Ahirzaman Fitneleri-03

ÂHİRZAMAN FİTNELERİ

(Üçüncü Kısım)
KIYAMET ALÂMETLERİ

Âhirzaman fitnesinin dehşetli netice­lerin­den ve fela­ket­lerinden ümmetini yüksek şefka­tiyle ikaz ve irşad etmek is­teyen Hz.Peygamberimiz (A.S.M.) “Kı­yamet Alâmetleri” denilen bazı hâdiseleri bildirmiş­tir. Ancak bu hâdiseler bir derece kapalı ifadelerle bil­dirilmiştir. Böyle olmasının hik­meti, aşağıda izah edilecektir. Bu tarzdaki hadîslerin derin mânâlarını doğru anlayabilmek için, ha­dîs usûlü mahiyetin­deki bir kısım kaideleri tesbit eden Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Âhirzamanda vukua gele­cek hâdisâta dair ha­dislerin bir kısmı, müteşabi­hat-ı Kur’âniye gibi, derin mânâları var. Muhke­mat gibi tefsir edilmez ve herkes bilemez. Belki tefsir yerinde tevil ederler.

وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ (*) sırrıyla, vuku­undan sonra tevilleri anlaşılır ve murat ne ol­duğu bilinir ki, ilimde râsih olanlar آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِندِ رَبِّنَا (*) deyip o gizli hakikatleri iz­har ederler.» (Şualar sh: 578) (*) Âl-i İmrân Sûresi, 3:7

HADÎS ÖLÇÜLERİ

Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vu­kuatın­dan bahseden hadîs-i şeriflerin kısm-ı ekserisi müteşabih olduk­larından bu tarz hadîs­lerle karşılaşıl­dığında tefsir kaidele­rini nazara almak gerekmektedir. Bu kaidelerden oniki usulü ih­tiva eden bir bahisten sekiz tanesini aynen alıyoruz:

«Kıyamet alâmetlerinden ve âhirzaman vu­ku­a­tından ve bazı a’mâlin fazilet ve sevapların­dan bahse­den ehâdis-i şerife güzelce anlaşılma­dığın­dan, akılla­rına güvenen bir kısım ehl-i ilim, onla­rın bir kısmına zayıf veya mevzu demişler. İmanı zayıf ve enâniyeti kavî bir kısım da inkâra kadar git­mişler. Şimdi tafsile girişmeyeceğiz. Yalnız On İki Aslı beyan ederiz.

BİRİNCİ ASIL:

Yirminci Sözün âhirindeki sual ve ce­vapta izah ettiğimiz meseledir. İcmâli şudur ki:

Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyleyse, ile­ride her­kese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bah­sedecek ki, ne bütün bütün meçhul kal­sın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almaya­cak. Zira, eğer tamamen bedâ­het de­recesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, el­mas gibi bir isti­datla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve ne­tice-i imti­han zayi olur.

İşte, bunun için, Mehdî ve Süfyan meseleleri gibi çok meselelerde çok ihtilâf olmuş. Hem rivâ­yat dahi çok muhteliftir; birbirine zıt hükümler olmuş.

İKİNCİ ASIL:

Mesâil-i İslâmiyenin tabakatı var­dır. Biri burhan-ı kat’î istese, diğeri bir zann-ı ga­libî ile ik­tifa eder, başkası yalnız bir kabul-u tes­limi ve reddet­memek ister. Öyleyse, esâsât-ı imaniyeden olmayan mesâil-i fer’iye veya vukuat‑ı zamaniyenin herbi­rinde bir iz’ân-ı yakîn ile bir burhan-ı kat’î iste­nilmez. Belki yalnız reddetme­mek ve teslimiyetle ilişmemektir.

ÜÇÜNCÜ ASIL:

Zaman-ı Sahabede Benî İsrail ve Nesârâ ulemalarından çoğu İslâmiyete girdiler. Eski malûmatları dahi onlarla beraber Müslüman oldu; bazı hilâf-ı vaki malûmât-ı sâbıkaları, İslâ­miyetin malı ola­rak tevehhüm edildi.

DÖRDÜNCÜ ASIL:

Ehâdis-i şerife râvilerinin bazı ka­villeri veyahut istinbat ettikleri mânâları, metn-i ha­disten telâkki ediliyordu. Halbuki, insan hata­dan hâli olmadığı için, hilâf-ı vaki bazı istinbatları veya kavil­leri hadis zannedilerek zaafına hükme­dilmiş.

BEŞİNCİ ASIL:

اِنَّ فِى اُمَّتِى مُحَدَّثُونَ (*) yani مُلْهَمُونَ sır­rınca, bazı ehl-i keşif ve ehl-i velâyet olan mu­haddisîn-i mu­haddesîn ilhamlarıyla gelen bazı maânî, hadis telâkki edilmiş. Halbuki ilham‑ı ev­liya, bazı ârızalarla hata olabilir. İşte, bu neviden bir kısım hilâf-ı hakikat çıka­bilir.

(*) (Buhari, Fadâilü’s-Sahâbe: 6, Enbiyâ: 54; Müslim, Fadâilü’s-Sa­hâbe: 23; Tirmizi, Menâkıb: 17; Müsned, 6:55.)

ALTINCI ASIL:

Beynennas iştihar bulmuş bazı hikâ­yeler bulunuyor ki, durub-u emsal hükmüne geçer, ha­kikî mânâsına bakılmaz. Ne maksat için sevk edilir, ona bakılır. İşte, bu neviden, beynen­nas teârüf etmiş bazı kıssa ve hikâyâtı, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir maksad-ı irşadî için temsil ve kinaye nev­’inden zikredivermiş. Şu nevi meselelerin mânâ-yı ha­kikîsinde kusur varsa, örf ve âdât-ı nâsa aittir ve te­ârüf ve tesâmu-u umumîye râcidir.

YEDİNCİ ASIL:

Pek çok teşbih ve temsiller bulu­nu­yor ki, mürur-u zamanla veya ilmin elinden cehlin eline geçmesiyle hakikat-i maddiye telâkki ediliyor, hataya düşer. Meselâ, “Sevr” ve “Hut” isminde ve âlem-i mi­salde sevr ve hut timsalinde, berrî ve bahrî hayvânat nâzırlarından iki melâike­tullah, adeta bir koca öküz ve cismanî bir balık zannedilerek hadîse ilişilmiş.

Hem meselâ, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesse­lâm ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvar­lanıp, tâ ancak bu dakika Cehennemin di­bine dü­şen bir taşın gürültüsüdür.” (*) İşte bu ha­disi işi­ten, hakikate vasıl olmayan, inkâra sapar. Halbuki, yirmi dakika o hadis­ten sonra kat’iyen sabittir ki, biri geldi, Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma dedi ki: “Meşhur münafık yirmi da­kika evvel öldü.” Yet­miş yaşına giren o müna­fık, Cehennemin bir taşı ola­rak, bütün müddet-i ömrü tedennîde, esfel-i sâfilîne, küfre sukuttan ibaret oldu­ğunu, gayet beliğane bir su­rette, Re­sul‑ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm beyan et­miştir. Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işitti­rip ona alâmet etmiştir.

(*) (Müslim, Cennet, 31; Müsned, 3:341, 346.)

SEKİZİNCİ ASIL:

Cenâb-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda, çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O sakla­makla, çok hik­met­ler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ, Leyle-i Kadri umum Ramazan’da, saat‑i icâbe-i duayı Cuma gü­nünde, makbul velîsini in­sanlar içinde, eceli ömür içinde ve kıyametin vak­tini ömr-ü dünya içinde sakla­mış.

Zira, ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne ka­dar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek. Hal­buki, âhiret ve dünya muvazenesini muhafaza etmek ve her vakit havf ve recâ ortasında bulun­mak masla­hatı, iktiza eder ki, her dakika hem ölmek, hem yaşa­mak mümkün olsun. Şu halde, müphem tarz­daki yirmi sene müphem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır.

İşte, kıyamet dahi, şu insan-ı ekber olan dünya­nın ecelidir. Eğer vakti taayyün etseydi, bütün ku­run-u ûlâ ve vustâ gaflet-i mutlakaya dalacak idi­ler ve ku­run-u uhrâ dehşette kalacaktı. İnsan na­sıl hayat-ı şahsiye­siyle, hanesinin ve köyünün be­kasıyla alâka­dardır. Öyle de, hayat-ı içtimaiye ve nev’iyesiyle, küre-i arzın ve dünyanın yaşamasıyla alâkadardır.

Kur’ân (54:1) اقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ der, “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geç­tikten sonra gelmemesi, yakınlı­ğına halel vermez.

Zira kıyamet dünyanın ecelidir. Dünyanın öm­rüne nisbeten bin veya iki bin sene, bir seneye nisbetle bir iki gün veya bir iki dakika gibidir.

Saat-i kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün. İşte bunun içindir ki, Ha­kîm-i Mutlak, kıyameti, Mu­gayyebât-ı Hamseden ola­rak ilminde saklıyor.

İşte, bu ipham sır­rındandır ki, her asır, hattâ asr-ı hakikatbîn olan Asr-ı Saadet dahi daima kıyamet­ten korkmuşlar. Hattâ ba­zıları “Şerâiti hemen hemen çıkmış” demişler.

İşte bu hakikati bilmeyen insafsız insanlar derler ki: “Âhiretin tafsilâtını ders alan müteyakkız kalbli, keskin nazarlı olan Sahabelerin fikirleri, ni­çin bin sene hakikatten uzak olarak fikirleri düş­müş gibi, istikbal-i dünyevîde bin dört yüz sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib zan­netmişler?”

Elcevap: Çünkü, Sahabîler, feyz-i sohbet-i Nü­büvvetten, herkesten ziyade dâr-ı âhireti düşüne­rek, dünyanın fenâsını bilerek, kıyametin ipham vaktindeki hikmet-i İlâhiyeyi anlayarak, ecel-i şahsî gibi dünya­nın eceline karşı dahi daima muntazır bir vaziyet ala­rak, âhiretlerine ciddî ça­lışmışlar.

Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm “Kıyameti bekleyiniz, intizar ediniz” tekrar et­mesi, şu hikmetten ileri gelmiş bir ir­şad-ı Nebevî­dir. Yoksa vuku-u muayyene dair bir vah­yin hükmüyle değildir ki hakikatten uzak olsun. İllet ayrıdır, hikmet ayrıdır. İşte, Peygamber Aleyhissa­lâtü Vesselâmın bu nevi sözleri, hikmet-i ipham­dan ileri ge­liyor.

Hem şu sırdandır ki, Mehdî, Süfyan gibi âhir­za­manda gelecek eşhasları, çok zaman evvel, hattâ Tâ­biîn zamanında onları beklemişler, ye­tişmek eme­linde bu­lunmuşlar. Hattâ bazı ehl-i velâyet “Onlar geçmiş” de­mişler. İşte bu da, kı­yamet gibi, hikmet-i İlâhiye ik­tiza eder ki, vakitleri taayyün etmesin. Çünkü her zaman, her asır, kuvve-i mâneviyenin takviyesine medar olacak ve yeisten kurtaracak Mehdî mânâ­sına muhtaçtır. Bu mânâda her asrın bir hissesi bulun­mak lâ­zımdır. Hem gaflet içinde fena­lara uy­mamak ve lâkaytlıkta nefsin dizginini bırak­mamak için, ni­fakın başına geçecek müthiş şahıs­lardan her asır çekinmeli ve korkmalı. Eğer tayin edilseydi, mas­lahat-ı irşad-ı umumî zayi olurdu.

Şimdi, Mehdî gibi eşhasın hakkındaki rivâyâtın ihtilâfâtı ve sırrı şudur ki: Ehâdisi tefsir edenler, metn‑i ehâdisi tefsirlerine ve istinbatlarına tatbik et­mişler. Meselâ, merkez-i saltanat o vakit Şam’­da veya Medine’de olduğundan, vukuat-ı Meh­diye veya Süfyâniyeyi, merkez-i saltanat civarında olan Basra, Kûfe, Şam gibi yerlerde tasavvur ede­rek öyle tefsir etmişler.

Hem de o eşhasın şahs-ı mâ­ne­vîsine veya temsil ettikleri cemaate ait âsâr-ı azîmeyi o eşhasın zatlarında tasavvur ederek öyle tefsir etmişler ki, o eş­has-ı harika çıktıkları vakit bütün halk onları tanıya­cak gibi bir şekil vermiş­ler. Halbuki, demiştik: Bu dünya tecrübe mey­da­nıdır. Akla kapı açılır, fakat ihti­yarı elinden alın­maz.

Öy­leyse, o eşhas, hattâ o müthiş Deccal dahi çık­tığı za­man, çokları, hattâ kendisi de bi­dâ­yeten Deccal oldu­ğunu bilmez. Belki nur-u ima­nın dikkatiyle o eş­has-ı âhirzaman tanılabilir.

Alâmet-i kıyametten olan Deccal hakkındaki ha­dis‑i şerifte “Birinci günü bir sene, ikinci günü bir ay, üçüncü günü bir hafta, dördüncü günü ey­yâm-ı saire gibidir. Çıktığı zaman dünya işitir. Kırk günde dünyayı gezer” (*) rivayet ediliyor. İn­safsız in­sanlar bu rivayete muhal demişler—hâşâ—şu rivaye­tin inkâr ve iptaline gitmişler. Halbuki, ve’l-ilmü indallah, hakikati şu ol­mak ge­rektir ki:

Âlem-i küfrün en kesafetlisi olan şimalde, tabi­iy­yunun fikr-i küfrîsinden süzülen bir cereyan-ı az­îmin başına geçecek ve Ulûhiyeti inkâr edecek bir şah­sın şi­mal tarafından çıkmasına işaret ve şu işa­ret içinde bir remz-i hikmet vardır ki, kutb‑u şima­lîye ya­kın dai­rede bütün sene, bir gece bir gün­düzdür; altı ayı gece, altı ayı gündüzdür.

“Decca­lın bir günü bir se­nedir” o daire yakınında zu­huruna işarettir.

“İkinci günü bir aydır” demekten murat, şimalden bu tarafa geldikçe bazan olur, yazın bir ayında güneş gurub et­mez. Şu dahi, Deccal şimalden çıkıp âlem-i medeniyet tarafına teca­vüzüne işarettir; günü Deccala isnat et­mekle şu işarete işaret eder. Daha bu tarafa geldikçe, bir haftada güneş gurub etmiyor. Daha gele gele, tulû ve gurub ortasında üç saat devam ediyor. Ben Rusya’da esarette iken böyle bir yerde bu­lundum. Bize yakın, bir hafta güneş gurub etme­yen bir yer vardı; se­yir için oraya gidiyorlardı.

“Deccalın çıktığı vakit umum dünya işitecek” olan kaydı, telgraf ve radyo halletmiştir. Kırk günde gez­mesini de, merkebi olan şimendifer ve tayyare hallet­miştir. Eskiden bu iki kaydı muhal gören mülhidler şimdi âdi görüyorlar.

Alâmet-i kıyametten olan Ye’cüc ve Me’cüce ve Sedde dair bir risalede bir derece tafsilen yazdı­ğım­dan, ona havale edip şurada yalnız şunu deriz ki: Es­kiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeri­yeyi zîrüze­ber eden taifeler ve Sedd-i Çinî­nin yapıl­masına sebebi­yet verenler, kıyamete ya­kın, yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i be­şeriyeyi zîrüzeber edecekleri, ri­vayetlerde vardır.

Bazı mülhidler derler: “Bu kadar acaibi yapan ve yapacak taifeler nerede?”

Elcevap: Çekirge gibi bir âfat, bir mevsimde pek çok kesretle bulunur. Mevsim değiştikçe, memle­keti fe­sada veren kesretli o taifelerin hakikatleri, mahdut bazı fertlerde saklanıyor. Yine zamanı geldikçe, emr‑i İlâhî ile, o mahdut fertlerden ga­yet kesretli aynı fesat yine başlar. Güya onların hakikat-i milliyetleri in­celi­yor, kopmuyor; yine mevsimi geldikçe zuhur ediyor.

Aynen öyle de, bir zaman dünyayı hercümerc eden o taifeler, izn-i İlâhî ile, mevsimi geldiği vakit, aynı o taife, medeniyet-i beşeriyeyi hercü­merc ede­cek­ler. Fakat onların muharrikleri başka bir surette te­zahür eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ » (Sözler sh: 341-345)

(*) (Müslim, Fiten: 110; Ebû Dâvud, Melâhim: 14; Tirmi­zi, Fiten: 59; İbn-i Mâce, Fiten: 33; Müsned, 4:181.)

Deccal’ın icraatını beğenmeyenler onu ta­nıya­bi­lirler. Yani: Aşağıdaki rivayetten anla­şı­lır ki, Deccaliyet tarz-ı ha­yatını yaşayıp beğe­nenler, onun dalalet ve sefa­he­tinin çir­kin­liğini güzel görüp derin bir gaflete düşerler. Bir riva­yette mealen şöyle buyurulur:

«Bilirsiniz ki, sizden hiç bir kimse ölün­ceye kadar Rabbini görmeyecektir. Şu muhakkak­tır ki, Deccal’ın iki gözü arasında “kâfir” yazılıdır; onun işi ve icraatını be­ğenmeyen herkes bu ya­zıyı okur (Tac Tercemesi cilt:5 hadîs:1040)

DABBET-ÜL ARZ HAKKINDA

Âhirzaman alâmetlerinden birisi de, Dabbet-ül Arz denilen bir hâdisedir. Kur’anda (27:82) âyetinde bahsi geçen ve hadîs-i şerifle âhir zamanda çıkacağı ha­ber verilen ve âhirza­man alâmetlerinden olan “dabbet-ül arz”ı, Bediüzzaman Hazretleri izah eder­ken şöyle di­yor:

«Kur’ân’da, gayet müc­mel bir işaret ve lisan-ı ha­linden kısacık bir ifade, bir tekellüm var. Tafsili ise, ben şimdilik, başka mes’eleler gibi kat’î bir kanaatle bilemiyorum. Yalnız bu kadar diyebilirim:

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ

Nasıl ki kavm-i Firavuna çekirge âfâtı ve bit be­lâsı ve Kâbe tahribine çalışan kavm-i Ebrehe’ye ebâbil kuşları musallat olmuşlar. Öyle de, Süfya­nın ve dec­calların fitneleriyle bilerek, severek is­yan ve tuğ­yana ve Ye’cüc ve Me’cüc’ün anarşist­liği ile fesada ve canavarlığa giden ve dinsizliğe, küfür ve küf­rana düşen insanların akıllarını başla­rına getirmek hikmetiyle arzdan bir hayvan çıkıp musallat ola­cak, zîr ü zeber edecek. Allahu a’lem, o dâbbe bir nevidir. Çünkü, gayet büyük birtek şahıs olsa, her yerde herkese yetişmez. Demek, dehşetli bir taife-i hayvaniye olacak.

Belki, إِلاَّ دَابَّةُ الْأَرْضِ تَأْكُلُ مِنسَأَتَهُ (*) âyetinin işaretiyle o hay­van, dâbbetü’l-arz denilen ağaç kurtlarıdır ki; in­sanların kemiklerini ağaç gibi kemire­cek, insanın cisminde dişinden tırnağına kadar yerle­şecek. Mü’minler iman bereketiyle ve sefahet ve su‑i is­timalâttan tecennübleriyle kurtulmasına işareten, âyet, iman hususunda o hayvanı konuştur­muş.” (Şualar sh: 591)

(*) Sebe’ Sû­resi, 34:14.

HADİSAT-I ÂLEMİN SEYRİ

Kıyamet alâmetleri denilen bu amansız âfet ve emsal­siz belânın mânâsı çok şamil ve musibeti çok çe­şitli olmasın­dan, bu fitnenin başlangıç ve sonu husu­sunda Kur’andan yaptığı cifrî istihraçlarıyla bazı işa­retleri Bediüzzaman Hazretleri şöyle kaydeder:

“İnsanların, hususan Müslümanların bu te­sel­sül eden helâketleri ve hasaretleri ne vakitten başladı, ne vakte kadar devam eder?” hatıra geldi.

Birden, her müşkülümü halleden Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan Sûre-i Ve’l-Asri’yi karşıma çıkardı. Dedi:

“- Bak.”

-Baktım. Her asra hitap ettiği gibi, bu asrı­mıza daha ziyade ba­kan

إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ * وَالْعَصْرِ (*) âyetindeki إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ (şedde ve tenvin sayılır) ma­kam-ı cif­rîsi bin üç yüz yirmi dört edip (1908),

Hür­riyet in­kılâ­bıyla başla­yan;

• tebeddül-ü saltanat ve (1909)

• Balkan ve İtalyan harpleri ve (1911-12)

• Birinci Harb-i Umumî mağlû­bi­yetleri ve (1914-1918)

• dehşetli mu­ahedeleri ve (1920)

• şe­air-i İslâmiyenin sarsılmaları ve (1923….)

bu mem­leketin zelze­le­leri ve yangınları ve (1939..)

• İkinci Harb-i Umumînin zemin yüzünde fırtınaları (1939-1945..)

gibi, semavî ve arzî musi­betlerle hasâret-i insaniyeyle إِنَّ الْإِنسَانَ لَفِي خُسْرٍ âyetinin bu asra dahi bir hakikati, maddeten aynı tari­hiyle gösterip, bir lem’a-i i’câzını gösteriyor.

إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (**) âhir­deki ت , ه sayılır.

Şedde sayılır ise, makam-ı cifrîsi bin üç yüz elli se­kiz (1942) olan bu senenin ve gelecek se­nenin aynı tari­hini göstermekle o hasâret­lerden, bâhusus mânevî ha­sâret­lerden kur­tulmanın çare-i yegânesi iman ve a’mâl-i sa­liha ol­duğu gibi ve mefhum-u muhalifiyle, o hasâ­retin de sebeb-i yegânesi küfür ve küfran, şükür­süzlük, yani imansızlık, fısk ve sefa­het oldu­ğunu gös­terdi.

Sûre-i Ve’l-Asri’nin azametini ve kudsiyetini ve kısalı­ğıyla be­raber gayet geniş ve uzun hakaikin hazi­nesi olduğunu tasdik ederek Cenab-ı Hakka şük­rettik.

Evet, âlem-i İslâmın, bu asrın en bü­yük hasâ­reti olan bu dehşetli İkinci Harb-i Umumîden kur­tulması­nın sebebi, Kur’ân’dan gelen iman ve a’mâl-i saliha ol­duğu gibi; fakirlere gelen acı, açlık ve kah­tın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekme­dik­leri ve zenginlere gelen hasâret ve zayi­atın sebebi de, zekât yerinde ihti­kâr etmele­ridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp ol­mamasının se­bebi, إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا kelime-i kud­siyesinin ha­kikatini fevkalâde bir surette yüz bin insa­nın kalble­rine tahkikî bir tarzda ders veren Risale-i Nur oldu­ğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden binler ehl-i ha­kikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.

Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı ve­ren, veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamla­rın tokat yemeleri gibi, bu sene, bu memleketin et­rafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına sıkıntı ve­rip şimdiki bir nevi tevakkuf dev­resi ver­mek hatâ­sıyla, şimdiki umumî sı­kıntının bir sebebi oldu­ğunu göster­mesidir.

(*) (Asr Sûresi, 103:1-2.)

(**) (Asr Sûresi, 103:3)

Sûre-i Ve’l-Asr’in dağ meyvesi na­mın­daki nük­te­sine bir haşiyedir.

الصَّالِحَاتِ deki ت , âhirdeki "ta"lar ekseriyetçe vakfa rast gelmesiyle cifirce ه sayılabilir, إِلاَّ beraber­dir. Bu noktada (1358) bu zamanımızı gösterir. Ve telaffuzca ه okunmadığından ت kalabilir.

Bu nokta­dan, şeddeler sayılmazsa ve إِلاَّ beraber değil, ikiyüz küsur sene zamana kadar iman ve amel-i sâlih ile be­raber bir taife-i azîme, hasarat-ı azîmeye karşı mücahedeye devam edeceğine işaret edip, Fatiha’nın âhirinde صِرَاطَ الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (*) bin beşyüz kırkyedi (1547) veya bin beşyüz yetmişyedi (1577) gösterdiği zamana;

hem لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَاْتِىَ اللَّهُ بِاَمْرِه (**) birinci cümle, bin beşyüz (1500) makamıyla âhirzamanda bir taife-i mücahidînin son zamanlarına; ve ikinci cümle bin beşyüzaltı (1506) makamıyla, galibane mücahedenin tarihine; ve üçüncü cümle bin beşyüz kırkbeş (1545) makamıyla pek az bir farkla, hem Fatiha’nın, hem Ve-l’Asrı Suresi’nin iki cümlesi­nin gaybî işaretlerine işaret edip, tevafuk eder.

Demek bu hadîs-i şerifin üç cümlesinden herbirisi, bin beşyüz tarihine ve mücahedenin ne kadar devam edeceğine dair işaretlerine, aynen bu اَلَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ şedde sayılmazsa, bin beşyüz altmışbir (1561) makamıyla, hem وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ (şedde sa­yılır fakat بِالصَّبْرِ lâmdır) bin beşyüz altmış (1560) makamıyla iştirak edip, o taife-i azîmenin mücahedatları ne kadar devam edeceğini mana-yı işarî ve cifrî ile gösterirler. Ve Fatiha ve hadîsin irae ettik­leri tarihe, makam-ı ebcedleriyle takarrüb edip, farklı bir derece tevafuk ederler ve manalarıyla da tam teta­buk ederek, parlak bir lem’a-i i’caziye-i gaybiyeyi gösteriyorlar.» (Kastamonu Lâhikası sh: 204)

(**) Buhari, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247, İmâre: 170, 173, 174; Ebû Dâvud, Fiten: 1; Tirmizî, Fiten: 27, 51; İbn-i Mâce, Mukaddime: 1, Fiten: 9; Müsned, 5:34,269, 278, 279; el-Hâkim, el-Müstedrek, 4:449-450, 550.

(*) (Fâtiha Sûresi, 1:7.)

Mugayyebat-ı hamseden olan kıyame­tin vakti ve Nurcular taifesinin ne zamana ka­dar devam edeceği mevzu­unda Bediüzzaman Hazretlerinin yazdığı bir mektub:

«Ahirzamandan haber veren mühim bir ha­dis

لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ حَتَّى يَاْتِىَ اللَّهُ بِاَمْرِه

Ramazan-ı Şerifte onuncu günün ikinci saatinde birden bu hadis-i şerif hatırıma geldi. Belki, Ri­sale-i Nur şakirtlerinin taifesi ne kadar devam edece­ğini dü­şündüğüme binaen ihtar edildi.

لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى —şedde sayılır, tenvin sayıl­maz—fıkrasının makam-ı cifrîsi 1542 ederek ni­ha­yet deva­mına ima eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ

ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ —şedde sayılır—fıkrası dahi, makam-ı cifr­îsi 1506 edip, bu tarihe kadar zahir ve âşikârâne, belki galibane, sonra tâ ’42’ye kadar gizli ve mağlû­biyet içinde vazife-i tenviriyesine de­vam ede­ceğine remze ya­kın ima eder.

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ وَالْعِلْمُ عِنْدَاللَّهِ

حَتَّى يَاْتِىَ اللَّهُ بِاَمْرِه şedde sayılır fık­rası dahi, ma­kam-ı cifrîsi 1545 olup kâfirin başında kı­yâmet kopmasına ima eder. لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ

Câ-yı dikkat ve hayrettir ki, üç fıkra bil’ittifak bin beş yüz tarihini göstermeleriyle beraber, tam ta­mına mânidar, mâkul ve hikmetli bir surette 1506’dan tâ ’42’ye, tâ ’45’e kadar üç inkılâb-ı azî­min ayrı ayrı za­manlarına tetabuk ve tevafukları­dır.

Bu imalar gerçi yalnız birer tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil; fakat birden ihtar edil­mesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vak­tini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat, böyle îma­larla bir nevî ka­naat, bir galip ihtimal gelebilir. Fatiha’da sırât-ı müs­takîm ashabının tâife-i küb­râsını târif eden الَّذِينَ أَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ fıkrası, şedde­siz 1506 veya 1507 ederek, tam tamına ظَاهِرِينَ عَلَى الْحَقِّ fıkra­sının makamına teva­fuku ve mânâsına teta­buku ve şedde sayılsa لاَ تَزَالُ طَائِفَةٌ مِنْ اُمَّتِى fıkrasına üç mânidar farkla tam muva­fakatı ve mânen mu­tabakatı, bu hadisin imasını teyid edip remiz de­re­cesine çıkarı­yor. Ve müteaddit âyât-ı Kur’âni­yede sırât-ı müstakîm kelimesi, bir mânâ-yı rem­ziyle Risaletü’n-Nur’a mâ­nâca ve cifirce ima et­mesi remze yakın bir ima ile, Risaletü’n-Nur şa­kirtlerinin taifesi, âhirzamanda o ta­ife-i kübrâ-i âzamın âhirle­rinde bir hizb-i makbul ola­cağını işâret eder diye def’a­ten birden ihtar edildi.

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ وَالْعِلْمُ عِنْدَاللَّهِ » (Kastamonu Lâhikası sh: 27)

«Rivayette var ki: “Âhirzamanda, Allah Allah di­yecek kalmaz.” (*) لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ

Bunun bir te’vili şu ol­mak ge­rek­tir ki:

“Allah! Allah! Allah! deyip zik­reden tekye­ler, zi­kirhaneler, medreseler kapanacak ve ezan ve kamet gibi şeairde ismullah yerine başka isim ko­nulacak” de­mektir.

Yoksa umum insanlar küfr-ü mut­laka düşecek­ler demek değildir. Çünki Al­lah’ı in­kâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vu­kuunu akıl kabul etmez. Kâfirler Allah’ı inkâr etmi­yorlar, yalnız sıfatında hata ediyorlar.

Diğer bir te’vili şudur ki:

Kıyamet kop­ma­sının dehşetini görmemek için, mü’min­lerin ruhları bir parça evvel kabzedilir; kı­yamet, kâfirlerin başla­rında patlar.» (Şualar sh: 584) (*)Sahih-i Buhari Muhtasarı hadîs:2114 ve S.Müslim cilt:1 sh:195 hadîs: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadîs: 2217 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 hadîs: 3485

KIYAMET ÖNCESİ SON DEVRE ALÂMETLERİ

«İşte İsevîliğin din-i hakikisi zuhur ile ve İslâmi­yet’e inkılab etmesiyle çendan âlemde ek­se­riyet-i mutlakaya nurunu neş­reder.

Fakat yine kı­yamet kop­masına yakın tekrar bir dinsizlik cere­yanı baş gösterir, galebe eder. Ve “Elhükmü-lil-ek­ser” ka­ide­since, yeryü­zünde “Allah Allah” diyecek kalmıya­cak, yani ehemmi­yetli bir cemaat, Küre-i Arz’da mü­him bir mevkie sahip ola­cak bir surette “Allah Allah” denilmiyecek demektir.

Yoksa ekalli­yette kalan veya­hut mağlub düşen ehl-i hak, kıya­mete kadar baki kalacak; yalnız, kıyametin kopa­cağı anında, kı­yame­tin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rah­met olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına ko­pacak­tır.» (Mektubat sh: 58)

«Amma güneşin mağribden tulûu ise, be­dahet de­recesinde bir alâmet-i kıya­met­tir. Ve beda­heti için, ak­lın ihtiyarı ile bağlı olan tevbe kapısını kapayan bir hâ­dise-i semaviye olduğundan tefsiri ve mâ­nâsı za­hir­dir, te’vile ihtiyacı yoktur. Yalnız bu ka­dar var ki: Allahu a’­lem, o tuluun se­beb-i zahirîsi:

Küre-i Arz kafasının aklı hükmünde olan Kur’an onun başından çıkmasıyla ze­min di­vane olup, izn-i İlahî ile başını başka seyya­reye çarpmasıyla hare­ketin­den geri dönüp, garbdan şarka olan seyaha­tını, irade-i Rabbanî ile şarktan garba tebdil et­mekle Güneş garb­dan tulua başlar.

Evet arzı şems ile, ferşi arş ile kuv­vetli bağlayan Hablullah-il-metin olan Kur’anın kuvve-i cazibesi kopsa; küre-i arzın ipi çözülür, ba­şıboş serseri olup aksiyle ve intizamsız ha­re­ketinden güneş garbdan çıkar.

Hem mü­sa­deme neticesinde emr-i İlahî ile Kıyamet kopar diye bir te’­vili vardır.» (Şualar sh: 591)

Kıyamet şerli insanların başına kopar. Bak: Sahih-i Müslim, 2949. hadîs ve İbn-i Mace 4039. hadîs.

Sual: «Kıyametin hâdisatından er­vah-ı ba­kiye mü­teessir olacaklar mı?

Elcevab: Derecatlarına göre müteessir ola­cak­lar. Melaikelerin tecelliyat-ı kahri­yede kendilerine göre müteessir oldukları gibi, müteessir olurlar.

Nasılki bir insan sı­cak bir yerde iken, hariçte kar ve tipi içinde tit­riyenleri görse, akıl ve vicdan itibariyle mü­teessir olur.

Öyle de; zişuur olan ervah-ı bakiye, kâinatla alâkadar oldukları için, kâ­inatın hâdisat-ı az­îmesinden derece­lerine göre müteessir olmala­rını; ehl-i azab ise elemkâ­rane, ehl-i saadet ise hayretkârane, is­tiğrabkârane, belki bir cihette istib­şarkâ­rane teessü­ratları bulunma­sını, işarat-ı Kur’aniye gösteriyor.

Zira Kur’an-ı Hakîm her za­man kıyametin acaibini tehdid sure­tinde zikredi­yor. “Göreceksiniz” diyor. Halbuki cism-i insanî ile onu görenler, kı­yamete yetişenlerdir.

Demek kabirde cesed­leri çürüyen ervahların da o tehdid-i Kur’aniyeden his­seleri var.» (Mektubat sh: 58)

Devamı var………

Kontrol et

Ölmüş Gitmiş ve Hükümetten Alakası Kesilmiş Şahıs (M.Kemal)

 1948 senesinde vuku bulan Afyon Mahkemesinde, yazdığı bir eserinin manasını M. Kemal’le ilgili göstermelerine mukabil …