II. Meşrutiyetin 100. yılı 23 Temmuz 1908 / 23 Temmuz 2008

II. Meşrutiyet’in 100. yılı

23 Temmuz 1908 / 23 Temmuz 2008

II. MEŞRUTİYET’TE BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİ

1907 sonlarında İstanbula teşrif eden Bediüzzaman Hazretleri Temmuzun inkılab-ı mesûdi” dediği Hürriyet i’lânının üçüncü gününde İstanbul’da irad ettiği nutkunun aynısını, Selânik Hürriyet Meydanı’nda da vermiştir.

Ayrıca, Bediûzzaman Hazretleri Niyazi Bey ve arkadaşlarının hürriyet mücadelelerindeki muvaffakıyetlerini tebrik ederek, bu saadet sarayının temellerini kuvvetlendirmek için şarka gideceğini beyan etmektedir.

Evvela Sadaret (Sadrazamlık) kanalıyla Şark’a meşrutiyet ve hürriyetin mana ve mefhumunu anlatmak üzere altmış kadar telgraf göndermiştir. Bilâhare, o va’dini de 1910 yılında yerine getirmiş.. Şark’a gitmiş, aşiretleri dolaşarak meşrutiyet dersi vermiştir.

Aşiretlerde sorulan: Meşrutiyetin ne miktarı bize gelmiş?. Ve niçin bü­tün gelmiyor?” sorusuna mukabil cevaben bazı gereken adımların atılmaması halinde:

Yüz sene sonra tamamen cemalini göreceksiniz” diyerek 1908 den günümüze işaret etmiştir. Ancak yine de bizlere düşen bazı vazifeler vardır.

II. Meşrutiyet’in yüzüncü yılı olan bu sene ve bu aylarda yine çok mühim hadiseler cereyan etmektedir. Hürriyet ve Gerçek Demokrasi taraftarlarıyla, Dikta ve Azınlık Rejimi taraftarları arasında ciddi ayrılıklar teşekkül etmiştir. Bediüzzaman Hazretlerinin yüz yıl önce verdiği reçeteler hala uygulama beklemektedir. Ki, bu millet ve devlet saadete kavuşsun ve dünyanın ileri devletleriyle her sahada baş başa olsun ve milletinin saadetine hizmet etsin.

Bediüzzaman Hazretlerinin

HÜRRİYET NUTKU

Misbah Gazetesi 2 Ekim 1908 nüshasında, bu nutkun ilk bölümünün başında şöyle bir tarif koymuştur:

“İstanbulumuzca Kürd Hoca denmekle maruf, fazıl-ı şehîr Bediüzzaman-ı Kürdî Molla Said Hazretlerini inkılab-ı mes’ud ibtidalarında Dersaadet ve Selanik’te kerraren irad edip bilhassa gazetemize ihda eylediği nutk-ı irticalidir.”

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ilân-ı hürriyetin üçüncü gününde irticalen ve sonra Selânik’te Meydan-ı Hürriyette tekrar ettiği nutkun tam ve orijinal sûretidir :

Dağ Meyvesi Acı da Olsa Devadır, Amma Hazmı Sakîl

İ’TİZAR

Birinci tecrübe, birinci inşa’, birinci nutuk olduğundan noksan ve iğlakı tabiîdir. Mâzur tutarsanız, teşekkür ederim. Tutmazsanız mâzursunuz. Zîra hürriyet var. Kaplan postuna benzeyen elbisem gibi, üslûb-u beyanım da zamanın modasına muhaliftir. Zîra alâturka terzilik bilmiyo­rum, ta bu maânîye iyi libas keseyim ve düğme yapayım. Reca ediyorum, nutkumu hayal hanenize girmekten yasak etmeyiniz. Benim gibi hem ha­yalden kapı açın, tâ ki kalbe girsin. Zîrâ hamiyet ve diyanet ve gay­re­ti­nizle iş var, müzakere edecekler. Kalbin karanlık köşelerinden ışık ya­ka­caklar!..

HÜRRİYETE HİTAB

Ey hürriyet-i şer’î! Öyle müdhiş amma güzel ve müjdeli bir sadâ ile ça­ğırıyorsun; benim gibi bir Kürdü tabakat-ı gaflet altında yatmışken uyandırıyorsun. Sen olmasaydın, ben ve umum millet zindan-ı esarette kalacaktık. Seni ömr-ü ebedî ile tebşir ediyorum.

Eğer aynü’l-hayat-ı şeri­atı menba-ı hayat yapsan ve o cennette neşv ü nema bulsan, bu millet-i mazlûme de eski zamana nisbeten bin derece te­rakki edeceğini müjde veriyorum. Eğer hakkıyla seni rehber etse, ağraz-ı şahsî ve fikr-i intikam ile seni lekedar etmezse!..

“El-azametü lillah ve-l minnetü lehü” ki; bizi kabr-i vahşet ve istibdaddan ihraç ve cennet-i ittihad ve muhabbet-i milliyeye davet etti.

Ya Rab! Ne saadetli bir kıyamet, ne güzel bir haşir ki, “vel-ba’sü ba’de-l mevt” hakikatının küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor. Şöyle ki:

Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i ka­dîme hayata başlamış; ve menfaatini mazarrat-ı umumiyede arayan ve is­tibdadı arzu edenler

يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا

demeye başladılar. Yeni Hükûmet-i Meş­rutamız mu’cize gibi doğduğu için, inşâallah bir seneye kadar

تَكَلَّمَ فِى الْمَهْدِ صَبِيًّا

sırrına mazhar olacağız!..

Mütevekkilane, sabûrane tuttuğumuz otuz sene ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakkî ve medeniyet kapılarını bize açmış­tır. Hâkimiyet-i milletin beraat-i istihlali olan kanun-u şerî-î esasi, hâ­zin-i Cennet gibi bizi oralara duhûle davet ediyor.

Ey mazlum ihvan-ı vatan!.. Gidelim dâhil olalım!

Birinci kapısı: İttihad-ı kulûb.

İkincisi: Muhabbet-i milliye.

Üçüncüsü: Maarif.

Dördüncüsü: Sa’y-i insanî.

Beşincisi: Terk-i sefahettir.

Ötekilerini sizin zihninize havale ediyorum. Zîrâ davete icabet vâcibdir.

Bu inkılab-ı azîmin fatihası mu’cize gibi başladığı için bir fâl-i ha­yır­dır ki, hâtimesi de pek güzel olacaktır. Şöyle ki:

Bu inkılab, fikr-i beşerin ağır zincirlerini parça parça ve istidad-ı te­rakkiye karşı sedleri zîr ü zeber ederek, hükûmeti varta-yı mevtten tahlis ve bu millet-i mazlumede cevher-i insaniyeti izhar ve âzade olarak kâ’be-i kemâlâta doğru gönderdiği gibi; hâtimesi de yani otuz sene kadar rengâ­renk sefahat ve hevesat ve israfat ve lezaiz-i nâmeşrua gibi seyyiat-ı medeniyet, devlet-i medeniyeti, (hükûmet-i müstebide gibi) inkıraza sevkeden umûrlar maddeten zararını ihsas edeceğinden o muzlim ve ke­sif olan sehab, arzu-yu umumî ile münkeşif olduğundan, şems-i Şeriat ve ma’kesi olan kamer-i medeniyet berrak ve saf cevv-i asûmanda (siyasatta) Asya’yı ve Rumeli’ni tenvir ve mutazammın olduğu istidad-ı kemâlin tohumları tenmiye ve hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bularak rengârenk elvân ile tezyin edeceğini bu fâl-i hayır bize müjde veriyor.

Bir mu’cize-i Peygamberîdir (A.S.M.) ve bu millet-i mazlumeye bir inâyet-i İlahîyedir ve cem’iyet-i milliyenin niyet-i hâlisanesinin kera­me­tidir ki, bu maden-i saadet ve hürriyet olan şeriat dairesindeki ittihad-ı kulûb ve muhabbet-i millî elimize meccanen geçti. Milel-i saire mil­yonlarla cevahir-i nüfus feda etmekle kazandılar. Ölmüş olan hissiyat ve âmâl ve müyulat-ı âliye-i milliyemiz ve ahlâk-ı hasene-i İslâmiyemizi bu küre-i arz denilen (cezbe tutmuş mevlevî gibi) meczub cevvalin sımahında tanin-endaz ve umum milleti sürur ile bir garib ihtizaza geti­ren sadâ-yı hürriyet ve adalet, nefh-i sûr-u İsrafil gibi hayatlandırıyor.

Sakın ey ihvan-ı vatan! Sefahetlerle ve dinde lâübaliliklerle tekrar öl­dürmeyiniz. Ve bütün efkâr-ı fâsideye, ahlâk-ı rezileye ve desais-i şeytaniyeye ve tabasbusata karşı; bu Şeriat-ı Garra üzerine müesses olan Ka­nun-u Esasî Azrail hükmüne geçti, onları öldürdü.

Ey hamiyetli ihvan-ı vatan! İsrafat ve hilaf-ı şeriat ve lezaiz-i nâmeşrua ile tekrar ihya etmeyiniz! Demek şimdiye kadar mezarda idik, çürüyorduk. Şimdi bu ittihad-ı millet ve meşrutiyet ile rahm-ı madere geç­tik, neşv ü nema bulacağız.

Yüz bu kadar sene geri kaldığımız me­safe-i terakkiden inşâallah mu’cize-i Peygamberî (A.S.M.) ile, şimendifer-i kanun-u Şerî-yi esasiyeye amelen ve burak-ı meşveret-i şer’iyeye fikren bineceğiz. Bu vahşet-engiz sahra-yı kebiri bir zaman-ı kasirde tekemmül-ü mebadi cihetiyle tayyetmekle beraber, milel-i mütemeddine ile omuz omuza müsabaka edeceğiz. Zîrâ onlar öküz ara­basına binmişler, yola gitmişler. Biz birdenbire şimendifer ve balon gibi mebadiye bineceğiz, geçeceğiz. Belki câmi’-i ahlâk-ı hasene olan haki­kat-ı İslâmiye ve istidad-ı fıtrî ve feyz-i imanın ve şiddet-i cû’un hazma verdiği teshil yardımıyla fersah fersah geçeceğiz. Nasıl ki vaktiyle geç­miş idik.

Talebeliğin bana verdiği vazife ile hürriyetin ferman-ı mezuniye­tiyle ihtar ediyorum:

Ey ebna-yı vatan! Hürriyeti sû’-i tefsir etmeyiniz, tâ elimizden kaç­masın. Ve müteaffin olan eski esareti başka kabda bize içirmekle bizi boğmasın. (Haşiye: Evet daha dehşetli bir istibdad ile, pek acı ve zehirli bir esareti bize içirdiler.) Zîrâ hürriyet, müraat-ı ahkâm ve âdâb-ı şeriatla ve ah­lâk-ı hasene ile tahakkuk ve neşvünema bulur. Sadr-ı evvelin, yani Sa­habe-i Kiramın o zamanda âlemde vahşet ve cebr-i istibdad hükümferma olduğu halde, hürriyet ve adalet ve müsâvâtları bu müddeaya bürhan-ı bahirdir. Yoksa hürriyeti sefahet, lezaiz-i nâmeşrua, israfat, tecavüzat, heva-i nefse ittiba’da serbestiyet ile tefsir, amel etmek; bir padişahın esa­retinden çıkmakla, nefsin esaret-i rezilesinin altına girdikle­rinden milletin çocukluk istidadını ve sefih olduğunu gösterdiğinden; pa­ralanmış olan eski esarete lâyık ve hürri­yete adem-i liyakat gösterir. Zîrâ sefih mah­curdur. Geniş, müşa’şa’ olan yeni hürriyet-i şer’iyeye adem-i liyakat, –zira çocuğa geniş olmaz– ve şanlı olan ittihad-ı millî, bozulmuş ve müteaffin olan hâlât ile fena bir hastalığa hedef edecek­tir. Zîrâ ehl-i takva ve vicdanın tefsiri böyle değil. Mezhebi de muhalif olacaktır. Biz Millet-i Osmaniye erkeğiz. Kamet-i merdane-i istidad-ı millimizde kadınla­rın libası gibi süslü sefahat ve hevesat ve israfat ya­kışmıyor. Bi­naenaleyh aldanmayalım.

خُذْ مَا صَفَا دَعْ مَاكَدَرَ

kaidesini düstur-ul amel yapalım. Şöyle ki:

Ecnebiyede terakkiyat-ı medeniyeye yardım edecek noktaları (fünun ve sanayi gibi) maalmemnuniye alacağız.

Amma medeniyetin zünub ve mesavîsi olarak bazı âdât ve ahlâk-ı seyyie ki, ecnebîlerde (onlarda) mehasin-i kesîre-i medeniyesiyle muhat olduğu için çirkinliği o kadar göstermiyor. Biz ise aldığımız vakit sû’-i tali’ cihetiyle, sû’-i intihab vasıtasıyla müşkil-üt tahsil mehasin-i medeni­yeti terk, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub-u medeniyeti kesbettiğimizden, muhannes veya mütereccile gibi (kadınlaşmış erkek… erkekleşmiş kadın…) oluruz. Yani ka­rı erkek gibi giyinse, karı süsüyle süslense muhannesliktir, yakışmaz. Merd-i valâhimmet, zîb ü zîverle müzahref cilveli hanım gibi olmamalı.

Elhasıl: Zünub ve mesavi-i medeniyeti, (adet ve ahlâk-ı seyyieyi) hudud-u hürriyet ve medeni­yetimize girmekten seyf-i şeriatla yasak edece­ğiz. Tâ ki, medeniyetimi­zin gençliği ve şebabiyeti, zülâl-i ayn-ül hayat-ı şeriatla muhafaza olsun.

Kesb-i medeniyette Japonlara iktida bize lâzımdır ki; onlar Avrupa’dan mehasin-i medeniyeti almakla beraber, her kavmin mabihil-bekası olan âdât-ı milliyeyi muhafaza ettiler. Bizim âdât-ı milliyemiz İslâmiyet’te neşv ü nema bulduğu için, iki cihetle sarılmak zarurîdir.

Ey hamiyetli ebna-yı vatan! Cem’iyet-i millî ruhlarını feda et­mekle saadetimize yol açtılar. Biz de, bazı sefehat ve lezaizimizi terk ile onlara yar­dım edeceğiz. Zîrâ o sofra-yı nimete beraber oturuyoruz. Ef­kâr-ı fâside sahibi, yani hürriyet altında istibdadı ve mezalimi arzu eden­ler, mevt-i ebedîye mazhar olan zaman-ı mazînin cevfinde medfun olan istibdadatı veyahut seyl-i huruşan-ı zaman içinde yuvarlanmış olan me­zalimi, bir daha temaşa etmemek için, tarih-i hayat-ı hürriyetin beya­nıyla, mazî ve hâl meyanında delinmez bir sedd-i âhenin çekmek istiyo­rum.

Şöyle ki: Bu inkılab-ı azîm doğurduğu hürriyeti, meşveret-i şer’iyenin terbiyesine verse, bu milletin eski satvet ve kuvvetini ihya edecektir. Eğer veba ve ağraz-ı şahsiyeye müsadif olsa; istibdad-ı mut­laka dönecek. Hürriyet tam zamanında doğdu. Ahval ve ilcaât-ı zaman tam terbiyesine hizmet ister. Sun’î ve ihtiyarî değil, tâ ki çok külfete muhtaç olsun. Eski zaman gibi belki bu kadar tazyikatın tesiriyle me’yusiyet ve mahv olmak şanından olmayan hamiyet-i İslâmiye, o kadar galeyana gelmiş ki; güya hürriyet rahm-ı maderde tekemmül yaşına ka­dar gelmiş. Ka­dem-nihade-i saha-i vücûd olduğu anda hükümfermalığını ilân ve hiçbir müsademata karşı tezelzüle ve delinmeğe uğramayacak bir sedd-i âhenin gibi veyahut taht-ı Belkıs gibi beş hakâik-i sabite üzerine teessüs ede­cek!..

Birinci Hakikat: (Hal-i içtimadır) Mecmu’da bir kuvvet bulunur, hiçbir ferd o kuv­vete mâlik olamaz. Bir kalın şerit ile eczasından ince bir telin kuvveti gibi… veyahut efkâr-ı umumiyeyi mutazammın yeni hükûmetimiz ve eski hükûmetlerimiz gibi… (yeni hükümetimizle, eski hükümetimiz bu şeritle onun cüzî teline benzer)

Ey millet! Biz şimdi kalın şeridiz. Her kim muhalefet ve hodserane ile bunu zaîf etse, umumun hakkına affolunamaz bir cinayet­tir.

İkinci Hakikat: Zaman-ı salifte, yani galebe-i vahşet vaktinde âlemde hükümferma; vahşetin mahsulü ve tedennî ve inkırazın mahkûmu olan kuvvet ve cebrin saltanatı idi. (Bunlar yani kuvvet ve cebir) Her­hangi devletin deveran-ı demi yerine girmiş ise, o devleti kendi gibi ömr-ü tabiyle kayd ve ecel-i inkirazın pençesine vermiş. Ve öyle devletlerin sahaif-i tarihiyeleri (satırları) baykuşların âşiyanı gibi satırları inkı­razla­rını çağırıyorlar, bağırıyorlar.

Ve tasallut-u medeniyetin zamanında âlemin hükümranı, ilim ve mâ­rifettir. Müvellidi medeniyet ve şanı tezeyyüd ve ömrü ebedî olduğun­dan, herhangi devletin hayat ve müdebbiri olmuş ise, o hükûmeti kendi gibi kayd-ı ömr-ü tabiîden ve ecel-i inkırazdan tahlis ve küre-i arz kadar yaşamasına istidad vermiş. Kitab-ı Avrupa sahaifi bunu alenen göste­ri­yor. Bu hakikata misal isterseniz, eski hükümetimize ve yeni hü­kümetimize bakınız.

Eğer denilse: Şimdiye kadar bu hükûmet-i zaîfeyi âdi adamlar idare edebilirdi. Amma bu kadar metin ve dehşetli, kaviyyen emel etti­ğimiz yeni hükûmeti (yeni devleti) omuzunda taşıya­cak hârika ve dâhî adamlar lâ­zımken, Asya ve Rumili tarlası acaba öyle mahsulât vere­cek mi?

Buna cevab: Eğer başka inkılablar başa gelmezse, evet!..

Ve Üçüncü Hakikat’a dikkat et. Şöyle ki: Bu zaman-ı mazîde insan istidad-ı gayr-ı mütenahîye mâlik iken, o kadar dar ve mahdud daire içinde hareket ediyordu ki; güya insan iken hayvan gibi yaşadığından, efkâr ve ahlâkı o daire nisbetinde tedennî etmiş ve mahsur kalmış idi. Şimdi bu şer’î hürriyet-i âdilane yaşasa, fikr-i beşe­rin ağır zincirle­rini pa­ralamakla ve istidad-ı terakkiye karşı sedleri herc ü merc ede­rek o küçük daireyi dünya kadar tevsi’ edebilir. Hattâ be­nim gibi bir köylü âdi adam, süreyya kadar ulvî olan idare-i umumîyi nazara ala­cak. Âmâl ve müyulatın filizlerini orada bağlayacak. Ve herbir fiil ve tavrının orada bir ihtizaz ile zîmedhal bulunacağından, himmeti Süreyya kadar teali ve ah­lâkı o derece tekemmül ve efkârı memalik-i Osmaniye kadar tevessü’ ede­ceğinden; Eflatunları ve İbn-i Sina’ları ve Bismark’ları ve De­kart’ları ve Taftazanî’leri inşâallah geri bırakacak. Bu kuvvetli Asya ve Ru­mili tarlası çok şübban-ı vatan mahsulü vereceğinden kaviyyen ümidvarız.

Lâsiyyema şu memalik-i Osmaniye umum enbiyanın mahall-i zuhûru ve düvel-i mütemeddine-i salifenin mehd-i teşekkülü ve şems-i İslâmiyetin maşrık-ı tulûu olduğundan, insanların fıtratlarında (bu üç şeyi) ektikleri, istidadat-ı kemâl bu hürriyetin yağmuru ile neşv ü nema bulsa, herkesin istidadı ve fikr-i münevveri Şecere-i Tûbâ gibi dal ve bu­dakları her tarafa açacaktır. Ve şarkı garba nisbeti, seheri guruba nisbeti gibi edecektir. Eğer sevs-ı ataletle ve semûm-u ağraz ile kurutul­mazsa!.

Dördüncü Hakikat: Şeriat-ı Garra Kelâm-ı Ezelî’den geldiğinden ebede gidecektir. Zîrâ şecere-i meyl-ül istikmal, âlemin dalı olan insan­daki meyl-üt terakkinin muhassal ve semeresi olan istidadının telahuk-u ef­kârla hasıl olan netaici teşerrüb ve tegaddi ile büyümesi nisbetinde, Şe­riat-ı Garra aynen maddî zîhayat gibi tevessü’ ve intibak edeceğinden ezelden gelip ebede gideceğine bürhan-ı bahirdir. Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsâvâtı -bahusus o zamanda- delil-i kat’îdir ki, Şeriat-ı Garra müsâvâtı, adaleti ve hürriyet-i hakkı cemi’-i revabıt ve levazımatıyla câmi’dir.

İmam-ı Ömer (R.A.) ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Salahaddin-i Eyyubî-i Kürdî (R.H.) âsârı bu müddeaya delil-i alenîdir.

Buna binaen kat’iyyen hükmediyorum: Şimdiye kadar noksaniyatimiz ve tedenniyatımız ve sû’-i ahvalimiz dört sebebden gelmiş:

1- Şeriat-ı garranın adem-i müraat-ı ahkâmından

2- Bazı müdahinlerin keyfemayeşa sû’-i tefsirinden

3- Zahirperest âlim-i cahil, veyahut cahil-i âlimin taassubat-ı nâ-bemahallinden

4- Sû’-i tali’ cihetiyle ve sû’-i intihab tarîkıyla müşkil-üt tahsil, Av­rupa mehasinini terk ederek, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünub ve mesavi-i medeniyeti tuti gibi takliddir ki, bu netice-i seyyie zuhûr ediyor.

Memurîn hakkıyla vazifesini îfa etse, memur olmayan ilcaat-ı zamana muvafık sa’yetse, sefahete vakit bulmayacaktır. Bu iki kıs­mın herhan­gisinden bir ferd, sefahete inhimak gösterdi ise, bu heyet-i iç­tima­iye içinde muzır bir mikrop suretine giriyor.

Beşinci Hakikat: Zaman-ı sâbıkta (salifde) revabıt-ı içtima’ ve le­va­zım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa’ub et­mediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu zamanda revabıt-ı içtima’ o kadar tekessür ve leva­zım-ı taayyüş o derece taaddüd ve semerat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir. Bu hakikata misal; eski hükûmet-i müstebide ve yeni hükûmet-i meşrutadır.

Üçüncü Hakikat’ın bana verdiği vazife ile ve Hürriyetin ferman-ı me­zuniyetiyle “üç şey” ihtar ediyorum:

Birinci: Bir cisim birden zerrattan tahallül, yeni zerrattan te­şek­kül eylemesi muhal olacağından, cism-i devletin birden memurîni ref’ ve ye­nilerini ikame eylemesi muhal olmasa da, müteazzirdir. Binaena­leyh istidadı habis ve kabil-i ıslah olmayan adamları zâten cism-i devlet def’-i tabiî ile ifraz edecektir. Amma kabil-i ıslah olanlar, zâten güneş daha garbdan tulû’ etmediğinden tövbenin kapısı açıktır. Bunların tecrübele­rinden isti­fade etmeli. Bunların yerini dolduracak kırk sene lâzım. Yoksa umum aleyhinde idare-i lisan ve terzil etmek, bu şanlı olan ittihad-ı mil­leti –bo­zulmuş olan bazı efkâr ve ahlâklarına binaen– bir hastalığa hedef ede­cektir.

İkinci (İkincisi): Ben Kürdistan dağlarında büyümüş idim. Merkez-i hilafeti güzel tahayyül ediyordum. Vakta, bundan yedi-sekiz ay mukad­dem Dersaadet’e (İstanbul’a) geldim. Gördüm ki: İstanbul (şimdi Ankara) tevahhuş ve tenafür-ü kulûb se­bebiyle medenî libasını giymiş vahşi bir adama ben­zerdi. Şimdi ittihad-ı millî ve (muhabbet-i milliye sebebiyle) medenî adam, fakat yarı medenî ve yarı vahşi libasında bize arz-ı dîdar ediyor. Evvel Kürdistanda fenalığın sebebi, Kürdistan uzvu hastalanmış zannedi­yordum. Vakta ki, hasta olan İstanbul’u gördüm. Nabzını tuttum. Teşrih ettim. Anladım ki, kal­bindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedavi­sine çalıştım, bir diva­nelikle taltif edildim.

Hem de gördüm ki; medeniyet-i hakikiyeyi teşkil eyleyen İslâmiyet, maddî cihetinde medeniyet-i hazıradan pek geri kalmış. Güya İslâmiyet sû’-i ahlâkımızdan darılmış mazî tarafına dönüp gidiyor, Zaman-ı Saadete bizi şikayet edecektir. Bunun en büyük sebebi; istibdaddan sonra, mürşid-i umumî olan üç büyük şubenin ki “cümlenin maksudu bir amma rivayet muhtelif” veyahut

عِبَارَاتُنَا شَتَّى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ إِلَى ذَاكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ

beytinin mâsadakı olan ehl-i medrese ve ehl-i mekteb ve ehl-i tekyenin tebayün-ü efkâr ve tehalüf-ü meşaribidir.

Bu tebayün-ü efkâr ahlâk-ı İslâmiyenin esasını sarsmış ve ittihad-ı mil­leti çatallaştırmış ve terakkiyat-ı medeniyeden geri bırakmıştır. Zîrâ biri if­rat ile diğerini tekfir ve tadlil ediyor ve öteki tefrit ile onu techil ve gayr-ı mutemed addediyor.

Bunun çaresi, tevhid ile tevahhüd; ve efkârlarının mabeyninde teyid ile mü­nasebet ile musalaha… Tâ itidal noktasında musafaha ile bir­leşmekle, aheng-i terakkiyi ihlâl etmesinler.

Üçüncüsü: Ben vaizleri (vaizlerin bazısını) dinledim. Nasihatları bana tesir etmedi. Dü­şündüm, kasavet-i kalbimden başka üç sebeb bul­dum:

Birincisi: Zaman-ı hazırayı zaman-ı salifeye kıyas ederek yalnız tas­vir-i müddeayı parlak ve mübalağalı gösteriyorlar. Tesir ettirmek için isbat-ı müddea ve ikna-i müteharri-i hakikat lâzım iken ihmal ediyorlar.

İkincisi: Bir şeyi tergib veya terhib etmekle ondan daha mühim şeyi tenzil edeceklerinden, müvazene-i şeriatı (iyice) muhafaza etmiyorlar.

Üçüncüsü: Belâgatın muktezası olan muktezay-ı hale mutabık, yani ilcaât-ı za­mana muvafık, yani teşhis-i illete münasib söz söylemezler. Güya insan­ları eski zaman köşelerine çekiyorlar, sonra konuşuyorlar.

Hasıl-ı kelâm: Büyük vaizlerimiz hem âlim-i muhakkik olmalı, tâ isbat ve ikna etsin. Hem hakîm-i müdakkik olmalı, tâ müvazene-i şeriatı bozmasın. Hem belig-i mukni’ olmalı, tâ mukteza-yı hal ve ilcaat-ı zamana mutabık söz söylesin ve mizan-ı şeriatla tartsın ve böyle olması da şarttır.

Yaşasın Şeriat-ı Garra!.. Yaşasın adalet-i İlahî!. (yaşasın uhuvvet-i vatan) Yaşasın ittihad-ı millî!.. Ölsün ihtilaf!.. Yaşasın muhabbet-i millî!.. Gebersin ağraz-ı şah­siye ve fikr-i intikam!.. Yaşasın şecaat-ı mücessem (mücesseme) asker­ler!.. Yaşasın satvet-i müşahhas ordular!..(ımız) Yaşasın akıl ve tedbir-i mücessem dindar cem’iyet-i ahrar!.. Yaşasın yaraları tedavi etmek fik­rinde olan Halife-i Peygamber!..

Kürdistan dağ ağacının meyvesi, hazmı sakildir.. Dikkatlice çiğneyi­niz, ta hazmolsun… Yoksa helâl etmeyeceğim.

Eğer siz de –iki gazeteci nasıl sözümü tahrif etmiş– öyle okursanız, Allah imdad eyleye. İrticalen söylemişim, lâkin her bir kelimede bir maksadım var. Dikkat ediniz tâ ki;

وَكَمْ مِنْ عَائِبٍ اَمْراً صَحِيحاً * وَآفَتُهُ مِنَ الْفَهْمِ السَّقِيمِ

ye mâsadak olma­yasınız vesselâm.

***

Hazret‑i Üstâd’ı o zaman Selanik’te bizzât gören İstanbul Edebiyat Fakültesi Profesörlerinden merhum ve muhterem Ali Nihat Tarlan’ın bir hatırasını nakledelim:

“Said Nursi’yi ben küçüklüğümden, ta Selânik’ten tanırım. 31 Mart 1909’dan önce idi. Mahmut Şevket Paşa 3.ncü Ordu kumandanı olduğu zaman, babam da ordu muhasebecisiydi.

Ben onbir yaşındaydım. Babamın perde çavuşu Mehmet çavuş vardı. Beni Selânik’te beyaz kulede gezdiriyordu. Orada kahveler vardı. Kahvede garip kıyafetli bir zât vardı. Külahı şalvarı, çizmesi ve belinde hançeri olan bu zâtı Mehmet Çavuş bana: “Bak bu zât, meşhur Molla Said’dir.” diye gösterdi.

İşte Said Nursi’yi ilk defa orada gördüm. Doğu Anadolu’dan ulemayı ilzam ederek Selanik’e kadar gelmişti. İlk hatıra ve görüşmem Hazretle böyle olmuştu…”

Bediüzzaman Hazretleri Meşrutiyeti şeriat namına hararetle alkışlayıp telkin ettiği sırada neşrettiği bir makalesine, 1951 senesinde ilâve ettiği bir haşiyede şöyle der:

“Medar‑ı ibret ve hayrettir ki; 1324 (1908) senesinde Hürriyet’in üçüncü gününde İstanbul’da, hem sonra Selânik’te meydan‑ı hürriyette binler siyasîlere karşı da’va ettiği ve bütün kuvvetiyle şeriatı istediği, hürriyeti ve meşrutiyeti şeriata hizmetkâr yaptığı halde; sonra, 31 Mart’ta Hareket Ordusu gayet dehşet ve şiddetle şeriatı istiyenleri mes’ul ettikleri zamanda, “Divan‑ı Harb‑i Örfî”de Said’in bu münteşir nutuklarından beraet verildiği halde; şimdi ise, siyaseti otuz seneden beri bıraktığı ve o nutuklarına nisbeten pek az temas için 27 sene dinsizlik hesabına işkenceler, gaddarane azab ve ceza verenler, elbette din namına zulmetmiş engizisyondan daha zalim olduklarını isbat eder.”

ELHASIL: Bediüzzaman Hazretleri, 1908’de Osmanlıda Taçlı Parlamenter Demokrasinin ilanı vesilesiyle bu uzun Nutkunu irad ederek bugünki Devlet Adamlarına, Aydınlara ve Alimlere de ders veriyor ki, başta Hakiki Fikir Hürriyeti ile her tür Hürriyetler ve İnsan Haklarına tam uygun bir sistemin tatbiki ve Kanun Hakimiyeti ile istibdadın ve azınlık diktasının engellenmesi sayesinde Milletimiz ve umum İslam Alemi büyük bir sıçrama kaydedecek ve sair medeni milletleri maddeten dahi yakalayıp geçecektir.

İTTİHAD İLMİ ARAŞTIRMA HEYETİ

Kontrol et

KİME OY VERECEĞİZ?

Bediüzzaman Hazretleri Kime Demokrat Der? Soruluyor: -Bu seçimlerde oyumuzu kime vereceğiz? Cevap: Ehvenüşşer kaidesi devam ettiği …