İslam tarihinde, hatta dünya insanlık tarihinde dine ve dindarlara en dehşetli zulmü yapan “İslam Deccalı”nın zuhur ettiğini Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri 1922 yılında Ankara’ya gittiğinde ve Meclise davet edildiğinde görür.
Ayrıca bütün insanlık dünyasında te’siri olacak dinsizliğin, materyalizmin, ateizimin de fikir sahasında faaliyette olduğunu tesbit eder. Buna da “Büyük Deccal” der. Her iki deccalle ilgili rivayetleri ve onlarla mücadele devrelerini ve şekillerini Risale-i Nur eserlerinde beyan eder. Şöyle ki:
“Bediüzzaman, rivayetlerde gelen eşhas-ı âhirzamana ait haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da te’vilini söylediği Hadîslerin ihbar ettiği âhirzamanın dehşetli şahıslarının Âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür.
Ve yine gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbül-Kur’an hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset cânibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’anın nurlariyle mukabele edilebilir.” tavsiyesine müraatla, Ankarada teşrik-i mesai edemiyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Dar-ül-Hikmet-il-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem Vilâyât-ı Şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez.
Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım mebusların da arzularına uyamıyacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernebad Suyu başında bir mağaracıkda idâme-i hayat etmeye başlar…” (Tarihçe-i Hayatı sh: 147)
Bu tesbit çok önemlidir. Müslümanların Bediüzzamanın bu tesbitine dikkat etmesi gerekir. Tâ ki, neyle karşı karşıya olduklarını bilsinler.
DEVLETİN TAMİR EDİLMESİ
Bu gün hala devam eden dehşetli dinsizlik, istibdad devrinden devlet nasıl kurtulabilir? Bediüzzaman Hazretleri bunun çarelerini Kur’anın feyziyle göstermiştir. İlk ikazını Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreterine yapmıştır. Milletin ve İslamın aleyhine yapılan tebdillerin düzeltilmesini istemiştir. Daha 1946 da demiştir ki:
“Eğer şimdi siz kâtib-i umumî olduğunuz hamiyetperver, milliyetperver adamlar, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usûlleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılab namında yaptıkları icraatı esas tutarak mevcud haseneleri ve inkılab iyiliklerini onlara verip ve mevcud dehşetli kusurları millete verilse, o vakit üç-dört adamın seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir manevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılabçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.
Sâlisen: Size karşı elbette çok cihetlerde dâhilî ve haricî muarızlar var. Ben dünya ve siyasetin haline bakmadığım için bilemiyorum. Fakat beni bu senede çok sıkıştırdıkları için mecburiyetle sebebine baktım ki, size karşı bir muarız çıkmış. Eğer o muarız mükemmel bir reis bulup hakaik-i imaniye namına çıksa idi, birden sizi mağlub ederdi. Çünki bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfüru’ etse de kalben bağlanmaz.
Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayıd altında kalamaz; istibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatın çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip sizin zekâvetinize havale ediyorum.
Bu asrın Kur’ana şiddet-i ihtiyacını hissetmekte İsveç, Norveç, Finlandiya’dan geri kalmamak size elzemdir. Belki onlara ve onlar gibilere rehber olmak vazifenizdir. Siz, şimdiye kadar gelen inkılab kusurlarını üç-dört adamlara verip şimdiye kadar umumî harb ve sair inkılabların icbarıyla yapılan tahribatları -hususan an’ane-i diniye hakkında- tamire çalışsanız, hem size istikbalde çok büyük bir şeref ve âhirette büyük kusuratlarınıza keffaret olup, hem vatan ve millet hakkında menfaatli hizmet ederek milliyetperver, hamiyetperver namına müstehak olursunuz.” (Emirdağ Lahikası-I sh: 219)
1925-1950 yıllarında yirmibeş sene devam eden ve istediğini yapan bu kemalist yapılanma 1950 den bugüne kadar sağ iktidarlar dönemlerinde bir derece veya birkaç derce kırılmakla birlikte bugüne kadar darbeler ve değiştirilen anayasal kanunlarla kuvvet kazanarak genişlemiştir.
İslam toplumunda şöyle bir kaide vardır: “Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber…” diyerek cemiyete zararlı sosyal yapının tamire edilmekle beraber menfilikler öncelikle temizlenmelidir. Malum İslam temiz yere gelir ve hayatiyetini devam ettirir.
Evvela bu kemalist yapı anayasadan ve devletten temizlenmelidir. Diğer örgüt yapılanmaları (PKK,FETÖ) bu kemalist sistem tarafından üretilmiş ve korunmuştur. (Apo’nun başlarda devletin istihbarat örgütüyle irtibatı defalarca yazıldı. Fetö’nün de yerli istihbaratın ve dış güçlerin nasıl himayesinde büyüdüğünün şahidiyiz.)
SİYASETÇİNİN GELECEĞİ
Devlet zararlı ideolojilerden temizlenirken, güçlü olmak ve güçlü kalabilmek için arkasını dayayabileceği ve gerektiğinde destek alabileceği cereyanlara ihtiyaç vardır. Bunun teşekkülü öncelikle yapılmalıdır. Bu da Yavuz Sultan Selim’in başlattığı ve Sultan Abdülhamid Han zamanında ehemmiyet kazanan İslam Birliğinin yeniden ihya edilmesidir.. Dindar siyasetçilerin önceliği bu düşünce olmalıdır. Üstad Bediüzzaman bu gerçeği şöyle ifade eder:
“Şimdi milletin arzusuyla şeair-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yegânesi; ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır.
Eski zamanda İngiliz, Fransız, Amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muarız değil; belki muhtaçtırlar. Çünki komünistlik, masonluk, zındıklık, dinsizlik; doğrudan doğruya anarşistliği intac ediyor.
Ve bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve ancak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur. Ve bu hakikata binaen Demokratlar bütün kuvvetleriyle bu hakikata istinad edip komünist ve masonluk cereyanına karşı vaziyet almaları zarurîdir.” (Emirdağ Lahikası II sh: 25)
AVRUPA VE AMERİKA DA MECBUR OLACAK!…
Üstad Bediüzzaman demokrat idarelerde milletin iradesi ile iktidara gelen hükümete der ki:
“Şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’aniyeye dayanmak ve hizmet etmektir. Bununla ihtiyat kuvveti olan üçyüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma tarafdar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için; hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ana ve ittihad-ı İslâma tarafdar olmağa mecburdurlar.” (Emirdağ Lahikası.II sh: 54)
İSLAM BİRLİĞİ FİKRİ
Bediüzzaman Hazretleri Osmanlının son devrinde, ısrarla İslam birliğini ihya etmek ve o çerçevede ümmetin toparlanmasını arzu etmiştir. Aksi halde Osmanlının dayanamayacağını görmüştür. İslamın geleceğini düşünen münevverler (Namık Kemal, Celaleddin-i Afgani, Mehmed Akifler ve Bediüzzaman Said Nursi) hepsi İttihad-ı İslamdan başka çare yok diye çok çırpınmışlardır.
Said Nursi Hazretleri bir eserinde kısaca İslam Birliğini şöyle izah etmiştir:
“S- Daima ittihad-ı İslâmdan bahsedersin. Sen bize tarif et?
C- İki Mekteb-i Musibet Şehadetnamesi ismindeki eserimde tarif etmişim. Şimdi ileride o kasr-ı muallânın bir taşını, bir nakşını göstereceğim. İşte, kâ’be-i saadetimiz olan ittihad-ı münevver-i İslâmın Hacer-ül Esved’i, Kâ’be-i Mükerremedir; ve dürret-i beyzası, Ravza-i Mutahhara’dır; Mekke-i Mükerreme’si, Ceziret-ül Arab’dır; Medine-i medeniyet-i münevveresi, tam hürriyet-i şer’iyeyi tatbik eden Devlet-i Osmaniye’dir.” (Münazarat sh: 72)