İTTİHAD-I İSLAM ÖNCESİ GENİŞ DAİRE HİZMETİ YAPILIR MI?
Risale-i Nur’da “İman Hayat Şeriat” denilen üç vazifeden ikinci ve üçüncü vazifelerin icrası İttihad-ı İslâm’a istinad edeceği yani İttihad-ı İslâm’dan önce bu vazifelere girme ve müsbet idarî icraata sahib olma müşkildir. Çünkü beyn-el milel cereyanın tasalutunu önlemek için büyük kuvvetin varlığını gerektirir. Evet, şu beyanlara dikkat gerek:
Hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve manevî tehlikelerden ve gazab-ı İlahîden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâzımdır.
İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunları bir derece ta’tile uğramasıyla o zât, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavenetiyle ve bütün ülema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beyt’in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmağa çalışır.”(Emirdağ Lâhikası-I sh:266)
Bu kısımda, müsbet ve tavizsiz icraat yapabilmek için, ittihad-ı İslamın orduları ve bütün müslüman sınıflarının desteğinin lüzumu beyan edildi.
Şu beyanlar da aynı mes’eleye bakıyor:
“O cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir.
Ve Kur’ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi’ ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak; din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet, ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir.” (Mektubat sh:57)
Bu kısımda dahi, hakiki İsevîlerin, yani Avrupa ve Amerikadaki dindar ve hamiyetkâr olan hür rejim tarafdarlarının islamiyet beraberliğinde bulunmalarının lüzumu anlatıldı.
Geniş dairede dinsizliğin kuvvetli görüneceği haberini te’yid eden ve 1946 sonrasında yazılan şu ifade de dikkat çekicidir:
“Bu geniş boğuşmaların neticesinde eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da deccalane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar; Âlem-i İslâm’ın tam intibahıyla ve Yeni Dünya’nın, Hristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve Âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’ana ittihad edip tâbi’ olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder.”(Emirdağ Lahikası-I 58)
Yani İkinci Cihan Harbinden sonra, ya manevi veya maddi veya hem maddi hem manevi zarardan haber verildi. Manevi zararın kasdedildiği ihtimali galib olsa gerek.
Bediüzzaman Hazretleri, bu zamanda nifak perdesi altında ifsad eden komiteler, yani hâkim cereyanlar, resmiyete ve kanun sahasına giren geniş dairedeki İslâmî faaliyetleri kendi menfaatına çevirdiklerine dikkat çekip şöyle ikaz eder:
“Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (Kastamonu Lahikası sh:90)
Burada anlatılan o gelecek zat, yani onun cereyanı, bid’aları kaldırıp şeairi ihya etmek vazifesi olduğundan, vazifesi ve mesleği, bid’ata taviz veremez. Bu ifadede bir feveran hareketinin kokusu hissediliyor.
Çünkü mevcud ictimaî, hukukî, iktisadî ve siyasî şartlar muvacehesinde tavizsiz hareketin yolu açık değil. Ancak İslam hukukunun kavaid-i külliye kısmında yazılı olan “ehven-üş şer” kaidesiyle hareket edilebilir.
“İttihad-ı İslâm Partisi: Yüzde altmış-yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini, siyasete âlet etmemeğe, belki siyaseti dine âlet etmeğe çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeğe mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.Emirdağ lah.2, sh:163
Yani bu partı, ehvenüşşer partisi değildir ve şimdilik mevcud de değildir.
Ehvenüşşer partisi hakkında, Hz. Üstad diyor ki:” Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır “ehvenüşşer” olarak bakınız. Daha “âzamüşşer”den kurtulmak için, onlara zararınız dokunmasın, onlara faydanız dokunsun.» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 245)
Ehvenüşşer şartları devam ettiği müddetçe, ehvenüşşer kaidesi de devam eder.
Ancak sivil sahada kalan Nur mesleğinin haslar dairesi gibi azimeti esas alan örnek bir cemaat, faaliyetini, bid’ata girmeme hududuyla ayarlar. Tebliğ faaliyetinde ihtiyar dışında kalmakla beraber yine de bulaşan bid’alar, bizzat işlenen bid’a derecesinde olmaz.
Bir rivayette: “Bir zaman gelecek riba yemiyen kalmıyacak, yemese dahi tozu isabet edecek”. (Ramüz-ül Ehadis. Sh. 306,503 ve İbn-i Mace,.226-78. hadis) buyurulduğu gibi, ihtiyar dışında kalan durumlar var.
İctimaiyata ve bilhassa siyasete girenler, bid’aları kalben kabul etmemek şartiyle siyaseti, yani siyasî makamları, imkân nisbetinde müsbet işlere vesile ederler.
“Bid’a ile amel eden, kalben tarafdar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusur ile düşman sınıfına iltihak etmemek için dışarıya atmayınız. Fakat Risale-i Nur’un erkânlarında ve sahiblerindeki esrar ve nazik tedbirlere, onları teşrik etmemek gerektir.” K:249
Bediüzzaman Haretleri, Diyanet İşleri Reisi Ahmed Hamdi Efendiye yazdığı bir mektubunda diyor ki:
“Bir hâdise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zatınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların zarurete binaen ruhsata tabi ve azimet-i şer’iyeyi bırakan fikirler, benim fikrime muvafık gelmiyordu. Ben hem onlara, hem sana hiddet ederdim. “Neden azimeti terkedip ruhsata tabi oluyorlar” diye Risale-i Nur’u doğrudan doğruya sizlere göndermezdim. Fakat üç-dört sene evvel yine şiddetli kalbime sizi tenkidkârane bir teessüf geldi. Birden ihtar edildi ki:
“Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmet Hamdi gibi zatlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı “ehven-üş şer” düsturuyla mümkün olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi, mukaddesatın muhafazasına sarfedip, tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşaallah keffaret olur” diye kalbime şiddetli ihtar edildi. Ben dahi sizleri ve sizin gibilerini, o vakitten beri yine eski medrese kardeşlerim ve ders arkadaşlarım diye hakiki uhuvvet nazarıyla bakmağa başladım.” (E.Lahikası.II.sh.10)
İşte bütün bu nakillerdeki açık beyanlar, kat’iyetle gösteriyor ki: Mezkür kuvvetler ve ittifaklar tahakkuk etmeden önce, ikinci ve üçüncü vazifelerin icrası yapılamaz. Ancak imanî hizmetler başta olarak o şart ve kuvvetlerin tahakkukuna, yani İttihad-ı İslâm’a çalışır.