Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin
AVRUPA’YA BAKIŞI
“Firengistan diyarı, Hristiyan şevketi dairesidir. Istılahat-ı şer’iyenin maânîsini ve kelimat-ı mukaddesenin mefahimini lisan-ı hal ile telkin edecek ve ihsas edecek bir muhit olmadığından;..” (Mektubat – 433)
İsviçredeki minare yasağını üzerine her kesimde şaşkınlık hüküm sürmektedir. Halbuki ne zaman Avrupa İslama kapılarını açtı ki, bu yasak yadırganıyor. Avrupadan İslam adına ne bekleniyor? Yoksa birileri bizi aldatıyor mu? Üstteki ifadeden de anlaşılıyor ki, “Firengistan” denilen Avrupa kıtası Hristiyanlığın bütün gösterişiyle hüküm sürdüğü yerdir. Ve oraları İslamı sembolize eden milletler ve ülkeler değildir.
Elbette geçen asırda ve bu asırda Avrupanın ilerlemesinden, “medeniyet harikaları” denen aletlerden istifade edilecek ve alınacaktır. Zaten bu harikalar insanlığın ortak malıdır. Bu gerçeği Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder:
“Bunu da inkâr etmem: Medeniyette vardır mehasin-i kesîre.. lâkin
onlar değildir ne Nasraniyet malı, ne Avrupa icadı,
Ne şu asrın san’atı.. Belki umum malıdır: Telahuk-u efkârdan, semavî şerâyi’den, hem hacat-ı fıtrîden, hususan şer’-i Ahmedî,
İslâmî inkılabdan neş’et eden bir maldır. Kimse temellük etmez.” (Sözler – 715)
Fakat İkinci Harbi Umumiden sonraki Avrupanın durumu, Risale-i Nur Külliyatında eskisinden biraz farklı olarak izah edilmiştir.
İkinci Harbi Umuminin dehşet ve vahşetini bütün açıklığıyla gören Avrupa devletleri, hususan insan hakları ve sulh yolunda önemli tedbirler aldılar. İslamiyetin insanlığa getirdiği saadet düsturlarından da istifade ettiler. Mesela: Ferdin hakkını hiçbirşeye feda etmeyen Kur’an düsturunu anayasalarının değişmez kaidesi yaptılar. Bu noktaları da Üstad Hazretleri “Leyle-i Kadir’de İhtar Edilen Bir Mes’ele-i Mühimme” başlığıyla mektup olarak yayınladı ve izah etti.
Emirdağına mecburi ikamet olarak ilk gelişi olan 1944 sonlarından 1948 başında Afyon Hapsine gidinceye kadar kaldığı birinci devrede bir hadise ki, kıyafetine müdahele edilir. Bu durumu ve kendi cevabını şöyle anlatır:
“Sonra o zalim, dünyaca büyük makamlarda bulunan bedbahtlar dediler:
"Sen yirmi senedir birtek defa takkemizi başına koymadın, eski ve yeni mahkemelerin huzurunda başını açmadın, eski kıyafetin ile bulundun. Halbuki onyedi milyon bu kıyafete girdi."
Ben de dedim: Onyedi milyon değil, belki yedi milyon da değil, belki rızasıyla ve kalben kabulüyle ancak yedi bin Avrupaperest sarhoşların kıyafetlerine ruhsat-ı şer’iye ve cebr-i kanunî cihetiyle girmektense; azimet-i şer’iye ve takva cihetiyle, yedi milyar zâtların kıyafetlerine girmeyi tercih ederim.” (E:13)
Bu mektupta Avrupayı teknik olarak değil de kılık kıyafet cihetinde örnek alanlara cevap vardır.
İkinci Dünya Harbi sonrası yeniden paylaşılan ve şekillenen Avrupa hakkında başka bir endişesini ve ona karşı ümidini, şartlarıyla birlikte ortaya koyar ve der ki:
“Yalnız ehemmiyetli bir endişe ve bir teselli kalbime geliyor ki; bu geniş boğuşmaların neticesinde eski harb-i umumîden çıkan zarardan daha büyük bir zarar, medeniyetin istinadı, menbaı olan Avrupa’da deccalane bir vahşet doğurmasıdır. Bu endişeyi teselliye medar;
* Âlem-i İslâm’ın tam intibahıyla ve
* Yeni Dünya’nın, Hristiyanlığın hakikî dinini düstur-u hareket ittihaz etmesiyle ve
* Âlem-i İslâmla ittifak etmesi ve
* İncil, Kur’ana ittihad edip tâbi’ olması, o dehşetli gelecek iki cereyana karşı semavî bir muavenetle dayanıp inşâallah galebe eder.” (E:58)
Yeni Dünya düzeni dedikleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında gelecek dehşetli deccalane iki tehlikeye karşı dayanabilme noktalarını nazara veren Bediüzzaman Hazretleri der ki:
“Risale-i Nur bu mübarek vatanın manevî bir halaskârı olmak cihetiyle şimdi iki dehşetli manevî belayı def’etmek için matbuat âlemiyle tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.
O dehşetli beladan birisi: Hristiyan dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı, bu vatanı manevî istilasına karşı Risale-in Nur, sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir. Ve âlem-i İslâmın bu mübarek vatanın ahalisine karşı pek şiddetli itiraz ve ittihamlarını izale etmek için matbuat lisanıyla konuşmak lâzım gelmiş diye kalbime ihtar edildi.
Ben dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa’da istilakârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilasına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi; âlem-i İslâmın ve Asya kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmî neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.” (E:102)
Bu bahislerde anlatılan iki dehşetli cereyanın birisi; Komünizm, birisi de Avrupanın menfi kanadı olan ve İslam dünyası ile aramızın açılması ve bu memlekette dini hizmetlerin söndürülmesi için çalışan; İfsad komitesidir. Şöyle ki:
“Evet hariçte iki dehşetli cereyana karşı bu kahraman millet, Kur’an kuvvetiyle dayanabilir. Yoksa küfr-ü mutlakı, istibdad-ı mutlakı, sefahet-i mutlakı ve ehl-i namusun servetini serserilere ibahe etmesini âlet ederek dehşetli bir kuvvetle gelen bir cereyanı durduracak; ancak İslâmiyet hakikatıyla mezcolmuş, ittihad etmiş ve bütün mazideki şerefini İslâmiyette bulmuş bu millet dayanabilir.
Bu milletin hamiyetperverleri ve milliyetperverleri, herşeyden evvel bu mümtezic, müttehid milliyetin can damarı hükmünde olan hakaik-i Kur’aniyeyi terbiye-i medeniye yerine esas tutmak ve düstur-u hareket yapmakla o cereyanı durdurur inşâallah.
İkinci cereyan: Âlem-i İslâm’daki müstemlekâtlarını kendilerine ısındırmak ve tam bağlamak için bu vatandaki kuvvetli merkeziyet-i İslâmiyeyi dinsizlikle ittiham etmekle bozmak ve âlem-i İslâm’ın irtibatını manen kesmek ve uhuvvetlerini bu millete adavete çevirmek gibi bir plânla şimdiye kadar bir derece muvaffak da olmuş.” (E:218)
Bu tesbitlerde İkinci Dünya Harbi sonrası başka bir şekle giren dünya nizamında hakim kuvvetleri inayet-i İlahi ile keşfeden Bediüzzaman Hazretleri o zamana kadar ki cereyanlardan ayrı gelişecek iki hareketi nazara verir ve çıkış yollarını gösterir.
1950 sonrası dindarlar kısmen de olsa bazı haklar kazanmalarına mukabil, fakat temelde bilhassa İslamî Şeaire taalluk eden bir çok mesele duruyordu. Bediüzzaman Hazretleri mevcut Demokratları ehvenüşşer kaidesiyle desteklemesine karşı ihtiyatılı hareketi tercih ediyor. Yine daha önceleri açılan ve bir türlü bitirilmeyen mahkemenin neticelendirilmemesi üzerine bu mektubu yazdırır. Şöyle ki:
“Üstadımız diyor ki: Mahkemelerin te’hirinde hayır var. Şimdiye kadar Nur’a ve Nurculara verilen zahmetler, rahmetlere dönmesi gösteriyor ki; bu te’hirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihtimali var:
Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da Nurların hakikî ihlasına böyle bir şübhe gelecekti ki; ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, za’f gösteriyorlar diye Nur’un kıymetine büyük zarar olduğu için bu te’hir o evhamları izale eder. Ve isbat ediyor ki: Otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.” (Em:107)
Üstad Hazretleri bizdeki partilerin dayandıkları temelleri tahlil ederken, menfi milliyetçiliği Avrupanın aşıladığını belirtir ve der ki:
“Millet Partisi ise: Eğer İttihad-ı İslâm’daki esas olan İslâmiyet milliyeti ki, Türkçülük onun içinde mezcolmuş bir millet olsa; o Demokrat’ın manasındadır. Dindar Demokratlara iltihak etmeye mecbur olur. Firenk illeti tabir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için içimize bu firenk illetini aşılamış. Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar.” (Em:163)
AVRUPANIN MÜSBET KANADINDAN BAHSEDEN BAHİSLER
Avrupanın hususan ve daha çok, İskandinav ülkeleri de denen memleketlerin Kur’ana alakalarını nazara veren Bediüzzaman Hazretleri der ki:
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya Kur’anı mekteblerinde en büyük halaskâr bir kitab olarak kabul ettikleri gibi, şimdi erkân-ı İslâmiyenin birincisi olan Ramazan sıyamını tutmak niyetiyle Câmi-ül Ezher’e "Şimalin pek uzun günlerinde bir çare-i tahfifi ve te’hiri yok mu?" diye sormuşlar.
Demek Avrupa’nın yalnız o küçük hükûmetleri değil, belki siyaset manası verilmemek için kendini izhar etmeyen eskide büyük ve dünyanın yüksek mevkiini tutmakla beraber, gayet dehşetli bir tarzda dünyanın fena ve fâniliğini dehşetli tokatla o yüksek mertebelerin hiçe indiğini görmekle hakikî teselli, yalnız ve ancak hakaik-i Kur’aniyede bulmasıyla, o küçüklerle manen beraber tahmin edilebilir.
Evet dünyanın mahiyeti anlaşıldıktan sonra, elbette hayat-ı ebediyeden başka beşeriyetin o inkisar-ı hayal yarasını tedavi edecek, Kur’andan başka yoktur.” (E:241)
“Aziz, sıddık kardeşlerim!
Sâniyen: Sizin Nur’un neşrindeki muvaffakıyetinizi âlem-i İslâm tebrik edip alkışlayacak. Şimdi de emareleri görünüyor ki, ezcümle bir nümunesi: Pakistan Maarif Vekili Nurlar için benim yanıma geldi, Risale-i Nur’un bir kısmını aldı. "Doksan milyon Müslümanlar içinde neşrine çalışacağım" dedi. Aldı, gitti.
Hem bu kadar aleyhimizde münafıklar çalıştıkları halde, hem Avrupa’da, hem Asya’da uzak yerlere Risale-i Nur’u götürmüşler.
Hem Berlin’de Almanlar Zülfikar’ı aldıkları vakit, bir gazetelerinde alkışlayarak ilân etmişler. Hem dâhilde ehl-i iman, en ziyade muarızlar olan eski başbakan ve dâhiliye vekili yasak ettikleri Asâ-yı Musa ve Zülfikar’ı yasaklarına ehemmiyet vermeyerek kemal-i şevk ile okuyorlar.
………………….
Rehber Risalesindeki Leyle-i Kadir mes’elesi; şimdi hem Amerika, hem Avrupa’da eseri görülüyor. Onun için şimdiki bu hükûmetimizin hakikî kuvveti, hakaik-i Kur’aniyeye dayanmak ve hizmet etmektir.
Bununla ihtiyat kuvveti olan üçyüz elli milyon uhuvvet-i İslâmiye ile ittihad-ı İslâm dairesinde kardeşleri kazanır. Eskiden Hristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâma tarafdar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için; hem Amerika, hem Avrupa devletleri Kur’ana ve ittihad-ı İslâma tarafdar olmağa mecburdurlar.” (Em:53)
AVRUPA VE TÜRKİYE’NİN FARKI
Avrupa ile sağ-sol meselesinde farklı olduğumuz şöyle anlatılır:
“İstanbul Üniversitesi’nde yeni hükûmetin en mühim bir rüknüne demişler ki:
–Anadolu’da din lehinde kuvvetli bir cereyan var… Onlara da solcular gibi bir derece meydan vermeyeceğiz. Demesine mukabil; o üniversitenin mümessili, din neşriyatı yapanlar aleyhinde olduğu halde, o reise demiş ki:
–Eğer dediğin o cereyan Risale-i Nur ise, ne siz ve ne de Avrupa onu mağlub edemez.
Bu mes’ele münasebetiyle meslek ve meşrebime muhalif olarak Eski Said’in bir-iki dakika kafasını başıma alarak diyorum ki:
Küfür ile iman ortası yoktur. Bu memlekette İslâmiyet’e karşı komünist mücadelesi ortası olamaz. Sağ ve sol, ortası üç meslek îcab ettirir. Eğer İngiliz, Fransız deseler hakları var. Sağ İslâmiyet, sol komünistlik, ortası da Nasraniyet diyebilirler.
Fakat bu vatanda küfr-ü mutlaka karşı iman ve İslâmiyet’ten başka bir din, bir mezheb olamaz. Olsa, dini bırakıp komünistliğe girmektir. Çünki hakikî bir Müslüman hiçbir zaman Yahudi ve Nasrani olamıyor. Olsa olsa dinsiz olup tam anarşist olur.
İnşâallah, Maarif ve Adliye vekilleri gibi sair erkânlar da bu ehemmiyetli hakikatı tam anlayacaklar. Sağ-sol tabiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zındıkadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmağa çalışmalarını rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz.” (Em:59)
“Birinci Nokta: Gazeteleri dinlemediğim halde bir-iki senedir "irtica ile ittiham" kelimesi mütemadiyen tekrar edildiğini işitiyordum. Eski Said kafasıyla dikkat ettim, kat’iyyen gördüm ki:
Siyaseti dinsizliğe âlet yapan ve beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviliğin bir kanun-u esasîsine irticaa çalışan ve hamiyet maskesini başına geçiren gizli İslâmiyet düşmanları gaddarane bir ittiham ile; ehl-i İslâmiyet ve hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle değil dini siyasete âlet yapmak, belki de siyaseti dine âlet ve tâbi’ yapmakla; tâ İslâmiyet’in kuvvet-i maneviyesinden bu hükûmet-i İslâmiyeyi tam kuvvetlendirmek ve dörtyüz milyon hakikî kardeşi arkasında ihtiyat kuvveti bulundurmak ve bir kısım zalim Avrupa’nın dilenciliğinden kurtulmak için çalışanlara pek haksız olarak irtica damgasını vurup onları memlekete zararlı tevehhüm etmeleri, yerden göğe kadar hadsiz bir haksızlıktır. Nümunelerinden birinci nümunesi, bu asrın dehşetli zulmüne karşı bir sed olarak İkinci Nokta’da beyan etmek zamanı geldi. Menşeleri iki kanun-u esasîye istinad eden iki irtica var:” (Em:82)
İSLAM DEVLETİ AVRUPA’DA MI AMERİKA’DA MI DOĞACAK?
Üstad Bediüzzaman 1908 de ll. Meşrutiyetin ilanı senesinde gidişattan Avrupalılaşılacağını anlar ve İslamlardan bir Avrupa devleti çıkacağını söyler. Daha ileri devrelerde de Avrupa’nın İslâm devleti doğuracağını bildirir. Fakat 1950 den sonra kendi tercüme ettiği Hutbe-i Şamiye kitabına Avrupa’nın yanına Amerika’yı da ilave ederek “Avrupa ve Amerika İslâmiyet ile hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak” şeklinde ifade eder. Bu “Amerika” ilavesini de nazara almak lazımdır. Şöyle ki:
“Hattâ hürriyetin birinci senesinde İstanbul’da Câmi-ül Ezher’in Reis-i Üleması olan Şeyh Bahid Hazretleri (R.H.) İstanbul’da Eski Said’e sordu:
Said cevaben demiş:
Yani: Osmanlı hükûmetindeki hürriyete ne diyorsun ve Avrupa hakkında fikrin nedir? O vakit Eski Said demiş: Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hamiledir, Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyet’e hamiledir, o da bir İslâm devleti doğuracak. Şeyh Bahid’e söylemiş. O allâme zât demiş: Ben de tasdik ediyorum. Beraberinde gelen hocalara dedi: Ben bununla münazara edip galebe edemem.
Birinci tevellüdü gözümüzle gördük. Bir çeyrek asır Avrupa’dan daha dinden uzak.
İkinci tevellüd de inşâallah yirmi-otuz sene sonra çıkacak. Çok emarelerle hem şarkta hem garbda Avrupa içinde bir İslâm devleti çıkacak.” (Em:113)
Üstadın kendi tercümesi olan Hutbe-i Şamiye’de 1911 de basılan nüshada olmamasına rağmen, 1951 tercümesinde Hz. Üstadın Amerika’yı Avrupa’dan daha fazla zikrettiğini ve “Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi” diyerek örnekler verdiğini görmekteyiz. Şöyle ki:
“Ey bu Câmi-ül Emevî’deki kardeşlerim gibi âlem-i İslâmın câmi-i kebirinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırkbeş senedeki hâdisattan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız. Ey mütefekkir ve akıl sahibi ve kendini münevver telakki edenler!
Hasıl-ı kelâm: Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi’ oluyoruz; akıl ve fikir ve kalbimizle hakaik-i imaniyeye giriyoruz. Başka dinlerin tâbileri gibi ruhbanı taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Onun için akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek."
"Evet şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve hakikî marifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam techiz edip, cihazatını verip o dokuz mani’leri mağlub edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşâallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek."
"İşte Amerika ve Avrupa tarlaları böyle dâhî muhakkikleri (Mister Karlayl ve Bismark gibi) mahsulât vermesine istinaden ben de bütün kanaatimle derim: Avrupa ve Amerika İslâmiyet ile hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak.” (Em:143)
Değil Amerika-Avrupa, Rusya’nın bile Müslümanlara dost olacağını bildiren Üstad Hazretleri der ki:
“İki dehşetli harb-i umumînin neticesinde beşerde hasıl olan bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle kat’iyyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz, geri dönüp Hristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna’ eden Kur’an ile bir musalaha veya tâbi’ olabilir. O vakit dörtyüz milyon ehl-i Kur’ana kılınç çekemez.” (Em:72)
Bütün bu menfi ve müsbet bahisler gösterir ki, Avrupa öyle tümüyle her yönüyle güvenilecek bir yer değildir. Müsbet yönleri ve devletleri olduğu gibi, menfi yönleri daha fazladır ve tarihi kökleri itibariyle zararlı tarafları galiptir. Hem istikbale ait hadiselere vukuundan sonra bakmak lazımdır. Bazı hadiselerde benzerlikler insanları şaşırtabilir.