İslâmi Hayatta
Aile ve Çocuk Terbiyesi
İttihad İlmî Araştırma Heyeti
بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيمِِ
2-TERBİYE NASIL OLMALI
İlahî terbiyede taltif ve tecziye, iki mühim esastırlar. Yani Rabb-ül Âlemîn, Rububiyet-i İlahiyesinin, terbiye kanunlarına bağlı kalanlara mükâfat, inayet ve ebedî saadet müjdesi ile kemalâta sevkettiği gibi; muhalefet edenlere de mücazat, hızlan ve azab-ı Cehennemle tehdid suretiyle kötülükten men’ ederek terbiyelendirir. Keza mü’minlere gelen musibetlerin bir hikmeti de, o kişinin terbiyesine bakar.
Allah’ın beşer eliyle icra ettirdiği hukuk-u İslâmiyedeki bilhassa ta’zir cezaları, suçları önlemek için olduğu kadar, kişiyi te’dib ve terbiye etmek içindir.
Terbiyede en önemli yeri işgal eden çocuk terbiyesinde de taltif ve tecziye vardır. Ancak tatbikatı gayet hassas olup, üstün bir mürebbiliği gerektirir. Mürebbi, terbiye muamelelerinde çocuğun iç dünyasıyla mutabakat sağlayabilmelidir. Çocuğun hataen yaptığı dünyevî bir zararına karşı, şiddet gösterilmemelidir. Hele iyi niyetiyle beraber, sebeb olduğu bir zararda daha dikkatli olmak lâzımdır.
Meselâ çocuk annesini memnun etmek düşüncesiyle, değerli bir cam vazoya koyduğu çiçekleri annesine sevinçle götürürken, düşerek vazoyu kırdığını düşünelim. Korku ve acz içinde ağlayan bu çocuğa annesi de bir itab gösterirse, iç dünyasında annesine karşı olan sevgi ve itimadı sarsılır. Buna benzer durumlara sık sık muhatab olan bir çocuk, himayecisi ve sığınağı olan anne şefkatinden ümitsizlik ve güvensizlikle his dünyasında bir boşluğa düşer. Aileden kopukluk sebebiyle de, cemiyetteki kötülüklere meyledebilir. Şu halde yukarıdaki misalimizde olduğu gibi; çocuğun kötü niyetle olmayan hatalarını hiddet ve şiddetle değil, anlayışla ve şefkatle karşılamalı. Bu vesile ile de, gereken nasihat ve telkinlerde bulunmalıdır. Bu davranış, hem çocuğun hatasını anlamasına, hem de sevgi ve bağlılığının artmasına sebeb olur. Bu iki netice ise, onun terbiyesinde temel iki unsurdur.
Çocuklara karşı sevgi ve şefkatle davranmayı tavsiye eden rivayetler vardır.Ezcümle Tac Tercemesi 5. cild sh.15’te 16 ilâ 25. hadîsler; kız ve erkek çocuklarını sevmek ve terbiye etmek mevzuundadır.
Çocuğun dinî sahadaki kusurlarına gelince:
Evvelâ, akrabalar münasebeti de dâhil olarak evde, aile yuvasında ciddi bir İslâm âdabı ve hayatı yaşanmıyor ve daima dünya menfaatları ve istikbalini kazanma mevzu edilip teşvik ediliyorsa; şunun bunun dünyevî servet ve makamları ve konforlu hayatları gıbtakârane konuşuluyorsa;
hikmetli nasihatlar ve şefkatli teşviklerle ciddi bir iman dersi ve din ahlâkı gereği gibi verilmiyorsa ve asrın fitne ve sefahetlerine karşı hissî nefretlerin fıtrî tezahürleri, yani tavır ve halleri gösterilmiyorsa;
bu aile yapısı çocuğa müsbet tesir imkânlarını sağlamadığı gibi; bu asırda dinden uzak bir hayata itilmesine de sebebiyet verir. Böyle bir aile hayatı içinde çocuğun mütedeyyin olmasını istemek, buzdolabından sıcak su istemek gibidir. Hem mes’uliyeti de mûcibdir.
Fakat bil’akis ailede dinî hayat yaşandığı, müsbet şartlar mevcud olduğu ve terbiye hususunda gerekli vazifeler ifa edildiği halde, çocuk kötü temayüller gösterirse; ölçülü olarak te’dib ve tecziye edilir. Bununla beraber umumileşen asrın ifsadatı ve sefaheti karşısında, büyük ölçüde müsbet neticelerin alınamıyacağı da bedihidir. Meğer ki hususi bir inayet-i İlahiye ola…
Fitne zamanlarının kötülüklerini haber veren rivayetlerde, o zamanın şartlarında çocuk yetiştirmenin zorluğu bildirilmektedir. (Bak: K.H.:3268, R.E.:33/7 hadîsleri)
“Çocuk terbiyesinde çok mühim bir husus da, anne baba arasında bu mevzuda bir ihtilafın olmamasıdır. Eğer böyle bir anlaşmazlık olduğu takdirde, bunu çocuğa sezdirmemelidirler. Aksi halde çocuk kendi heva ve hevesine müsait olan tarafı tutmak ve diğer tarafa karşı olmak gibi bir duruma düşecektir. Terbiyede gerekli olan “söz dinleme” ve “hevesî hareketlerini tahdid etme” ise, böyle bir zeminde oldukça zayıflar. Anne baba arasındaki ihtilaf, çocukta onların doğruyu bildiklerine dair inancı da sarsar.
Çocuğun terbiyesinde en önemli bir husus da, murakabe ve nezarettir. Daima anne veya babasının nezaretinde olması gereken çocuğu istidad-ı fıtriyesine göre, meşru meşguliyetler bulup yetiştirmeye çalışmalıdır. Kötü arkadaş edinmesinden, televizyon ve matbuat gibi neşir vasıtalarının menfi tesirlerine muhatab olmasından korumalıdır.
Günümüzün hayat şartları içinde bu anlatılanların tatbikatı imkânsız denecek kadar zordur. Fakat insan, doğru bildiği ve kabul ettiği o gerçeklere, hayatı boyunca bir ideal şeklinde yükselmeye gayret eder. Hem mes’uliyetler de, ihtiyar ve iktidara göredir. Hem “Bir şey tamamıyla elde edilmezse, bütün bütün terkedilmez.” O halde doğruyu, mükemmeli bilmek, müdafaa ve teşvik etmek ve elden geldiğince gayret göstermek; bir tekâmül yolu ve bir vazifedir.
Çocuğun şahsiyetli, vakarlı, hayalı ve namusta hassas yetişmesi için bilhassa şabb-ı emred devresinde dikkat edilecek hususlar vardır. Bir gencin münasebet kuracağı kimselerin mezkûr paragrafta bildirilen takva ve ciddiyete sahip olduklarının bilinmesi gerektir. Baba bu hususların tahkiki ile mükelleftir.
Spor perdesi altında ve çeşitli namlarla kurulan ve gençleri kendine çekip dünyaya ve bozuk cemiyet hayatına iten teşekküllerden çocukları ve gençleri uzak tutmak gerektir. Oyun ve hareket, çocukların hakkı ve ihtiyacıdır. Fakat bu -zaman ve şartlar itibariyle- kontrol dışı olmamalı. Yerine göre anne veya baba beraberliğinde bu hareket, oyun ve teneffüs haklarını sık sık yerine getirmelidirler.
Şabb-ı emred devresinde tatbik olunan bu murakabe, gencin sahip olduğu ciddiyeti nisbetinde ve güvenilirliği derecesinde hafif tutulabilir, ya da kaldırılabilir. Hatta bazı gençler de var ki; aile efradında manevî disiplin ve diyanet azlığını görerek, ailede daha mütedeyyin bir hayatın varlığını isterler. Bu durumda aile, çocuğu kontrol makamında değildir. Bazı aileler de var ki; Avrupa medeniyetinin tesirinde kalarak, çocuğu dine aykırı bir hayata zorlarlar. Böyle bir durumda çocuk, ebeveynine karşı itaatsızlığa mecbur kalır. Zira evladın ebeveyne itaatinin da bir hududu vardır.
AİLE REİSİNİN MES’ULİYETİ
Aile terbiyesinde çok ciddi manada ve sarahatla, aile reisine manevî mes’uliyetler yükleyen bir âyette de şöyle buyuruluyor:
« (66:6) يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قُوا أَنفُسَكُمْ وَأَهْلِيكُمْ نَاراً
Ey o bütün iman edenler! Kendilerinizi ve ehillerinizi ateşten koruyun. Cehennem ateşine sürüklenmelerine sebeb olacak fitne ve isyandan koruyarak Allah’ın emirlerine taate sevkedin. Çünki aile sahibi kendinden mes’ul olduğu gibi, ailesinden de mes’uldür…
Ebu Hayyan’ın kaydettiği vech ile Hz. Ömer “Ya Resulallah! Nefislerimizi vikaye ederiz fakat ehillerimizi nasıl vikaye edebiliriz?” demişti. Resulullah şöyle buyurdu:
“Allah’ın sizi nehyettiği şeylerden onları nehyedersiniz ve Allah’ın size emrettiği şeyleri onlara emreylersiniz. İşte o, onları vikaye olur.” …Evlad ehilde dâhildir.» (E.T. 5122-5123)
Kur’anda (31:13-19) âyetleri, Hz. Lokman’ın oğluna nasihatlarını beyan eder ki; bu âyetler incelendiğinde, müslüman ebeveynin evlatlarına yapması gereken en mühim ders, nasihat ve terbiye şeklinin nazara verildiği anlaşılır. Âyette “Lokman oğluna va’z ederken” tabiri geçmektedir. «Ragıb’ın beyanına göre “va’z”, tahvife (korkutmaya) mukarin bir zecirdir. İmam-ı Halil ise, kalbi inceltecek (duygulandıracak) vech ile hayrı hatırlatmaktır, ki (bu) daha güzeldir.» (E.T. 3843)
Buna göre nasihat ve terbiyede evvela taltif ve iyi muamele, lüzumunda da mevcut duruma münasib korkutma ve tecziye vardır. Tecziyenin de derecelerinin bulunduğu unutulmamalıdır. Hatasını gereğinde değişik bir tonla söylemek bir ceza olduğu gibi; bir bakış, bir memnuniyetsizlik tavrı da bir cezadır. Sevdiği bir şeyden belli bir süre mahrumiyet de bir cezadır. Maddî bir ceza, ilk tatbik edilecek bir ceza değildir. Cezada da tedriç vardır.
TERBİYEYE NEREDEN BAŞLAMALI?
Aynı surenin 12. âyetinde, Hz. Lokman’a hikmet verildiğinin beyan edilmesi de bu makamda gayet manidardır. Yani, şirkin her çeşidinden koruma, va’z u nasihat ve terbiye, hikmetle yapılmalı ve ancak hikmetle yapılabilir manasını ihsas etmektedir.
İşte Hz. Lokman’ın bu nasihatlan bilhassa asrımızın şartları muvacehesinde daha çok ehemmiyet arzetmektedir. Şöyle ki:
Hz. Lokman’ın oğluna birinci nasihati;
Allah’a şirk koşmamaktır. Şirk, avamî bir anlayışta olduğu gibi, yalnız Allah’tan başka ilahları kabul etmek değildir. Bu tarz bir anlayış, daha çok geçmiş asırlarda yaygındı. Şimdi ise müsbet ilim perdesi altında, icadı esbaba ve tabiata atfetme şeklinde tezahür eden bir şirk çeşidi vardır ki; hayat ve dünya hâdiselerinin izahı hep Sona İstinad ettirilmektedir. Kur’anda “Hiçbir şeyi Allah’a şerik yapmayınız” mealinde olan (4:36) (6:151) ve emsali âyetlerde; uluhiyette şirk koşmaktan başka, rububiyette, icadatta da tabiat ve esbab şirkleri, hatta Allah’ın gönderdiği ahkâm ile beşerdeki hâkimiyetini ilga ile şahıs veya zümre hâkimiyeti şirklerine kadar şirkin, çok nevileri olduğu hatırlatılarak mü’minler ikaz edilir.
Bir âyette de şöyle buyuruluyor:
«(12:106) وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللّهِ إِلاَّ وَهُمْ مُّشْرِكُونَ Ve ekseri Allah’a iman etmez, ancak müşrik olarak ederler. Uluhiyeti büsbütün nefy ü inkâr etmeseler de, açık veya gizli bir şirk karıştırmadan Allah’a da inanmazlar. Hâlis tevhid ile iman etmez, Allah’dan başkasına da ma’budluk payesi verir, masivaya taparlar.» (E.T. 2932)
Bilhassa mekteblerde okutulan fen ilimlerinde, hâdiselerin izahında kullanılan ifade tarzı ve bir kısım mefhumlar dikkat çekicidir ve şirki işmam etmektedir.
Tabiat hâdiseleri anlatılırken sebepler nazara verilip, Müsebbib-ül Esbab olan Allah’tan hiç bahsedilmemesi, şeriat-ı fıtriye-i İlahiye olan tabiattaki kanunlar anlatılırken bu kanunları koyanın söylenmemesi; buna karşılık sebebleri ve birer vücud-u itibariye sahibi mevhum tabiat kanunlarını hakiki müessirmiş gibi gösteren bir tarz-ı ifade kullanılması, masum gençlerin dimağlarına ve ruhlarına -haberleri olmadan esbabperestlik ve tabiatperestlik şirkini telkin etmektedir.
Böyle bir talim ve terbiye şekli içinde yetişen ve hakiki din kültürü ve dinî tefekkürü kazanamamış zavallı gençler ve teslimiyeti zedelenmiş, imanı taklid seviyesinde kalmış avam tabakası, ilim maskesi ile perdelenmiş bu şirk cereyanına karşı dayanamaz.
Bu sebebledir ki; tahkikî imanı kazanmak, asrımızda en mübrem bir ihtiyaç ve zaruret haline gelmiştir. Bu ihtiyaç ve zarureti en iyi şekilde ifade eden Bediüzzaman Hz.nin yazmış olduğu eserler, denilebilir ki bu ihtiyaç ve zarurete tam bir cevab teşkil etmektedir. Üstelik tahkiki iman, bütün ahlâk ve faziletin temel kaynağıdır. Şu halde bir İslâm terbiyecisinin ve özellikle de ebeveynin terbiyede en mühim vazifesi, mezkûr âyete binaen, tahkikî imanı ders verip müsbet telkinatta bulunmaktır.
Hz. Lokman’ın ikinci nasihati;
Allah’ın insana ebeveynini, yani aile yuvasının korunmasını tavsiye ettiği gerçeğidir.
Mezkûr âyetin;
1- Komünizm,
2- Feminizm,
3- Hedonizm,
4- Nihilizm gibi şer cereyanların ifsad edip kaldırmaya çalıştığı aile yuvasının korunmasına dikkat çektiği açıktır. Terbiyenin temeli olan aile ocağının ehemmiyeti, mahiyeti ve manevî çöküşü ile ilgili meseleler başka maddelerde izah edildiği için, burada bu mevzuya yeniden girmiyoruz.
Burada şu kadarını belirtelim ki; şefkat, anlayış, bilgi ve sabır gibi müsbet meziyet ve kuvvetli hamiyet hisleriyle çocukların kötülüklerden ve günahlardan korunup terbiye edilecekleri ve dinî ve ahlâkî değerlerin, ulvi duyguların tezahür ve tahakkuk edeceği yer, aile yuvasıdır. Hz. Lokman’a verilen hikmetle birleşen tahkikî iman, terbiyenin ruhu ve esası olduğu gibi, aile yuvası da bu hakiki terbiyenin merkezi ve mahallidir. Aynı zamanda bu iki husus, gerçek insanlığın da ayrılmaz unsurudur.
Hz. Lokman’ın üçüncü nasihatında ise;
esbab şirkine iten cemiyetteki terbiye tarzının ve hayat anlayışının tesirinde kalan ebeveynin o istikamette vereceği emir ve terbiyeye itaat etmemekle beraber maddî ve dünyevi cihette onlara müzahir olup yine de aile müessesesini bir cihette korumak gerekliliği tavsiye edilir. Aile müessesesinin asıl vazifesine ters düşen menfi terbiyeye uymamak dahi, hakiki aile yapısını korumak manasındadır. Çünki menfi terbiyeye itaat, hakiki terbiye yuvası olan müsbet aile tarzını zamanla yok eder. Tavsiye olunan bu müsbet harekete uyan çocuğun, bozuk cemiyet ve aile şartları içinde bozulmamak ve dinî hizmette bulunabilmek için, cemiyetin ıslahına çalışan muvahhidîn, Allah’a inabe etmiş ve o asrın manen vazifeli cemaatiyle beraber olması da, âyette hassaten beyan olunmaktadır.
Yukarıda bahsedilen «terbiye-i İslâmiye haricinde, müslüman namı altında olan» (Kastamonu Lahikası sh: 252) böyle ailelerin müslümanlıkları, giderek isimden ibaret bir hale gelmektedir.
Hz. Lokman’ın mezkûr üçüncü nasihati ve ikazı, bu hakikati ders vermekte, menfi istikametteki asrî medeniyet terbiyesinin kapısının kapatılması gereğini ifade etmektedir. Âyette zikredilen “şirke zorlanma” tabirinin mana külliyetinden, daha çok son asrın menfi felsefe anlayışıyla hayat-ı insaniye dairesinde hâkimiyet-i mutlaka-i rububiyet yerine, hâkimiyet-i mutlaka-i milliye veya zümreviyenin (ki ikisi de hâkimiyet-i beşeriye demektir) ve tabiat sahasında da hâkimiyet ve hallakiyet-i İlahiye yerine, esbab ve tabiatın ikame edilmesi manasında şirk-i beşeriyeye ve tabiiyeye zorlanmak veya telkinine tabi tutulmak manaları da anlaşılır.
Zira asrımızda doğrudan doğruya uluhiyette şirki iddia etmek zordur. Hem bu tabiat ve esbab şirki, müsbet ilim ve fen namı altında gizlenebildiğinden, çok kimseler aldana-bilmekte ve bunun da farkına varmamaktadırlar. Nitekim bir rivayette mealen:
“Şirk, ümmetimde, düz taşta karanlık gecede karıncaların gezinişinden daha gizlidir.” (R.E. 215) diye ümmet ikaz edilmiştir. Kur’an (40:42) âyeti de; düşünülmedik ve bilgisiz kalınan şirkin, münafıkane telkin edileceğini ihsas eder. Mezkûr ikazlar muvacehesinde ebeveyn ve mürebbiler çocuklar için gereken tedbirleri almakla mükelleftirler.
Hz. Lokman’ın dördüncü nasihati:
Çocukları namaz ve ibadete teşvik ile imandan sonra en ehemmiyetli vazife ve netice-i hayat olan a’mal-i salihada şuurluluk kazandıracak terbiyeyi vermektir. Âyetin devamında, a’mal-i salihaya da zarar veren cemiyette fitne ve ifsadat çıkmaması için gerekli olan emr-i bil’maruf ve nehy-i an-il münker, yani bir İslâm dava adamı vasfını kazanmak ve İslâm içtimaî hayatını korumak, bu vazife ve hizmet karşılığında gelecek musibetlere karşı sabr u sebat göstermek ve bu yolda azimli olmak gereği tavsiye edilmektedir ki, 15. âyette geçen “Bana inabe edenlerin yoluna uy” emr-i İlahîsinin de bir nevi izahı olmaktadır. Daha sonra bu yoldaki gayret neticesi, ihsan-ı İlahî olarak verilen müsbet muvaffakiyetten enaniyete ve gurura kapılmamak ve mütevazi olmak lüzumu ediniz. Elde ettiği netice mükemmel olmasa bile, elinden geldiği gayreti göstermesi, çocukta sorumluluk duygusunun gelişmiş olduğunu gösterir.
-Teşvik ve takdirlerinizin samimi olması gerekir. Çocuklar yalancı iltifatların çabuk farkına varırlar.
-“Şunu yaparsan şunu veririm” şeklinde pazarlık yapmayınız; faydadan çok zarar verir. Zira iyiliği ve vazifeyi, menfaat için yapmaya alışır.
Fakat iyi bir davranışı (önceden pazarlıksız) mükâfatlandırmak, onu yeniden iyi davranışlara teşvik eder.
-Bazı şeyler, hata yapmadan öğrenilmez. Bunu normal karşılayınız. En önemli şeyin, gayret göstermek olduğunu ona anlatınız.
-Çocuğu başka biriyle mukayese edip küçük düşürmeyiniz. Kendine güveni sarsılan ve sevilmediğini düşünen çocuk hem başarısız hem de kıskanç olabilir.
-Aşırı baskı ve aşırı müsamahakârlık aynı derecede zararlıdır. Birincisi çocuğu ya pısırık veya isyankâr yapar; ikincisi çocuğu sorumsuzluk ve irade zaafiyetine götürür. Bu ikisi arasında teraziyi doğru tutmak gerektir.
Zikredilen bu ve diğer terbiye kaidelerinin bir fiilî dua manasında olarak tatbik edilmesi halinde, istenilen neticenin mutlaka alınacağı veya tatbik edilmemesi halinde neticenin de mutlaka menfi olacağı düşünülmemelidir. Nuh (A.S.)’ın oğlu da babasına itaat etmemiştir. Şu var ki, Allah ihlas ile yapılan fiilî duayı ekseriyetle kabul eder. Zaten her nevi ile dualar bir ibadettir, vazifeyi ifadır. Allah herkesin liyakatına göre muamele eder. Oğlunun dünya muvaffakiyeti için heyecanlanan, fakat uhrevî menfaatında hassasiyeti olmayan bir kalb sahibi olan ebeveynin yapacağı kavlî dualar, şayan-ı kabul olmaz. Çocuk dünya ve âhirette ebeveyne bir dert olur, böylece İlahî adalet hükmünü icra eder.
KÜÇÜK YAŞTA ÖĞRENMELİ
Ebevevn ve evlat arasındaki münasebetlerin de, İslâmi ruh ve terbiye içinde cereyan etmesi icab eder. Aksi halde çocuk terbiyesinde büyük müşkilatla karşılaşılacağını beyan eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslamiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir. O halde o çocuk, dünyada peder ve validesine hürmet yerinde istiskal edip çabuk ölmelerini arzu ile onlara bir nevi bela olur. Âhirette de onlara şefaatçı değil, belki davacı olur. Neden imanımı terbiye-i İslâmiye ile kurtarmadınız!..» (Emirdağ Lâhikası-I sh:41)
Bir rivayette şöyle buyruluyor:
«İlmi küçüklüğünde öğrenmenin misali, taş üzerine yazılan nakış gibidir. İhtiyarlığında ilim öğrenmenin misali, su üzerine yazı yazmak gibidir.»
Kur’an okuyan çocuklara hitaben yazdığı bir mektubunda Bediüzzaman Hazretleri, dünyevî ilimlere bedel Kur’anî ilimlerin üstünlüğünü ve Kur’anı latince yazı ile okumamak gerektiğini şöyle anlatıyor:
«Aziz masum evladlarım,
Kur’anı öğrenmek için ders almağa çalışıyorsunuz. Sizin bildiğiniz yeni harfte noksanlar olduğu için, mümkün oldukça yeni harften okunmamak lâzım gelir.
Hem Kur’anı okumanın faidesi, yalnız hafız olmak ve dünyada onunla bir makam kazanmak, bir maaş almak değil; belki herbir harfi, hiç olmazsa on hayrından ta yüze, ta binlere kadar Cennet meyvelerini, âhiret faidelerini vermesini düşünüp ve ebedî hayatın rahatını ve saadetini te’min etmek niyetiyle okumak lâzımdır.
Evet mekteblerde, dünya maişeti, ya rütbeleri için fenleri ders okumak, bu kısacık dünyevî hayatta derecesi, faidesi bir ise, ebedî hayatta Kur’an ve Kur’anın kudsî kelimelerini ve nurlu ve imanî manalarını öğrenmek binler derece daha kıymetlidir. Onlar şişe hükmünde, bunlar elmas hükmündedir.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 238)
YANLIŞ TELKİNLER
«Sual: Neden fedakâr, yüksek bir şefkati taşıyan valide, bu zamanda veledinin malından irsiyet almasından mahrum edildi. Kader buna müsaade eyledi.
Gelen cevap şu. Valideler bu asırda, bir aşılama suretinde şefkatlerini yanlış bir tarzda sarfetmeleridir ki, evladım şan, şeref, rütbe, memuriyet kazansın diye, bütün kuvvetleriyle evlatlarını dünyaya, mekteblere sevkediyorlar. Hattâ mütedeyyin de olsa, Kur’ânî ilimlerin okumasından çekip dünya ile bağlarlar. İşte bu şefkatin bu yanlışından, kader bu mahrumiyete mahkûm etti.» (Kastamonu Lâhikası sh: 264)
İmam-ı Gazalî de (r.a.) «Şimdi bak Din idaresi nasıl insanlar eline geçti. Kendilerine daimi bir gelir sağlamak ve bir mevki elde etmek için sultanların hizmetine koşar, paralar harcar ve her türlü zillete katlanırlar. Bunu yaparken de gayelerinin Allaha yaklaşmak olduğunu zannederler.» (İ.U. sh: 142)
«Süfyan-ı Sevrî’yi (R.A) mahzun gören arkadaşları sebebini sorduklarında “Biz insanlara ticaret vasıtası olduk. Gelir biri bizden okur da gider; kadı, vali veya ünlü bir kahraman olur. İşte üzüldüğüm cihet budur” diye cevab vermiştir.» (İ.U. sh: 143)
Çocuk mevzuunun en muhim esası ve hakikati ise:
«Hem peder, hem valide, tenasül kanunundaki vazifede çektikleri çok meşakkat ve gördükleri çok hizmete mukabil, yalnız veledin dünyada, kemal-i hürmet ve itaatla şefkatlerine ve hizmetlerine bedel, halis bir hürmet ve sadıkane bir itaat ve vefatlarından sonra salahatıyla ve hayratıyla ve dualarıyla onların defter-i a’maline hasenat yazdırmak ve 15 seneden evvel masumen ölmüş ise, onlara kıyamette şefaatçı olmak ve cennette onların kucağında sevimli bir çocuk olmaktır.
Şimdi ise terbiye-i İslâmiye yerine mimsiz medeniyet terbiyesi yüzünden ondan belki yirmiden belki kırktan bir çocuk ancak peder ve validesinin çok emniyetli hizmet ve şefkatlerine mukabil, mezkûr vaziyet vaziyet-i ferzandaneyi gösterir. Mütebakisi endişelerle, şefkatlerini daima rencide ederek, o hakiki ve sadık dostlar olan peder ve validesine vicdan azabı çektirir. Ve ahirette de davacı olur. “Neden beni imanla terbiye ettirmediniz. Şefaat yerinde, şekvacı olur. (Kastamonu Lâhikası sh: 252)
Evet «Bir validenin veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakiki bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evladına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var. Bu kahramanlığın inkişafı ile; hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarabilir. Fakat bazı fena cereyanlarla o kuvvetli ve kıymettar seciye inkişaf etmez, veyahut su-i istimal edilir.
Yüzer numunelerinden bir küçük numunesi şudur: O şefkatli valide, çocuğunun hayat-ı dünyeviyede tehlikeye girmesi, istifade ve fayda görmesi için her fedakarlığı nazara alır, onu öyle terbiye eder.
“Oğlum paşa olsun” diye bütün malını verir; hâfız mektebinden alır, Avrupaya gönderir.Fakat o çocuğun hayat-ı ebediyesi tehlikeye girdiğini düşünmüyor ve dünya hapsinden kurtarmaya çalışıyor, Cehennem hapsine üşmemesini nazara almıyor. Fıtrî şefkatin tam zıddı olarak o masum çocuğunu, ahirette şefaatçı olmak lazım gelirken davacı ediyor.
O çocuk “Niçin benim imanımı takviye etmeden bu helâketime sebebiyet verdin?” diye şekva edecek. Dünyada da terbiye-i İslâmiyeyi tam almadığı için, validesinin harika şefkatinin hakkına karşı layıkıyla mukabele edemez, belki de çok kusur eder. Eğer hakiki şefkat su-i istimal edilmeyerek, biçare veledini haps-i ebedi olan cehennemden ve idam-ı ebedi olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa, o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’maline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatlarıyla ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, ahirette de değil davacı olmak, bütün ruh-u canı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlat olur.
ANNE VE BABANIN EHEMMİYETİ
Evet insanın en birinci üstadı tesirli muallimi, onun validesidir. Bu münasebetle ben kendi şahsımda kat’i ve daima hissettiğim bu mânâyı beyan ediyorum:
Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi merhum validemden aldığım telkinat ve manevî derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddî vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum. Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatlar içinde birer çekirdek-i esasiye müşahade ediyorum.” (Lem’alar sh: 199)
Ebeveynin İslâmi esaslara aykırı olmamak şartıyla hukuklarına riayet ve Allah için hürmet etmek gerekir.
Evet «peder ve valideyi şefkat ile teçhiz eden ve seni onların merhametli elleriyle terbiye ettiren hikmet ve rahmet hesabına onlara hürmet ve muhabbet, Cenab-ı Hak’ın muhabbetine aittir. O muhabbet ve hürmet, şefkat Lillah için olduğuna alameti şudur ki: Onlar ihtiyar oldukları ve sana hiçbir faideleri kalmadığı ve seni zahmet ve meşakkata attıkları zaman, daha ziyade muhabbet ve merhamet ve şefkat etmektir.
إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِندَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُل لَّهُمَا أُفٍّ
(17:23) âyeti, beş mertebe hürmet ve şefkate evladı davet etmesi, Kur’anın nazarında valideynin hukukları ne kadar ehemmiyetli ve ukukları ne derece çirkin olduğunu gösterir.
Madem peder, kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyade iyi olmasını ister. Ona mukabil veled dahi, pedere karşı hak dava edemez. Demek valideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münakaşa yok. Veya münakaşa, haksızlıktan gelir. Veledin hakkı yoktur ki, pederine karşı hak dava etsin. Pederini haksız görse de, ona isyan edemez. Demek pederine isyan eden ve onu rencide eden, insan bozması bir canavardır.
Ve evlatlarını, o Zat-ı Rahim-i Kerimin hediyeleri olduğu için kemal-i şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhafaza etmek, yine Hakka aittir. Ve o muhabbet ise, Cenab-ı Hakk’ın hesabına olduğunu gösteren alamet, Vefatlarında sabır ile şükürdür, me’yusane feryad etmemektir. “Halikımın benim nezaretime verdiği sevimli bir mahluku idi, şimdi hikmeti iktiza etti, benden aldı, daha iyi bir yere götürdü. Benim o memlükte bir zahiri hissem varsa, hakiki bin hisse onun Hâlik’ına aittir. El-Hükmü Lillah” deyip teslim olmaktır. Hem dost ve ahbab ise, Eğer onlar iman ve amel-i salih sebebiyle Cenab-ı Hakkın dostları iseler, “Elhubbu Fillah “ sırrınca o muhabbet dahi, Hakka aittir.” (Sözler sh: 639)
Milletin ehl-i takva, musibetzede, hastalar, ihtiyarlar, çocuklar, fakirler ve gençler olarak altı tabaka olduğunu ve bu taifelere göre onlara uygun ders, teselli ve terbiye gerektiğini beyan eden risalenin çocuklara ait kısmında, mimsiz medeniyetçilere hitaben şöyle denilmektedir:
“Dördüncü taife ki, çocuklardır. Bunlar, hamiyet-i milliyeden merhamet isterler, şefkat beklerler. Bunlar da za’f ve acz iktidarsızlık noktasında, merhametkâr, kudretli bir Halikı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidatları mesudane inkişaf edebilir. İleride, dünyadaki müthiş ehval ve ahvale karşı gelebilecek bir tevekkül-ü imanî ve teslim-i İslâmi telkinatıyla o masumlar hayata müştekane bakabilirler.
Acaba, alakaları pek az olduğu terakkiyat-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i maneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz sırf maddî felsefi düsturların taliminde midir. Eğer insan bir cesed- i hayvaniden ibaret olsaydı ve kafasında akıl olmasaydı, belki bu masum çocukları muvakkaten eğlendirecek terbiye-i medeniye tabir ettiğiniz ve terbiye-i milliye süsü verdiğiniz bu frengi usul, onlara çocukçasına bir oyuncak olarak, dünyevî bir menfaati verebilirdi.
Madem ki o masumlar hayatın dağdağalarına atılacaklar, madem ki insandırlar, elbette küçük kalblerinde çok uzun arzuları olacak ve küçük kafalarında büyük maksatlar tevellüd edecek. Madem hakikat böyledir, onlara şefkatin muktezası, gayet derecede fakr ve aczinde, gayet kuvvetli bir nokta-i istinadı ve tükenmez bir nokta-i istinadı, kalblerinde iman-ı billah ve iman-ı bil-ahiret suretiyle yerleştirmek lazımdır. Onlara şefkat ve merhamet bununla olur. Yoksa divane bir validenin, veledini bıçakla kesmesi gibi, hamiyet-i milliye sarhoşluğuyla, o biçare masumları manen boğazlamaktır. Cesedini beslemek için, beynini ve kalbini çıkarıp ona yedirmek nevinden, vahşiyane bir gadirdir, bir zulümdür.» (Mektubat sh: 421)
HAYA AZLIĞI
Devr-i cahiliyette çocukların ebeveynleri tarafından diri diri gömülerek öldürülmelerini takbih edip yasaklayan “6:137, 140, 151” “16:57, 59” “17:31” “81:8, 9) ayetlerinin, bilhassa “6:137” ayetinin bu asra bakan mânâ vecihlerinden biri, yukarıda bahsedildiği gibi, rahmet-i İlahiyenin bir ihsanı olan ve fıtrat-ı asliyeye uygun istimali icab eden şevkat hissinin ebeveyn tarafından su-i istimali ile mevhum ve aldatıcı dünyevî şan ü şeref ve istikbal endişesiyle çocukların mimsiz madeniyet hesabına ahir zaman fitnesinin ifsad cereyanı içine, sefahat hayatına itmeleriyle onların nefisçe ihyalarına mukabil iman ve ahlak, kalp ve maneviyat bakımından tahribata uğrayıp manen bir nevi ölümlerine sebebiyet verilmesine işareti bulunmasıdır.
Asrımızın bu nevinden olan cinayetleri, cahiliye devrinde ki cinayetten nihayetsiz derecede eşedd ve daha zalimanedir. Zira devr-i cahiliyette mazlumen öldüren çocukların fani hayatlarına mukabil ebedî Cennet hayatları vardır. Asrımızda ise mezkür vecihle çocukların imanlarının ve maneviyatlarının izalesi ile ebedî ölümleri bahis mevzuudur. (S.B.M. 18. hadisi de mevzu ile alâkadardır.)
Üstte bahsi geçen, yalnız terakkiyat-ı medeniye dersleri ve maddî felsefe düsturlarıyla zihni terbiye olsa, yani asri ve Avrupaî terbiye tarzında, yani gayr-i İslâmi maarif usulü ile çocuk yetiştirilirse, (Bak: İslâm Prensipleri Ansiklopedisi “Maarif” maddesi.) hayadan ve merhametten yoksun ve tahribattan zevk alan bir gençlik ortaya çıkacağına dikkati çeken aşağıdaki hadis-i şerif ve mânâyı küllisiyle daha çok asrımıza bakan ve aynı hadis-i şerifi te’yid eden (17:64) ayeti pek manidardır. Hadis-i şerif mealen şöyledir:
“İnsanlar üzerine bir zaman gelecek, şeytanlar onların evlatlarına ortak olacaklar.” (Burada şeytanın mânâsı, münafık insî şeytanlara daha çok bakar.)
Denildi ki: Bu da olacak mı ya Resulallah? Buyurdu ki: Evet.
Dediler ki: Bizim evlatlarımızı, onların evladından nasıl ayırt edeceğiz.
Buyurdu ki: Haya ve merhamet azlığından anlaşılacak.
Evet hadis metninde geçen “haya”, insanlık aleminde temel unsurdur. Zira hayasız kimse, kötülüklerin çirkin neticelerinden vicdanı müteessir olmayan insandır ki, fasık-ı mütecahir mânâsını taşır.
İşte hadis-i şerif, yeni nesli günahlara iten nefsani ve inkarcı telkinler içindeki asri terbiyenin ve tedrisata hulul edip tabiatçılığı ve maddeciliği aşılayan şer cereyanların vahim neticelerini ihbar eder.
Hakikaten hadisin ihbarı gibi, bozuk cemiyetlerde başlıca iki dehşetli sıfat hükmeder ki, biri sefahet çılgınlığının neticesi olan mütereddi bir hayasızlık, diğeri ise, imansızlığın neticesi olan merhametsizlik ve gaddarlıktır.
ŞER CEREYANLARININ OYUNLARI
Ahkâm-ı şer’iye cihetinde değil, belki ibret ve teyakkuz makamında zikredilen mezkûr (17:64) âyeti ise, daha çok asrımıza bakan veçhiyle ifham ettiği zahir ve işarî mâna ki; insî münafık şeytanların serlerine karşı mü’minleri ikaz sadedinde Allah, insî ve cinnî şeytanlardan mürekkeb şer cereyanının mümessiline ve mümessillerine hitaben:
İnsanlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle oynat, kaydır, şaşırt (Yani şehevî, nefsanî çalgılarınla ve sihirbaz, aldatıcı ve yalan telkin ve propagandalarınla hak yolundan saptır.)
ve süvarilerinle (Yani mücehhez askerî kuvvetinle)
ve yayalarınla (Yani içtimaî teşkilâtınla ve şeairi bozarak)
üzerine var; (Tahakküm et, ihtilal yap)
yaygara kopar; (Korkut, sindir)
mallarına ve çocuklarına ortak ol. (Yani faiz ve haram muamelelere mecbur edip veya mülkiyet hakkını kaldırmakla ve kendi İfsad edici tedris ve terbiyene çekip hak yoldan saptır, kendine bağla.)
Onlara (aldatıcı, parlak) va’dlerde bulun (sizleri en üstün refah ve medeniyet seviyesinde yaşatacağız deyip ümitlendir, kendine çek.) Fakat şeytan (insî münafık) yalnız bir aldatış va’d eder, diye ehl-i dalâletin ifsaddaki esas metodlarını icmalen beyan eder.
Mezkûr âyetin mealinde zikredilen: “Sesinle oynat, idlâl et” ifadesini te’yid eden bir âyette şöyle buyrulur:
«وَمِنَ النَّاسِ مَن يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَن سَبِيلِ اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُواً أُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُّهِينٌ
(31:6) Bayağı insanlardan kimi de vardır ki, Allah yolundan bilmiyerek sapıtmak ve onu (Allah yolunu) eğlence yerine tutmak için laf eğlencesi (oyalayıcı söz ve sesleri) satın alır. îşte bunlara mühîn bir azab vardır…» (E.T. 3837)
Mezkûr âyette geçen “لَهْوَ الْحَدِيثِ“ "Laf eğlencesi”: Eğlence söz, insanı oyalayan, (haktan) işinden alıkoyan, asılsız hikayeler, masallar, romanlar, tarih kılıklı efsaneler, güldürücü lakırdılar, gevezelikler, teganniler (şarkılar) gibi eğlence sesler.” (E.T. 3838)
Sefahete medeniyet, salabet-i diniyeye irtica diyerek milli ahlâkı tahrib etmeğe çalışan münafıklar, bu âyetin tehdidine mazhardırlar. (Bak: İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 985. p.)
Böyle ifsadata karşı müteyakkız olan ve âyetin devamından da anlaşıldığı üzere, şeytanın aldatamadığı hakiki mü’min nazara alınarak:
Gizli din düşmanlarının aşıladıkları sefahetlere girmez,
Dine hücumları karşısında hizmet-i diniyeden çekilmez, sebat eder,
İfsadkâr neşriyatlarına muhatab olmaz,
Derd-i maişet yolunda riba ve haram muamelelere maruz kalmamak için ön tedbirleri alıp uzak durmaya çalışır,
Çocuklarını onların telkin sahasına sokmaz,
Refaha kavuşturmak gibi propagandalarına aldanmaz; şeklinde altı cihete dikkati çekilip ikaz ediliyor.
MUHİTİN TESİRİ
Hem yine, Nuh (A.S.)’ın kıssasında: “Doğurdukları çocukları hüsranlarını arttırır ve onlar ancak fâsık doğururlar” mealindeki (71:21, 27) âyetlerden (ve o kıssadan her zamanın hisse-i dersi bulunması kaide-i külliyesiyle) anlaşılır ki, maddî iktidara sahib ve cemiyette mülsid sultası bulunan hâkim cereyanların hükmü altındaki bozuk cemiyetlerde çocuk terbiyesi çok müşkil olduğu gibi, o müfsid cereyanların terbiyesin deki çocukların da ekserisinin fâsık olacağı galib İhtimaldir. Böyle fitne hâkimiyetine karşı gerekli tedbirlerin alınması için ikaz eden hadîslerden birisinde şöyle buyuruluyor:
Mealen yani: “İnsanlar üzerine bir zaman gelir ki, o zamanki halkın efdali “hafif-ül haz” olanıdır. Denildi ki: “Ya Kesulallah hafif-ül haz nedir?” Buyurdu ki: Çoluk çocuğu az olanlardır.” (R.E. sh:503)
Gerçi böyle cemiyetlerde hidayet yolu tamamen kapalı değildir. Zira aynı cemiyette bazıların hidayet yolunu takib ettikleri görülüyor. Eğer hakkı bulmak şartları hiç bulun-masaydı “fetret devresi” olup mes’uliyet kalkardı.
İşte böyle fitne devrelerine karşı işarı mâna külliyeliyle ümmeti teyakkuza davet ile irşad eden pek çok âyât vardır.
Diğer bir hadîs-i şerifte de şöyle buyuruluyor: (S.B.M. ci:4 hadîs: 664)
“Her doğan çocuk muhakkak İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra anası ile babası onu Yahudi yahut Nasrani, Mecusi yaparlar. Nasıl ki her hayvanın yavrusu tamm-ül aza olarak doğar. Hiç o yavrunun burnunda, kulağında eksik, kesik bir şey görülür mü. Sonra Ebu Hüreyre radıyallahü anh ayetini okudu ki meali şöyledir.
“Habibim! Allah ın, insanları hakkı idrak ve kabule müsait yarattığı fıtrat-ı asliyeyi -ki fıtrat-ı İslâmiyedir- rehber-i hareket ittihaziyle Allah’ın yarattığı bu islam ve tevhid seciyesini şirk ile tebdil etmek, muvafık değildir. Bu İslâm ve tevhid dini, en doğru bir dindir.
Sahih-i Buhari 23. kitab, 93. bab ve 82. kitab, 3. bab; ve Sahih-i Müslim 46. kitab-ül kader 6. bab, aynı mevzuu beyan eder.
« (52:25) وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَسَاءلُونَ
(Cennet’te) bazısı bazısına dönmüş soruşuyorlardır. Hem o zevk ye neş’e esnasında birbirlerine yüzyüze yönelmiş ahval ve efalinden soruyor, hasbihal ediyorlardır. قَالُوا soranlar demektedirler (yine her biri demektir): (52:26)إِنَّا كُنَّا قَبْلُ فِي أَهْلِنَا مُشْفِقِينَ
Evet doğrusu biz evvel ehlimiz içinde, ilimizde veya obamızda veya hanemizde ailemiz içinde yüreklerimiz titrer, korkar idik; akıbetten endişe eder, bir isyana düşmekten veya bir azaba maruz olmaktan korkar idik. (52:27) فَمَنَّ اللَّهُ عَلَيْنَا Şimdi Allah bize menn etti; lütf u tevfikiyle bu nimetleri in’am buyurdu. (52:27) وَوَقَانَا عَذَابَ السَّمُومِ
Ve bizi o semum azabından korudu.» (E.T. 4556) diyerek mesrur olurlar.
ÖRNEK ANNELER
Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin dinî tahsil için seyahata çıkışı ve bu seyahatında vuku bulan ibretli bir hâdise:
«Azami bir takva ile oğlunu terbiye eden Fatma Hanım, oğlunun din ilimlerini öğrenmek hususunda gösterdiği ısrarı karşısında, onu tahsile gönderirken, şu nasihatta bulunur:
“Ben şu âna gelinceye kadar sana ne bir damla haram süt emzirdim, ne de bir lokma haram ekmek yedirdim. Bundan böyle de senden bu geçmişine uygun bir dindarlık isterim. İslâmî vazifeleri hiçbir surette ihmal etmeyecek, hele asla yalan söylemeyeceksin. Doğru sözde ziyan görecek, zarar edecek de olsan yine yalana tenezzül etmiyecek, doğruluktan asla ayrılmıyacaksın.”
Geylanî Hazretleri annesine söz verip, Bağdad’a giden bir kervanla yola çıkar. İki günlük bir yolculuktan sonra iki dağın ortasından geçerken kervan haydutlar tarafından sarılır. Haydutlar herkesin eşyalarını, kıymetli şeyleri alırlar. Şakilerden biri, genç Abdülkadir’e: “Paran var mı?” diye sorunca: “Var” diye cevap verir.
Annesi koltuğunun altında kırk dinarı bir kese içinde dikmişti. Haydutlar onun da parasını alırlar. Reisleri: “Niçin param var, dedin?” diye sorunca: “Anneme hiç yalan söylemeyeceğim, diye söz verdim.” der. “Annen yalan söylediğini nerden bilecek?” deyince, o da: “Annem bilmezse de, Allah her şeyi bilir yâ!” diye karşılık verir.
Bu söz üzerine haydutlar yaptıklarına tövbe edip kervan sahiplerine mallarını iade ederler.
(Mezkûr hâdisede görüldüğü gibi, şefkatin hakiki mâna ve hedefini idrak ve takdir eden bir annenin, dini terbiyede gösterdiği bu hassasiyet, bütün müslüman anneler için şayan-ı dikkat bir ibret dersidir.)
İBADET YAŞI
Çocuğun dinî terbiyesi hakkındaki hadîslerden biri de şudur:
“Çocuklarınıza yedişer yaşlarını bitirince namaz ile emrediniz, onlar (on) yaşlarını bitirmiş oldukları halde -namaz kılmazlarsa bunun üzerine kendilerini hafifçe- dövünüz. Ve bu onar yaştaki çocukların aralarını yataklarda ayırınız.” (K.H. hadîs:2286 ve H.G. hadîs:381)
«Şer’an yedi yaşına gelen bir çocuğu namaz gibi farzlara peder ve valideleri onları alıştırmak için teşvikkâra ne emretmek ve on yaşına girse, şiddetle namaz kıldırmak ve alıştırmak şeriatta var…» (Emirdağ Lâhikası-II sh: 66)
İmam-ı Buhari’nin Kitab-ül Cuma gibi Sahihinin müteaddid bablarında tahric ettiği bir hadîste mealen: «Ey ümmetim! Siz hepiniz çobansınız, ailenizin her ferdi öbürlerine karşı bir takım vazifelerin ifasıyla mükelleftir. Ve bu vazifelerden dolayı Allah’a karşı mes’uldür” buyurmuştur. Bu vazifeler ve mes’uliyetler, şeriat-ı İslâmiyede müstakil fasıllar halinde bütün teferruatıyla tafsil ve izah edilmiştir… Bunların vazife ve mes’uliyetlerine:
«Zevc raidir, aile halkının nafakasından ve terbiye-i fikriyyesinden, bedenî ncşv ü nemasından mes’uldür. Zevce de, zevcin yed-i emanetine teslim ettiği aile yuvasının hüsn-ü muhafazasından mes’uldür, kem nazardan sıyanetle mükelleftir” vecizesiyle işaret edilip bu umdeler, yüzlerce ahbar ve ehadîs ile tafsil edilmiştir.» (K.H. hadis: 1946 ve S.B.M. ci:4 sh:751) (Bu hadîsin asıl metni, S.B.M. cild: 3, Hadîs No: 487’dedir.)
ÇOCUĞUN KIYAFETİ
Çocuklarda haya hissinin gelişmesi için gereken terbiyeyi vermek, çocuk terbiyesinde en önemli yeri işgal eder. Haya hissi, nasihatten daha çok, İslâmi adaba uygun yaşayış ile gelişir. Başta adaba uygun giyinmek, konuşmalarda ciddiyet ve gayr-ı ahlaki durumlara karşı gösterilen hassasiyet gibi hususlara dikkat gerekmektedir. Buluğ öncesi çocukların küçük yaşta oluşları düşüncesiyle kız çocuklarının başını örtmemek ve kısa giydirmek, erkek çocuklara da moda namı altında dar veya kısa pantolon gibi giyimler, haya hissinin gelişmesine manidir.
Peygamberimiz A.S.M. bir hadis-i şeriflerinde mealen:
“Çocuğun avretine riayet edin ve onu örtün. Zira onun avreti de büyüğün avreti gibidir. Allah, avretini açana rahmet nazarı ile bakmaz” buyurmakla vicdaniyatın ve ulvi hislerin teşekkülünde en önemli hususa dikkati çeker.
İslâm terbiyesinde çocuklar bu hassasiyetle korunurken, yabancı ve buluğa ermiş erkeklerin, buluğ öncesi çağındaki çocuklara karşı ciddiyetlerini muhafaza etmeleri, laubaliyane ihtilatta bulunmamaları tavsiye ediliyor. İmam-ı Azam Hazretlerinin Ebu Yusuf’a şu vasiyeti var.
«Henüz buluğ çağına yaklaşmış olanlar ile konuşma. Zira onlar birer fitnedir. Ama küçük çocuklar ile konuşmanda ve onların başlarını okşamanda mahzur yoktur.»
Vicdaniyata ait hisler, insanda tedricen olgunlaşıp teşekkül ettiğinden insanın istediği anda yaptığı ihtiyarî fiillerinden ayrıdır. Meselâ vicdaniyattan olan haya (Bak: İslam Prensipleri Ansiklopedi’de “Haya”maddesi) hissine sahip olan bir kadın bil-ihtiyar başını açsa, utanır ve yüzü kızarır. Utanmayı, niyet ve ihtiyariyle önleyemez. Ancak açık-saçık hayata meylederek zamanla ve tedricen vicdaniyatını bozarak utanmaz hale gelir. Tersine vicdaniyatını bozmuş bir kadın da, açık-saçıklığından dolayı, istese de utanamaz. Bütün vicdanî hissiyat bu kıyasla düşünülse, vicdaniyatını kaybeden insanın kendini ne dehşetli tedenniye attığı anlaşılır. Mevzumuz olan vicdaniyatı çok veciz ifade eden aşağıdaki parça şayan-ı teemmüldür. Şöyle ki:
«Hasenatın hayatı niyet iledir (yani livechillah olan niyet iledir). Onların fesadı ise ucub, riya ve gösteriş iledir.
Hem vicdaniyatın bizzat meş’ur olan ahvalinin damarı niyet ile ve ikinci bir şuur ile inkıta’a uğrar.
Şu halde amellerin hayatı niyet olduğu gibi, ahvalin de ölümü, bir cihette niyettir. Meselâ tevazu ki, bir haldir. Ona sun’î bir şekilde fıtrîlikten çıkarıp yukarıda geçtiği gibi ikinci bir şuur ile niyet etmek, vicdaniyatın bizzat meş’ur olan tevazuunu ifsad eder. Ve hakeza tekebbüre niyet etmek, fıtrî olan kibr-i nefs ve vakan izale eder. Ve yapmacık bir feraha niyet etmek dahi, onu uçurur. Hem gamgîn olmaya niyet etmek de, onu gevşekleştirir ve hakeza kıyas et!» (Mesnevi-i Nuriye (A.B.) sh: 403)
Kalbde hissiyat! vicdaniye şeklinde sabitleşmeyen ilim yalnız akılda kalıp, fiilî ve amelî tezahürleri görülmez. Nitekim bazı rivayetlerde, âhirzamanda ümmetin Kur’an okuyacağı fakat boğazlarından aşağı geçmiyeceği (yani vicdanda, kalbde yerleşmiyeceği) bildirilir. (RE. 301, 302)
İslâm terbiyesinde çocuklar bu hassasiyetle korunurken, yabancı ve buluğa ermiş erkeklerin, buluğ öncesi (*) Çağındaki çocuklara karşı ciddiyetlerini muhafaza etmeleri, lâübaliyane ihtilatta bulunmamaları tavsiye ediliyor. Ezcümle: İmam-ı Azam hazretlerinin Ebu Yusuf’a şu vasiyeti var:
«Henüz buluğ çağına yaklaşmış olanlar ile konuşma. Zira onlar birer fitnedir. Ama küçük çocuklar ile konuşmanda ve onların başlarını okşamanda mahzur yoktur.» (İmam-ı Azam’ın Ebu Yusuf a Vasiyeti. Serdengeçti Neşr. 1962 Ank. sahife: 6)
(*) Hanefî’de 4, Hanbelî’de 7 yaşına kadar olanlar küçük çocuk sayılır. (M.E. cild: 1, sh. 170)
FİTNEDEN SAKINMAK
Bir âyet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
«(24:30)قُل لِّلْمُؤْمِنِينَ
Mü’minlere yani mü’min erkeklere söyle
يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ
gözlerini indirsinler; gerek hariçte, gerek dâhilde ve gerek başkalarının evlerine girerken, çıkarken, otururken, kalkarken gözlerini dikmesinler; harama bakmaktan, ayıb şey görmekten sakınsınlar, Sofiyyeden Şiblî (kuddise sırruhu)ya,
يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ
ne demektir diye sormuşlar.
Demiş ki:
-Baş gözlerini muharremattan, kalb gözlerini masivaullahtan çeksinler.» (E.T. sh:3502)
Mezkûr âyette bakılması yasaklanan şeylerin neler olduğu beyan edilmediğinden, bakıldığında nefse hoş gelen her nevi muharremat ve nefsaniyeti tahrik edebilen şeyler yasaklanmış oluyor. Sinema, televizyon, gazete ve mecmualarda görülen açık-saçık suretler, resim ve heykeller gibi şeyler, bu âyetin yasakladığı sahaya girer. Hattâ İmam-ı Şafiî Hazretleri ve bazı âlimler, bu âyete istinaden şabb-ı emredle yani henüz yüzünde tüyü çıkmamış gençle tenhada kalmak gibi bazı hususlara dahi cevaz vermemişlerdir. Ancak alış-veriş, tedavi ve ilim öğretme gibi şer’î ihtiyaçlarda, ihtiyaç miktarı kadar müsaade etmişlerdir. (Bak: İmam-ı Nevevi Fetvaları sh. 204)
Şabb-ı emred hakkındaki mezkûr hükmü, Kitab-ul Fıkıh Ala Mezahib-il Erbaa Tercemesi, Hasan Ege ci:1.sh:169’da tafsilatlı beyan eder ve bakılması yasaklanan yerlere, hailsiz dokunulmasını da yasaklar.
Ebu Davud da şunları kaydeder: «Müslim 3. kitabın 17. babında rivayet edilen: “Erkek erkeğin avret yerine, kadın da diğer kadının avret yerine bakmasın. Erkek erkeğe bir tek elbise içinde sürtünmesin. Kadın da diğer kadına bir tek elbise içinde sürtünmesin” mealindeki hadîse istinaden “Şafiiler: Bir kimsenin avret mahalline (bakılması caiz olmayan yerine) vücudunun hangi organı ile olursa olsun dokunmasının haram olduğuna delâlet etmektedir, bunda ulemanın ittifakı vardır” derler. (Ebu Davud Tercemesi, 2150. hadîsin izahından)
Mezkûr hükümler muvacehesinde, şabb-ı emred ile bu devreyi geçirmiş olanlar arasındaki münasebetlerde ciddiyetin muhafaza edilmesi, laubali hareketlerden kaçınıp küçüklere örnek olacak mütebessim vakarlılık gösterilmesi gereklidir.