur-u esasî yapılmazsa, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye, iki harb-i umumînin gösterdiği tahribatın emsaliyle esfel-i safilîn olan o vahşi irticaa düşecek.
İşte Kur’anın bu gibi kudsî kanun-u esasîsine irtica namını veren bedbahtlar, vahşet ve bedeviliğin dehşetli bir kanun-u esasîsi olarak kabul ettikleri şimdiki öylelerinin siyasetinin bir nokta-i istinadı şudur ki:
"Cemaatin selâmeti için ferd feda edilir. Vatanın selâmeti için eşhasın hukuku nazara alınmaz. Devletin siyasetinin selâmeti için cüz’î zulümler nazara alınmaz." diye, bir tek cani yüzünden bir köyü mahvetmekle bin masumun hakkını nazara almaz. Bir tek caninin yüzünden bin adamın kılınçtan geçmesini caiz görür. Bir adamın yaralanması ile binler masumu sıkıntıya verdirir. Ve ikiyüz adamı kurşuna dizilmesini, o bahane ile nazara almaz.
Birinci Harb-i Umumîde üçbin adamın caniyane siyaset hatalarıyla otuz milyon bîçare nev’-i beşer aynı harbde mahvedildiği gibi, binler misaller var. İşte bu vahşiyane irticaın bu dehşetli zulümlerine karşı gelen Kur’an şakirdlerinin Kur’anın yüzer kanun-u esasîsinden وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى âyetinin ders verdiği kanun-u esasîsi ile adalet-i hakikiyeyi ve ittihadı ve uhuvveti temin etmeğe çalışan ehl-i iman fedakârlarına "mürteci" namını verip onları müttehem etmek, mel’un Yezid’in zulmünü, adalet-i Ömeriyeye tercih etmek misillü en vahşi ve zalimane bir engizisyon kanununu, beşerin en yüksek terakkiyatına ve adaletine medar olan Kur’anın mezkûr kanun-u esasîsine tercih etmek hükmündedir.
Hükûmet-i İslâmiye ile bu memleketin selâmetine çalışan ehl-i siyasetin mezkûr hakikatı nazara alması lâzımdır. Yoksa üç veya dört cereyanın muannidane muaraza etmeleriyle, o kuvvetler, muaraza sebebiyle zayıflar.
Memleketin menfaatine ve asayişine sarfedilecek o zayıf kuvvetle hâkimiyetini -hattâ istibdad ile de olsa- asayiş ve emniyet-i umumiyeyi muhafazaya kâfi gelmediğinden, Fransız ihtilâl-i kebirinin tohumlarının bu mübarek memleket-i İslâmiyeye ekilmesine yol vermektir diye telaş edilebilir.
Madem bu ittifaksızlıktan gelen za’fiyet ve kuvvetsizlik sebebiyle ecnebinin politikasına ve ehemmiyetsiz muvakkat yardımlarına karşı bu acib manevî rüşvetler veriliyor. Dörtyüz milyon kardeşin uhuvvetine, milyarlar ecdadın mesleğine ehemmiyet verilmiyor gibi bir mana hükmediyor.
Ve asayiş ve siyasete zarar gelmemek için bu kadar israfat ile bol maaşlar suretinde kuvvet teminine kendilerini mecbur zannederek rüşvetler veriliyor; milletin fakr-ı hali nazara alınmıyor.
Elbette ve elbette ve kat’î olarak şimdi bu memleketteki ehl-i siyaset garba ve ecnebiye verdiği siyasî ve manevî rüşvetin on mislini âlem-i İslâm’ın ileride cemahir-i müttefikası hükmünde olacak olan dörtyüz milyon müslüman kardeşlere, memleket ve milletin ve bu devlet-i İslâmiyenin selâmeti için gayet azîm bir bahşiş ve zararsız rüşvet vermesi lâzım ve elzemdir.
İşte o makbul, lâzım ve çok menfaatlı caiz ve vâcib rüşvet ise: Teavün-ü İslâm’ın esası ve hediye-i Kur’anın semavî bir düsturu ve rabıtası ve kudsî kanun-u esasîsi olan
وَ اعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَمِيعًا * اِنَّمَا الْمُوٴْمِنُونَ اِخْوَةٌ
وَ لاَ تَنَازَعُوا فَتَفْشَلوُا وَ تَذْهَبَ رِيحُكُمْ * وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ اُخْرَى
kudsî, esasî kanunlarını düstur-u hareket etmektir.
Üçüncü Nokta şimdilik te’hir edildi. Said Nursî ” (Em:81)
Bu ikinci hatırlatmada ise; memlekette sürekli bir gerginlik hali meydana getirerek çatışma zemini yapma tehlikesine karşı ikazdır. Devamlı çatışma zemini başta particiliktir. Şimdilerde laiklik anti laiklik sürtüşmesidir. Yine şimdilerde de “kurumlararası uyumsuzluk” dedikleri sürtüşmeler ve devamlı “olağanüstü devreden geçiyoruz” safsatasıdır. Bu nasıl bir olağanüstü haldir ki, seksen senedir bitmemiştir. Hakikatte memlekete hâkim olan güç, bu gerginlik hiç bitmesi istemektedir. 1950 yılından beri milletin değerlerine hürmet edenler iktidar oldukları halde neden dertler bitmemiştir. Çünkü davul onların sırtında fakat tokmak hakim gücün elindedir.
Hülasa: Risale-i Nurlarda devası olan asrın ve gelecek asrın maddi ve manevi dertlerinin ciddiyetle ele alınıp tatbikata konulması elzemdir. Yoksa sadece beşeri anlayışa dayanan politikalar üretmek ve rakiplerin silahıyla onları vurmak, neticesi meşkuk işlerdir. Maddi güce dayalı mücadeleler yetersizdir. Hem de fakir fukaranın hakları kuvvet temininde kullanılmamalıdır. Kur’ani düsturlar esas alınmalıdır.
İttihad İlmi Araştırma Heyeti