Haremeyn-i Şerifeyne Vehhâbilerin Tasallutu­na Dâir

(Gayr-ı Münteşir)

[Haremeyn-i Şerifeyne Vehhâbilerin tasallutu­na dâirdir.]

وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصٖيبَنَّ الَّذٖينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً

Aziz kardeşlerim,

“Haremeyn-i Şerifeynin Vehhâbilerin eline geç­mesi ve onların, eâzım-ı İslâmın türbeleri hakkın­daki tahripkârâne hürmetsizliği ne hikmete meb­nîdir?” diye sual ediyorsunuz.

Elcevap: Şu hadise, âlem-i İslâmın siyasetine ve hayat-ı içtimâiyesine taallûk ettiği için, Yeni Said kafasıyla cevap veremiyorum. Çünkü, şimdi da­ire-i nazarım başka ufuktadır. Fakat, hiç kırmadı­ğım ve dâima faydasını gördüğüm mübarek hatı­ran için Eski Said kafasını muvakkaten başıma sı­kılarak giyerek, şu Altıncı Meseleyi dört muhtasar nüktelerle beyan edeceğiz.

BİRİNCİ NÜKTE:

Şu Vehhâbi meselesinin kökü derindir. An’anesi zaman-ı Sahâbeden başlayarak gelmiş. İşte o an’­ane, üç uzun esaslarla gelmiştir:

Birincisi: Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâ­dından ve ekserisi Necid sekenesinden olan Hâri­cîlere kılıç çekmesi ve Nehrivan’da onların hâfız­larını öldürmesi, onlarda derinden derine, hem din namına Şîalığın aksine olarak, Hz. Ali’nin (r.a.) faziletlerine karşı bir küsmek, bir adâvet te­vellüd etmiştir. Hazret-i Ali (r.a.) “Şâh-ı Velâyet” ünvânını kazandığı ve turuk-u evliyanın ekser-i mutlakı ona rücû etmesi cihetinden, Hâricîlerde ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbi­lerde, ehl-i velâyete karşı bir inkâr, bir tezyif da­marı yerleşmiştir.

İkincisi: Müseylime-i Kezzâbın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid havâlisi, Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid’in kılıncıyla zîr ü zeber edildi. Bundan Necid ahalisinin Hule­fa-i Raşidîn’e ve dolayısıyla Ehl‑i Sünnet ve Ce­maate karşı bir iğbirâr, seciyelerine girmişti. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatla­rının yedikleri darbeyi unutmuyorlar—nasıl ki ehl‑i İran’ın, Hazret-i Ömer’in (r.a.) âdilâne dar­besiyle devletleri mahv ve milletlerinin gururu kı­rıldığı için Şîalar Âl-i Beyt muhabbeti perdesi al­tında Hazret-i Ömer’e (r.a.) ve Hazret-i Ebû Be­kir’e (r.a.) ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate dâima müntakimâne, fırsat buldukça tecavüz et­mişler.

Üçüncü esas: Vehhâbilerin azîm imamlarından ve acîp dehâları taşıyan meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme’l-Cevzî gibi zatlar Muhyiddin-i Ara­bî (k.s.) gibi azîm evliyâya karşı fazla hücum et­tikleri ve güya mezheb-i Ehl-i Sünneti Şîalara karşı Hazret-i Ebû Bekir’in (r.a.) Hazret-i Ali’den (r.a.) efdâliyetini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali’nin (r.a) kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika fa­ziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî (k.s.) gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar.

Hem, Vehhâbiler kendilerini Ahmed İbni Han­bel mezhebinde saydıkları için, Ahmed İbni Han­bel Hazretleri bir milyon hadisin hâfızı ve râvîsi ve şiddetli olan Hanbelî mezhebinin reisi ve halk-ı Kur’ân meselesinde cihanpesendâne salâbet ve metânet sahibi bir zat olduğundan, onun bir de­rece zâhirî ve mutaassıbâne ve Alevîlere muhâle­fetkârâne mezhebinden din nâmına istifade edip, bir kısım evliyânın türbelerini tahrip ediyorlar ve kendilerini haklı zannediyorlar. Halbuki, bir dir­hem hakları varsa, bazan on dirhem ilâve ediyor­lar.

İKİNCİ NÜKTE:

Şu Vehhâbi meselesinin âlem-i İslâmın an’anesi itibariyle nasıl ki üç esası var; öyle de, âlem-i in­sâniyet itibariyle dahi üç esası vardır:

Birincisi: Ehl-i dünyanın ve maddî tarihin naza­rıyla, nev-i beşerin hayat-ı içtimâiyesi noktasında bakılsa, görülüyor ki hayat-ı içtimâiye-i siyâsiye iti­bariyle beşer birkaç devri geçirmiş.

• Birinci devri vahşet ve bedevîlik devri,

• ikinci devri memlûkiyet devri,

• üçüncü devri esir devri,

• dördüncüsü ecir devri,

• beşincisi mâlikiyet ve serbestiyet devridir.

Vahşet devri dinlerle, hükûmetlerle tebdil edil­miş, nim-medeniyet devri açılmış. Fakat, nev-i beşerin zekîleri ve kavîleri, insanların bir kısmını abd ve memlûk ittihaz edip hayvan derecesine indirmişler. Sonra bu memlûklar dahi bir intibâha düşüp gayrete gelerek o devri esir devrine çevir­mişler; yani, memlûkiyetten kurtulup fakat "اَلْحُكْمُ لِلْغالِب" ([ii]) olan zâlim düsturuyla yine in­sanların kavîleri zayıflarına esir muâmelesi yap­mışlar. Sonra, İhtilâl-i Kebîr gibi çok inkılâplarla, o devir de ecîr devrine inkılâp etmiş. Yani, zengin­ler olan havas tabakası, avâmı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr ittihaz etmesi, yani ser­maye sahipleri ehl-i sa’yi ve ameleyi küçük bir üc­rete mukabil istihdam etmeleridir.

Bu devirde sû‑i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermayedar, kendi yerinde oturup, bankalar vâsı­tasıyla bir günde bir milyon kazandığı halde; bir biçare amele, sabahtan akşama kadar, tahte’l-arz madenlerde çalışıp, kut-u lâyemût derecesinde, on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm tabakası havâssa ilân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bol­şeviklik sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip geçen Harb-i Umûmiden istifade ederek, her yerde kök saldılar. Şu bolşevizmin perdesi altın­daki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere ve havâssa âit medâr-ı şeref herşeyi kırmak için bir cesaret ver­miş.

İkinci esas: Şu asır, menfî milliyeti çok ileri sür­dü. Anâsır-ı İslâmiye hiç muhtaç olmadığı halde, şu milliyet fikrine körü körüne sarıldılar. Menfî milliyet ise, mukaddesât-ı diniyeye hürmetkâr olamıyor; bahaneler buldukça ilişmek isti­yor.

Üçüncü esas: Sükût…

ÜÇÜNCÜ NÜKTE:

Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsalar, içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur. Eğer âsârına ve neticelerine hük­meden hak ve hakikat ise ve menfî cihetleri müs­bet cihetlerine mağlûp ise, o meslek haktır. Eğer içinde hak ve hakikat, neticelere hükmedemiyor ve menfî ciheti müsbet cihetine galebe ediyorsa, o meslek bâtıldır. Onun ehli, ehl-i bid’a ve dalâlet olur.

İşte bu kaideye binâen, âlem-i İslâmdaki ehl-i bid’a fırkalarına bakılsa görülüyor ki, herbiri bir hakka istinad edip gitmiş. Fakat, menfî ciheti ya garaz, ya inat gibi bir sebeple, o mesleğin âsârı dalâlet hesabına çalışmıştır. Meselâ, Şîalar Kur’­ân’ın emrine imtisalen Ehl-i Beytin muhabbetini esas tutup, sonra intikam-ı milliyet cihetinden bir garaz gelerek, meşrû muhabbet-i Ehl-i Beytin âsâ­rını zaptederek, Sahâbe ve Şeyheynin buğzuna bi­nâ edip, âsâr göstermişler;لاَ لِحُبِّ عَلِىٍّ بَلْ لِبُغْضِ عُمَرَ‌ olan darb-ı meseline mâsadak olmuşlar.

Hem meselâ, Vehhâbiler ve Hâricîler ise, nu­sûs‑u Şeriate ve sarîh-i âyâta ve zevâhir-i ehâdise istinad ederek hâlis Tevhîde münâfi ve sanempe­restliği imâ edecek herşeyi reddetmekliği kaide tutmuşlar. Fakat, birinci nüktedeki üç esasta be­yan edilen sebepler cihetinden gelen menfî garaz­lar, onları haktan çevirip, dalâlete saptırmış ki, if­rat derecesinde tahribat yapıyorlar. Ve hâkezâ, Cebriye olsun, Mûtezile olsun, hangi fırka olursa olsun böyle bir hakikati mesleğinde görüp onunla aldanıp, sonra dalâlete saplanır.

Her neyse… Her bâtıl bir mesleğin herbir ciheti bâtıl olmak lâzım olmadığı gibi, herbir hak mes­leğin dahi herbir ciheti hak olmak lâzım değildir. Buna binâen, sâdattan olan şerif-i Mekke, Ehl-i Sünnet ve Cemaatten iken zaaf gösterip İngiliz siyasetinin Haremeyn-i Şerifeyne müstebidâne girmesine meydan verdi. Nass-ı âyetle küffârın girmesini kabul etmeyen Haremeyn-i Şerifeyni, İngiliz siyasetinin, âlem-i İslâmı aldatacak bir sû­rette, merkez-i siyâsiyesi hükmüne getirmesine yol verdiğinden, ehl-i bid’attan olan Vehhâbiler, hariçten medâr-ı istinad aramayarak, filcümle nimmüstakil bir siyaset-i İslâmiye takip ettiklerin­den, şu cihette haklı olarak o gibi Ehl-i Sünnete galebe ettiler denilebilir.

DÖRDÜNCÜ NÜKTE:

Esbap tahtında vücuda gelen hâdiseler, o esbâ­bın hâlis malı değil. Belki asıl o hâdisenin hakiki sahibi kaderdir. Kader ise hikmet-i İlâhiye ile hükmeder. Öyleyse, bu Vehhâbi hâdisesine yalnız Vehhâbilerin Ehl-i Sünnete karşı müfritâne bir te­cavüzü nazarıyla bakmayacağız. Belki Ehl-i Sün­net, bir sû-i hareketiyle kadere fetvâ vermiş ki, Vehhâbileri Ehl-i Sünnete taslît etmiş. Vehhâbiler zulmeder; çünkü, hem çok müfritâne, hem inti­kamkârâne, hem Haricîlik nâmına ettikleri için, cinâyet ediyorlar. Fakat, kader-i İlâhî, üç sebebe binâen adâlet eder:

Birincisi: Hadis-i sahîh ile sabit olan ziyaret-i kubûr ve makberistana hürmet-i şer’iye sû-i isti­mâl edildi, gayr-i meşrû hâdiseler zuhura geldi. Husûsan evliyâların makberlerine karşı hürmet ise, mânâ-yı harfî cihetiyle kalmadı, mânâ-yı ismî derecesine çıktı. Yani, sırf Cenab-ı Hak hesabına makbul bir abdi olduğuna ve şefaatine ve mânevî duasına mazhar olmak için olan meşrû hürmetten ziyade; o kabir sahibini âdetâ sahib-i tasarruf ve kendi kendine medet verecek bir kudret sahibi tasavvur edip, âmiyâne, câhilâne takdis edildi. Hattâ o dereceye varmış ki, namaz kılmayanlar, o mâruf ve meşhur türbelere kurban kesip, ona yal­varıyordu. İşte bu müfritâne hâl, kadere fetvâ verdi ki, o muharribi onlara musallat etsin. Fakat, o muharrib dahi, onları tâdil etmek ve ifratlarını kırmak lâzım gelirken, öyle yapmayıp, bilâkis o da tefrit edip köküyle kesmeye başladı.

Elbette, اَلظَّالِمُ سَيْفُ اللّٰهِ يَنْتَقِمُ بِهِ ثُمَّ يَنْتَقِمُ مِنْهُ‌ kaidesine mazhar olur. Onlar da sonra cezasını bulurlar.

İkincisi: Şu asırda maddî fikir galebe çalmış. Es­bâb-ı zâhiriye, hakîki telâkkî ediliyor. İnsanlar es­bâba yapışıyor. Eğer esbâb-ı zâhiriye bir ayna hükmünden çıkıp nazar-ı dikkati kendisine cel­betse, Tevhîd-i hakîkiye münâfi olur. İşte, şu gafil maddî asırdaki insanlar, mütedeyyin de olsa, es­bâba fazla sarılmalarına hikmet-i şer’iye müsaade etmiyor. İşte buna binâen, evliyânın ve eâzım-ı İs­lâmiyenin türbelerine birer mukaddes ziyâret­gâh nazarıyla bakmak, o hikmet-i şer’iyeye şu zaman­da pek muvafık düşmediğinden, kader-i İlâhî onu tâdil etmek istedi ki, bunları musallat etti.

Üçüncüsü: Şu asırda enâniyet o derece dizgini eline almış ki, çok insanlar birer küçük Firavun ve birer küçük Nemrud hükmüne geçmişler. İşte ehl-i gaflet ve ehl-i dalâlet ve bu mağrur ehl-i enâniyet nazarında kıyâs-ı binnefs olarak, eâzım-ı İslâmiyenin nâmdarlarını, hâşâ enâniyetle itham ettiklerinden, hem o ehl-i gaflet ve dalâlet kendi­leri Allah’ı tanımadıkları için, çok şeylere, çok zatlara birer nevî rubûbiyet tahayyül ettikleri bir hengâmda ve sanemperestliğin, başka bir nevi olan heykelperestlerin ve sûretperestlerin gayet müthiş bir riyâkârlık mânâsında olan şan ve şeref peşinde koştukları bir zamanda, eâzım-ı İslâmi­yenin türbelerine câhilâne ve müfritâne bir sû­rette avâmların takdîs derecesinde hürmetleri, elbette hikmet-i şer’iye noktasında kader münâ­sip görmedi ki; bu muharripleri Ehl-i Sünnete tas­lît etti. Onlarla tâdil edecek.

Fakat Vehhâbilerin seyyiât ve tahribâtlarıyla be­raber, medâr-ı şükran bir cihetleri var ki, o çok mühimdir. Belki onların tahripkârâne olan seyyi­âtlarına mukabil o cihettir ki, onları şimdilik mu­vaffak ediyor. O cihet de şudur ki:

Namaza çokdikkat ediyorlar. Şeriatın ahkâmına tatbik-i hare­kete çalışıyorlar. Başkaları gibi lâkaydlık etmiyor­lar. Güyâ dinin taassubu nâmına tecâvüz ediyor­lar. Başkaları gibi dinin ehemmiyetsizliğine binâ­en şeâir-i diniyeyi tahrip etmiyorlar.

Hem, Vehhâ­bilik az bir fırkadır. Koca âlem-i İslâmın havz-ı ke­bîri içinde ya erir, ya itidâle gelir; çünkü menbâı hâriçte değil ki, âlem-i İslâmı bulandırsın. Men­bâı hariçte olsaydı, çok düşündürecekti…

سُبْحَانَكَ لاَ عِلْمَ لَنَا اِلاَّ مَا عَلَّمْتَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ‌

Osmanlıca Mektubat sh: 524

• • •

Kontrol et

KİME OY VERECEĞİZ?

Bediüzzaman Hazretleri Kime Demokrat Der? Soruluyor: -Bu seçimlerde oyumuzu kime vereceğiz? Cevap: Ehvenüşşer kaidesi devam ettiği …