DİKDURMAK
VE
Ahkâm-ı Kur’aniyeyi ve usûl-ü şer’iyeyi esas alan Bediüzzaman Hazretlerinin Âlem-i İslâmda umumî itimada mazhar olmuş eserlerinden şer cereyanlarına karşı takınılması gereken meşru tavır hakkındaki beyanlarından bir kısmını naklediyoruz. Bu hüküm ve tavsiyeler, beşerî anlayış ve düşüncelere dayanmaz.
Kısaca anlatılan şer’î ölçüler ve o ölçülere dayanan gelecek tavsiyeler, Nur cemaatına ve umum müslümanlara hem de siyasîlere bakan ders ve ikazlardır.
Aşağıda sıralanan parçalar, Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinin muhtelif yerlerinde geçen ve ehl-i dünya, ehl-i dalalet, ehl-i bid’a, ehl-i sefahet, ehl-i nifak, ehl-i ilhad ve ifsad, zendeka, ermeni taşnak, komünist, mason komitesi gibi vasıflarla tavsif edilen şer cereyanlarına ve taraftarlarına, Üstadımızın dost olmadığını ve olunamayacağını ve ihtilat etmediğini ve edilemeyeceğini bildiren ikaz ve derslerden az bir kısmıdır.
Bu sarih beyanları kendilerine ölçü seçenler, gereken istikametli düşünmede zorluk çekmezler.
Memleketimizde gizli dinsiz komitenin varlığını ilk tesbit eden ve dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri 1947 lerde yazdığı bir mektupta diyor ki:
«Otuz sene evvel Darü’l-Hikmet âzâsı iken, birgün, arkadaşımızdan ve Darü’l-Hikmet âzâsından Seyyid Sadeddin Paşa dedi ki:
“Kat’î bir vasıta ile haber aldım; kökü ecnebîde ve kendisi burada bulunan bir zındıka komitesi, senin bir eserini okumuş. Demişler ki: ‘Bu eser sahibi dünyada kalsa, biz mesleğimizi (yani zındıkayı, dinsizliği) bu millete kabul ettiremeyeceğiz. Bunun vücudunu kaldırmalıyız’ diye senin idamına hükmetmişler. Kendini muhafaza et.”
Ben de “Tevekkeltû alâllah, ecel birdir, tagayyür etmez” dedim.
İşte bu komite, otuz sene, belki kırk seneden beri hem tevessü etti, hem benimle mücadelede herbir desiseyi istimal etti. İki defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa oldu). En son dehşetli plânları, sabık Dahiliye Vekilini ve Afyon’un sâbık Vâlisini, Emirdağının sabık kaymakam vekilini aleyhime sevk etmeleriyle, resmî hükûmetin nüfuzunu bütün şiddetiyle aleyhimde istimal etmeleridir. Benim gibi zayıf, ihtiyar, merdumgiriz, fakir, garip, hizmete çok muhtaç bir biçâreye o üç resmî memurlar, aleyhimde öyle bir propaganda ve herkesi korkutmak o dereceye gelmiş ki, bir memur bana selâm etse, haber aldıkları vakitte değiştirdikleri için, casusluktan başka hiçbir memur bana uğramadığını ve komşularımın da bazıları korkularından hiç selâm etmediklerini gördüğüm halde, inayet ve hıfz-ı İlâhî bana bir sabır ve tahammül verdi. Emsalsiz bu işkence, bu tazyik, beni onlara dehalete mecbur etmedi.» (Emirdağ Lâhikası-l sh:193)
GİZLİ DİNSİZLERE ZAAF GÖSTERİLMEZ!
Önce Risale-i Nur cemaatına ve dolayısiyle umuma bakan tavsiyeler
«Risale-i Nur’dan ve benden çekinmek ve inkâr etmek ve bizi ezmek isteyen gizli kuvvete dalkavukluk etmek gibi tedbirleri yapanların zarardan başka hiçbir menfaatleri yoktur. Sizi temin ederim, eğer bilseydim ki benden teberri etmekle kurtulacaksınız, beni tahkir ve ihanet ve gıybet etmeye izin verip helâl ederdim. Fakat, bizi ezmek isteyen gizli kuvvet sizi biliyor, aldanmıyor; za’fınızdan, teberrînizden cesaret alır, daha ziyade ezer..» (Tarihçe-i Hayatı sh: 431)
«Şimdi Nurcuları ürkütmek, zayıf bir damar bulup nazarlarını başka tarafa çevirmeye bazı bahaneleri buluyorlar. İnşaallah, demir gibi metin Nurcuların kahramanane sebatları ve tahammülleri ve mücahid-i ekber olan Nurun hakikatleri, onun elinde birer elmas kılıç bulunan şakirdlerin şahs-ı mânevîsinin pek harika fedakârlığı, onların bu plânını da akîm bırakacak. (Tarihçe-i Hayatı sh: 596)
«Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zâhiren teberri ediyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların teberrisini ve bana karşı içtinaplarını, o ehl-i dünyaya sadakate değil, belki bir nevi riyaya, vicdansızlığa hamledip o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.
Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan teberri edip kaçmayınız. Çünkü, inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden teberriyle kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade istihkak kesb edersiniz. Hem ne var ki evhama düşüyorsunuz?» (Mektubat sh: 70)
«… canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyleyse dostlar müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.
وَلاَ تَرْكَنُوا اِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ (Hûd Sûresi, 11:113) âyet-i kerimesi fermanıyla, zulme değil yalnız âlet olanı ve taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi dehşetle ve şiddetle tehdit ediyor. Çünkü, rıza-yı küfür küfür olduğu gibi, zulme rıza da zulümdür.
İşte, bir ehl-i Kemal, kâmilâne, şu âyetin çok cevâhirinden bir cevherini şöyle tabir etmiştir:
Muîn-i zâlimîn dünyada erbâb-ı denâettir,
Köpektir zevk alan seyyâd-ı bî-insâfa hizmetten. » (Mektubat sh: 361)
Müslümanların dinden gelen anlayışlarına ve şeair denen yaşayış ve kıyafetlerine kadar uzanan ve din ve vicdan hürriyetlerine ters düşen müdahalelerin şiddetli mes’uliyetini hatırlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor:
«Nasıl “hukuk-u şahsiye” ve bir nevi hukukullah sayılan “hukuk-u umumiye” namıyla iki nevi hukuk var. Öyle de, mesâil-i şer’iyede bir kısım mesâil, eşhâsa taallûk eder; bir kısım umuma, umumiyet itibarıyla taallûk eder ki, onlara “şeâir-i İslâmiye” tabir edilir. Bu şeâirin umuma taallûku cihetiyle, umum onda hissedardır. Umumun rızası olmazsa, onlara ilişmek, umumun hukukuna tecavüzdür. O şeâirin en cüz’îsi (sünnet kabilinden bir meselesi) en büyük bir mesele hükmünde nazar-ı ehemmiyettedir. Doğrudan doğruya umum âlem-i İslâma taallûk ettiği gibi, Asr-ı Saadetten şimdiye kadar bütün eâzım-ı İslâmın bağlandığı o nuranî zincirleri koparmaya, tahrip ve tahrif etmeye çalışanlar ve yardım edenler, düşünsünler ki, ne kadar dehşetli bir hataya düşüyorlar. Ve zerre miktar şuurları varsa titresinler!» (Mektubat sh: 396)
«İşte, ey kardeşlerim! Eğer ehl-i ilhâdın dalkavukları sizi korkutmakla kudsî cihad-ı mânevînizden vazgeçirmek için size hücum etseler, onlara deyiniz:
“Biz hizbü’l-Kur’ân’ız. اِنّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَ اِنّا لَهُ لَحَافِظُونَ (Hicr Sûresi, 15:9.) sırrıyla, Kur’ân’ın kalesindeyiz.
حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173) etrafımızda çevrilmiş muhkem bir surdur. Binler ihtimalden bir ihtimalle şu kısa hayat-ı fâniyeye küçük bir zarar gelmesi korkusundan, hayat-ı ebediyemize yüzde yüz, binler zarar verecek bir yola bizi ihtiyarımızla sevk edemezsiniz.”» (Mektubat sh: 415)
«Ey kardeşlerim! İngiliz gibi cebbar bir hükûmetin istilâ ettiği bir zamanda, bu tarzda matbaa lisanıyla onlara mukabele etmek, tehlike yüzde yüz iken hıfz-ı Kur’ânî bana kâfi geldiği halde, size de yüzde bir ihtimalle ehemmiyetsiz zalimlerin elinden gelen zararlara karşı, elbette yüz derece daha kâfidir.
Hem, ey kardeşlerim, çoğunuz askerlik etmişsiniz. Etmeyenler de elbette işitmişlerdir. İşitmeyenler de benden işitsinler ki, en ziyade yaralananlar, siperini bırakıp kaçanlardır. En az yara alanlar, siperinde sebat edenlerdir.
قُلْ اِنَّ اْلمَوْتَ الَّذِى تَفِرُّونَ مِنْهُ فَاِنَّهُ مُلاَقِيكُمْ (Cum’a Sûresi, 62:8.) mânâ-yı işarîsiyle gösteriyor ki, firar edenler, kaçmalarıyla ölümü daha ziyade karşılıyorlar.» (Mektubat sh: 417)
«Madem hakikat budur; biz de bütün kuvvetimizle deriz:
Ey dinini dünyaya satan ve küfr-ü mutlaka düşen bedbahtlar! Elinizden ne gelirse yapınız. Dünyanız başınızı yesin ve yiyecek. Yüzer milyon kahraman başlar feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun! Her ceza ve idamınıza hazırız. Hapsin harici, bu vaziyette, yüz derece dahilinden daha fenadır. Bize karşı gelen böyle bir istibdad-ı mutlak altında hiçbir hürriyet—ne hürriyet-i ilmiye, ne hürriyet-i vicdan, ne hürriyet-i diniye—olmamasından, ehl-i namus ve diyanet ve tarafdar-ı hürriyet olanlara ya ölmek veya hapse girmekten başka bir çare kalmaz.
Biz de اِنَّا لِلّهِ وَاِنَّااِلَيْهِ رَاجِعُونَ (Bakara Sûresi, 2:156) diyerek Rabbimize dayanıyoruz.» (Şualar sh: 280)
«…. bir kısım gizli zındıklar şeytanetiyle bazı resmî memurları aldatarak evhamlandırıp, aleyhimize sevk etmek var. Biz de deriz:
Değil böyle bir kaç vehhamı, belki dünyayı aleyhimize sevk etseler, Kur’ân’ın kuvvetiyle, Allah’ın inâyetiyle kaçmayız. O irtidatkâr küfr‑ü mutlaka ve o zındıkaya teslim-i silâh etmeyiz!» (Şualar sh: 292)
Bediüzzaman Hazretleri millî vicdanın ve umumî hissiyatın din düşmanlarına karşı metanetini ve canlılığını korumasına vesile olan hapishanede kalmasının lüzumunu anlatırken de diyor ki:
«Sizin tahliyeniz bu hakikate zarar vermez; fakat benim beraetim, zarardır. Umum âlem-i İslâmı alâkadar eden bir hakikatin hatırı için değil yalnız dünya hayatını, belki lüzum olsa uhrevî hayatımı ve saadetimi dahi ehl-i imanın Risale‑i Nur ile saadetleri için feda etmeyi nefsim de kabul ediyor.» (Şualar sh: 325) deyip hak yolunda a’zamî fedakârlığı fiilen gösterip, bu asrın dehşetli ve sinsi nifak cereyenına karşı açtığı manevî cihadda idam tehlikelerine karşı göğüs gerip önde gitmekle ehl-i imana manevî cesaret vermiştir.
Evet ehl-i imanın sinsi nifak cereyanını gereği gibi tanıyamaması, onlara aldanmasına sebebdir. Bu ise insanı ebedî helâkete götürür. O halde sinsi cereyana dostane tavır göstermek, ehl-i imanın manevî helâketine kapı açmak demektir. İşte Bediüzzaman hazretlerini bu tarzdaki merdane tavırları, ehl-i imanın ebedî selâmetine baktığını cidden anlamak gerekiyor.
Bediüzzaman Hazretleri ikaz ve irşadlarına bakan ifade ve beyanlarının nakline devam ediyoruz:
«Zaten meseleyi uzatacak ehemmiyetli kitapları ve evrakları ve müdafaaları dahi Ankara’ya göndereceğini, mahkeme reisi o gün söyledi. Elbette şimdi yetişmiş. Şimdi benim muntazam ve izahlı iki müdafaanamem gitse, belki meseleyi çabuk halleder, mesele uzanmaz, tâcil eder; çabuk aile sahipleri kurtulurlar. Fakat ben ve benim gibi alâkasızlar kurtulmaya değil, belki hakaik-i imaniyeyi mülhidlere, mürtedlere karşı müdafaa etmek için, en müsait bir yer olan hapiste kalmak lâzımdır.» (Şualar sh:326)
«Hem eğer başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa, hergün biri kesilse, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan bu başı zendekaya ve küfr-ü mutlaka eğmem ve bu hizmet-i imaniye ve nuriyeden vazgeçmem ve geçemem.» (Şualar sh: 351)
«Risale-i Nur’a mübareze edemezsiniz ve etmeyiniz. Onu mağlûp edemezsiniz. Mübarezede millet ve vatana büyük zarar edersiniz. Fakat şakirtlerini dağıtamazsınız. Çünkü, hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası yolunda kırk elli milyon şehid veren bu vatandaki geçmiş ecdatlarımızın ahfadlarına bu zamanda hakikat-i Kur’âniyenin muhafazası ve âlem-i İslâmın nazarında eskisi gibi dindarâne kahramanlıkları terk ettirilmeyecek. Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirtler, ruh u canıyla o hakikate bağlıdırlar. Ve o hakikatin bir aynası olan Risale-i Nur’u terkedip, o terk ile vatan ve millet ve âsâyişe zarar vermeyeceklerdir.» (Şualar sh: 398)
Bediüzzamanın cebbar kumandanlara karı örnek teşkil eden metaneti ibret nazarına arzeden bir beyanı:
«Rusun Başkumandanı kasten önünden üç defa geçtiği halde ayağa kalkmayan ve tenezzül etmeyen ve onun idam tehdidine karşı izzet-i İslâmiyeyi muhafaza için ona başını eğmeyen; İstanbul’u istilâ eden İngiliz Başkumandanına ve onun vasıtasıyla fetva verenlere karşı, İslâmiyet şerefi için, idam tehdidine beş para ehemmiyet vermeyen ve“Tükürün zâlimlerin o hayâsız yüzüne!” cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli mebus içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, “Namaz kılmayan haindir” diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, “Şeriatın tek bir meselesine ruhumu feda etmeye hazırım” deyip dalkavukluk etmeyen; ve yirmi sekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’âniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki, “Sen Yahudi ve Hıristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ulemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz” denilse, elbette öyle herşeyini hakikat-i Kur’âniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, Cehenneme de atılsa, kat’iyen; yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek…» (Emirdağ Lâhikası-ll sh:166)
AVRUPALILAŞMAK MEYLİNE ÇARELER
Şer cereyanının te’siri altında Risale-i Nur’a gelen serbestiyet, âlem-i İslâm’da Nurların devam edegelen merdane tavrına su-i zann ve manevî zarara yol açabileceğine şöyle dikkat çekilir:
«Mahkemelerin tehirinde hayır var. Şimdiye kadar Nura ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki, bu tehirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:
Hariç âlem-i İslâmda Nurun ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nurun serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâmda Nurların hakikî ihlâsına böyle bir şüphe gelecekti ki, ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, zaaf gösteriyorlar diye, Nurun kıymetine büyük zarar olduğu için, bu tehir o evhamları izale eder. Ve ispat ediyor ki, otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 107)
«Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi, yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikate dayanmaya pekçok muhtaç bulunan avâm-ı ehl-i iman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle, sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, bir hakikat var, hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlûp olmaz diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.» (Şualar sh: 320)
«Yüzer milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikate başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-i Kur’âniyeye feda olan başlar, zendekaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyesinden vazgeçmeyecekler inşaallah!» (Lem’alar sh: 262)
Evet «… mahkemelerde, “Başımdaki saçlarım adedince başlarım bulunsa ve her gün biri kesilse, zındıkaya ve dalâlete teslim-i silâh edip vatan ve millet ve İslâmiyete hıyanet etmem, hakikat-i Kur’âna feda olan bu başımı zâlimlere eğmem” diyen.» (Ş: 450} Bediüzzaman hayatı boyunca Kur’ana istinaden aynı merdane yolu takib edip talebelerine de şu tarzda tavsiyede bulunmuştur:
Risale-i Nur eserlerinde serpilmiş bulunan mezkür manadaki pek çok ikaz ve beyanlarla yapılan telkinlerin neticesi, ehl-i imanı sinsice ifsad etmeye çalışan müfsid cereyanların şerlerini anlayıp Müslümanların onlardan uzak durmalarını te’min etmektir.
Mevcud cemiyet hayatının gözler önünde görünen sefih durumu, bu ifsadın varlığını ve vehametini apaçık isbat eder. Eğer Bediüzzaman Hazretlerinin bütün Külliyatında serpilmiş bulunan mezkür tarzdaki ikaz ve tavsiyelerinin sosyolojik te’sirler cihetinde taşıdığı derin mana ve ince hikmetlerini, yani bozuk cemiyetin sefahete itici menfi te’sirlerini gereği gibi anlıyarak neşir ve izhar ve tedrislerle telkin edilip o ikazlara dikkat çekilseydi ve bütün imkânlar Anadolu sathında bu hayatî meseleye tahşid edilseydi, milletimizin ekseriyeti, mevcud sefahet hayatına özenmek değil belki nefretle bakıp ve o hayattan uzak durup uhrevî hayatları da kurtulurdu ve bu dehşetli anarşik durumların da inayet-i İlâhiye ile meydana gelmeyeceği kuvvetle muhtemeldi.
Bediüzzaman Hazretlerinin gayr-ı resmî olarak giriştiği ve Türkiye çapında yürüttüğü manevî irşad, telkin, tedris ve tebliğ hareketi, özellikle dar dairede tabir edilen talebeler tarafından sinsi ifsadat gereği gibi anlaşılıp tebliğ ve telkin edilmesi ve dikkat çekilmesi gayet ehemmiyetlidir.
Evet mütesanid bir cemaatın şuurlu anlayış ve yaşayışı ile beraber fikir ve söz birliği halindeki tebliği dahi müessiriyet bakımından meselemizin özünü ve temelini teşkil eder. Nitekim nifak cereyanları dahi bu mezkür tesanüd tarzı ile hareket edip efkâr-ı ammeyi kendi menfi maksadlarının lehine çevirmeğe çalıştıkları da malumdur.
Evet tebliğdeki tesirin mühim bir sebebi tesanüd iken, bu tesanüdü ve te’siri kıran haksız itirazların mes’uliyetine dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Şimdi bu zamanda ejderhalar, ifritler hükmünde dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribatları zamanında, müdafaamda, bende görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım hükmüne geçmektir..» (Emirdağ Lahikası-ll sh: 153)
Evet «…. bilerek veya bilmeyerek, zındıka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tâzip ediyorlar. Öyleyse, onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıkayı okşamak demektir.» (Mektubat sh: 74)
«Kardeşlerim, madem bir kısmın mâhiyetleri bu tarzdır; onlara, o kısma teslim olmak, bir nevi intihardır, İslâmiyetten pişman olmaktır, belki dinden insilâh etmektir. Çünkü o derece ilhadda taassup etmiş ki, bizim gibilerden yalnız teslimiyetle ve tasannu ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dünyaya çalış” derler..» (Şualar sh: 335)
Bütün bu ders ve ikazlar herkese bakan derslerdir. Bir ferd bu dersleri nazara alacağı gibi, milletin selâmet ve istikametinin mes’uliyetini taşıyan ictimaî ve siyasî şahıslar daha çok nazara almalıdırlar.
Bu dersler, dinden kopuk düşüncelerin mahsulü değil, Bediüzzaman Hazretleri gibi söz sahibi olan Zatın Kur’an ve sünnet müvacehesinde ortaya koyduğu derslerdir.
Şer’î kaideler dairesinde Risale-i Nurun makbuliyetini bildiren Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
“Ülema-i İlm-i Kelâm’ın ve Usûl-üd Din allâmelerinin ve Ehl-i Sünnet Velcemaat’ın dâhî muhakkiklerinin İslâmî akidelere dair çok tedkik ve muhakematla ve âyât ve hadîsleri müvazene ile kabul ettikleri Usûl-üd Din düsturları, şimdiki Risale-i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet veriyor.” (Emirdağ Lahikası-l sh: 210)
ÂLEM-İ İSLÂMIN MÜTECAVİZLERE KARŞI GEREKEN TAVRI
Buraya kadar nazara verilen Nurun dar dairesinden gizli dinsizlik cereyanına karşı gereken merdane tavırlar, İslâm millet ve devletlerinden de tam tesanüdle beraber aynı merdane tavırlar, mütecaviz cereyanlara karşı gerekmekte olduğuna dikkat çeken Bediüzzaman Hazretlerinin bahsimizle alâkalı bazı beyanları vardır.
Öncelikle nazara alınacak olan husus, İslâm millet ve devletlerinin birleşmesi ve dayanışmasıdır. Hadiste: “…en teda’a aleyküm-ül- ümem…” (İbn-i Hanbel 5/278 . Tafsilat için İslam Prensipler ansiklopedisi 1975/1. Parağrafına bakınız. ) Yani Âlem-i İslâmı ele geçirmek için gizli şer cereyanı gayr-ı müslim devletleri güç birliğine çağıracağı haberindeki ikaza uyarak Âlem-i İslam sür’atle ittifak etmelidir.
Bediüzzaman Hazretleri şark ve cenubdaki Kürd ve Arab Müslüman kardeşlere karşı muhalefetin zararlarını anlatırken diyor ki:
“Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebi tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki etmek, öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez. Âdeta bir sineğin ısırmaması için, müdhiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip belki manen onlara yardım edip, menfî unsuriyet fikriyle şark vilayetlerindeki vatandaşlara veya cenub tarafındaki dindaşlara adavet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehaliki ile beraber; o cenub efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenubdan gelen Kur’an nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.
İşte o dindaşlara adavet ise; dolayısıyla İslâmiyete, Kur’ana dokunur. İslâmiyet ve Kur’ana karşı adavet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adavettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim diye, iki hayatın temel taşlarını harab etmek; hamiyet değil, hamakattır!” Mektubat:323
“Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: "Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zendeka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.” (Mekktubat sh: 270)
“İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?
O düşman daireler ehl-i dalalet ve ilhaddan tut, tâ ehl-i küfrün âlemine, tâ dünyanın ehval ve mesaibine kadar birbiri içinde size karşı zararlı bir vaziyet alan, birbiri arkasında size hiddet ve hırs ile bakan, belki yetmiş nevi düşmanlar var. Bütün bunlara karşı kuvvetli silâhın ve siperin ve kal’an: Uhuvvet-i İslâmiyedir. Bu kal’a-i İslâmiyeyi, küçük adavetlerle ve bahanelerle sarsmak; ne kadar hilaf-ı vicdan ve ne kadar hilaf-ı maslahat-ı İslâmiye olduğunu bil, ayıl!.” (Mektubat sh: 269)
AVRUPA’DAN DECCALÂNE BİR VAHŞET
Avrupa ve medeniyet dünyasının azgın kısmının İslâm âlemine deccalane tecavüz edeceğine haber verilmiştir. Bu haberin şiddetli devresi, Risale-i Nur eserinden Şualar adlı kitabın 270. sahifesinde ve rumî ve hicrî tarihleri itibariyle nazara verilen 1417 yani, miladî 1997-2002 seneleriyle münasebetdar olsa gerektir.
Bediüzzaman Hazretlerinin verdiği haber aynen şöyledir:
«Ehemmiyetli bir endişe ve bir tesellî kalbime geliyor ki:
Bu geniş boğuşmaların neticesinde, eski Harb-i Umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da, deccalâne bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi tesellîye medar, âlem-i İslâmın tam intibahiyle ve yeni dünyanın, Hıristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve İncil, Kur’ân’a ittihad edip tâbi olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semâvî bir muavenetle dayanıp inşaallah galebe eder.” (Emirdağ Lâhikası-l sh: 58)
Bu parağrafda geçen “Avrupa” kelimesiyle daha çok Avrupa ve Amerika kıtalarındaki gayr-ı müslim millet ve devletler kasd edilir. Beyn-elmilel dağınıklıkta olan yahudiler ise daha çok tahrik ve iğfal sahasında yürürler.
Evet, giderek azgınlaşan gizli ifsad cereyanının tecavüzü Âl-i Beytin feveranına sebeb olacağını Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder:
“Böyle bir cemaat-ı azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyic edecek ve uyandıracak hâdisat-ı azîme vücuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir hamiyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdi başına geçip, tarîk-ı hak ve hakikata sevkedecek.” (Mektubat sh: 441)
ZARURET HALLERİNİN HARİKA NETİCELERİ OLUR
“Korkaklıkta darb-ı mesel hükmünde olan tavuk, çocukları yanında iken şefkat-i cinsiyesiyle camuşa saldırır.
İşte dehşetli bir cesaret.
Hem darb-ı mesel olmuş, keçi, kurttan havfı, (ızdırar) vaktinde mukavemete inkılab eder, boynuzuyla kurdun karnını deldiği vaki’dir.
İşte hârika bir şecaat.
Fıtrî meyelan, mukavemetsûzdur. Bir avuç su, kalın bir demir gülle içinde atılsa, kışta soğuğa bırakılsa, meyl-i inbisat demiri parçalar.
Evet şefkatli tavuk cesareti, hamiyetli keçi ızdırarî şecaatı gibi fıtrî bir heyecan, demir güllede su gibi zulmün bürudetli husumet-i kâfiranesine maruz kaldıkça herşeyi parçalar. (Rus mojikleri buna şahiddir.)
Bununla beraber imanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mu’cizeleri gösterebilir.
Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat
Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem.”
(Sünühat-Tuluat- İşarat sh: 54)
İslâm nokta-i nazarında galibiyet ve mağlubiyetin hikmetlerinden bazılarını anlatan yarı manzum bir ders ile son veriyoruz:
“Bir hak bilkuvve kalmış, yahut kuvvetsiz kalmış, ya mahluttur, hem mahşuş.
(Kur’anda, 2:42 ve3:71. âyetlerinde olduğu gibi ve hadiste de “decl” denilen, hak ile bâtılın karışıklığı manasında.)
Ona da bir inkişaf, ya bir taze kuvvet vermek lâzım gelmiştir.
Mühezzeb ve müzehheb (Hak-bâtıl karışıklığını tefrik ile hakkı izhar edip manen parlatmak manasında) yapmak için, muvakkat bâtıl ona musallat, tâ ki sebike-i hak (Hak altın külçesi. Yani saf altın gibi değeri olan hak) ne miktar lüzum vardır
Tâ mahz ve hâlis çıksın. Mebadide, dünyada bâtıl etse galebe, fakat kazanmaz harbi. "Akibet-ül müttakin" ona vurur bir darbe!
(Gerçek galebe ehl-i hakkın olacağını müjdeleyen âyet.)
İşte bâtıl mağlubdur. "El-hakku ya’lu" sırrı onu çarpar ikaba; işte hak da galibdir.” (Sözler sh: 726)