İttihad İlmî Araştırma Heyeti
(İkinci Kısım)
SÜFYAN
Kamus-u Okyanus, bu kelime için “esami-i ricalden bir isimdir” der, yani mânâ aranmayacağına işaret eder. Âhirzamanda geleceği ve ümmetin karanlık günler yaşamasına sebeb olacağı sahih hadîslerle bildirilen ve şeair-i İslâmiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve münafık bir şahıs. “Süfyanîler” ise Süfyan cereyanıdır. İbn-i Cerir-i Taberî Süfyanîlerle alâkalı rivayetleri Cami-ül Beyan’da (34:51) âyeti altında cem’etmiştir.
Bir hadîste bildirilen Ahlas, Serra, Duhayma fitneleri için bak: Tac Tercemesi 5.cilt 927.hadîs (Uzun süren ve insanların müsbet ve menfî iki gruba ayrıldığı mezkûr üçüncü fitne, Süfyanî fitneye işaret olsa gerektir.)
«Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fitnesi İslâmlarda olacağını gösterir ki, bütün ümmet istiaze etmiş. (*) لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ Bunun bir tevili şudur ki: İslâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tahkik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çıkacak, aldatmakla iş görecek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. (**) Yoksa Büyük Deccalın cebir ve ceberut-u mutlakına karşı itaat etmeyen şehid olur ve istemeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.» (Şualar sh: 585)
(*) Kenz-ül Ummal cilt:11 sh:125 ve Ruh-ul Beyan cilt:8 sh:197
(**) Süyûtî, el-Orfu’l-Verdî fî Ahbari’l-Mehdî (el-Hâvî li’l-Fetâva): 2:234; Ahmed Zeynî Dahlan, el-Fütûhâtü’l-İslâmiye: 294; el-Berzenci, el-İşâa’ fî Eşrâti’s-Sâa’: 95-99; İbn-i Haceri’l-Heytemî, el-Fetâva’l-Hadîsiyye: 36; Muhtasar u Tezkireti’l-Kurtubî: 133-134.
«1350 sene evvel Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir şakirdi ve esrar-ı Kur’aniyenin dersini bizzat Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan alan Hazret-i Ali (R.A.) meşhur ve matbu’ kasidesinde demiş ki:
أَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطِيراً – بَاتَ بِهَا اْلأَمِيرُ وَالْفَقِيرَا (Haşiye)
وَاعْلَمْ بِأَنَّ الْوَقْتَ بَانَ وَاقْتَرَبْ – فَانْتَظِرُوا الدَّجَّالَ أَغْوَرى مَنْ كَذِبَ
ثُمَّ اعْلَمُوا مَعَاشِرَ اْلإِخْوَانِ – أَنَّ غُوَاةَ آخِرِ الزَّمَانِ
İşte bu kasidede Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan aldığı derse binaen diyor ki:
“Huruf-u Arabiye acemî yani frengî hurufuna tebdil edildiği zaman, Deccal’ı intizar ediniz.”» (Rumuzat-ı Semaniye 4.Remiz) (Hz.Ali Efendimizin kasidesi matbu’ Mecmuat-ül Ahzab 1.cilt sh: 595)
بَاتَ بَاتَ بِهَا اْلأَمِيرُ وَالْفَقِيرَا
yani gece işlemek tabiriyle işaret ediyor.”
Diğer bir hadîs-i şerifte de mealen şöyle buyuruluyor:
«Sizleri benden sonra vuku bulacak yedi fitneden sakınmaya davet ederim: Medine’den çıkacak bir fitne, Mekke’den çıkacak bir fitne, Yemen’den çıkacak bir fitne, Şam’dan çıkacak bir fitne, şarktan çıkacak bir fitne, garbdan çıkacak bir fitne. Bir fitne de Şam’ın merkezinden zuhur eder ki, işte bu Süfyanî’nin fitnesidir.» (Ramuz-ul Ehadîs sh:18)
Bu rivayetin te’vilini bu mesele izah etmektedir.
Evet «Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş. (*) Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki:
Merkez-i hilafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, raviler kendi içtihadlarıyla -daimi öyle kalacak gibi, mânâ verip “merkez-i hükûmet-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içtihadlarıyla tafsil etmişler.» (Şualar sh: 585) (*) (Sahih-i Müslim cilt:8 hadîs:2937)
Kitab-ül Feteva-yı Hadîsiyye, Ahmed Şehabeddin bin Hacer-il Heytemî adlı eserin 30. sahifesinde ve Kenz-ül Ummal, 14. cild 272. sahifede ve 39639, 39677. hadîslerinde ve diğer bazı hadîs kitablarında “Süfyan”dan bahsedilir.
Diğer «Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan taraflarından zuhur edecek” denilmiş. (*)
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ Bunun bir te’vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk milleti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulunup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zamandaki meskenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.
Garibdir hem çok garibdir. Yediyüz sene müddetinde İslâmiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, barika-asa bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şeairine karşı istimal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak olmaz, geri çekilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anlaşılıyor.» (Şualar sh: 596) (*) Mişkât-ül Mesabih cilt: 3 sh: 38 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 sh: 559 hadîs: 9685
Bediüzzaman Hazretleri, 1948 senesinde Afyon Mahkemesinde “İnkılaplar aleyhindedir” tarzında ithamlarla mahkûm edilmek istenilmiş, fakat karar Temyiz’ce bozulmuştu. Mahkûmiyet kararı yolunda ısrar eden iddia makamına verilen cevapta aynen şöyle deniliyor:
«Acibdir ki; savcı müddeî iftiralı ittihamnamesinde en ziyade iliştiği ve Said’in ittihamına medar yaptığı, Siracünnur’un âhirindeki Beşinci Şua’ın mes’elelerinde Said demiş ki:
“Başa şapka koymağa cebreden Süfyan öyle dehşetli istibdadla hareket eder ki, bir cani yüzünden yüz köyü harab eder.. bir asi yüzünden binler masumu mahveder.” dediği fıkra için Said’in mahkûmiyetine pek musırrane çalışıp demiş ki: “Atatürk’ü tahkir edip, inkılâblar aleyhindedir.”
Cevab: Yine o cevab veren Nur şakirdlerinden Abdürrezzak namında birisi diyor ki:
İşte o davanın doğruluğuna delâlet eden yüzer emareden tek bir emaresi: 1938’deki Dersim faciasında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öldürtüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ihtimali yüzünden yaktırması; bu Beşinci Şua’ın o hükmünü kat’î hakikat olarak gözlerine sokuyor.
Acaba bin seneden beri bir milyar şühedayı hakikat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şehid veren ve bütün mefahiri İslâmiyetle tahakkuk eden ve âlem-i İslâmın en büyük ordusu ve kahraman milleti olan Türk’e bütün bütün mahiyetlerine zıd ve bütün ecdadlarını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münasebeti olmayan bir adama, Türklerin ceddi ve büyük babası namını vermek; ne derece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anlaşılmıyor mu?
Abdürrezzak ve saire»
(Elyazma Rumuzat-ı Semaniye Risalesi Gayr-i Matbu’)
HAZRETİ İSA ALEYHİSSELAM’IN DEVRESİ
Bütün insanlık âlemini saran bu fitnelerden kurtuluşun en mühim bir unsuru da ayet ve hadislerde geleceği müjdelenen İsa (A.S.)’ın kuvvetidir.
Bilhassa müslümanlarca zuhuru ehemmiyetli olmakla beraber, din hizmetinde bulunanların fazla üzerinde durmadıkları bu mesele, Bediüzzaman Hazretlerinin telif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatında bir hayli yer tutmaktadır. Bu bahislerden bir kısmı aşağıda derc edilmiştir.
«Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka girerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulundukça kıyamet kopmaz.” (*) Böyle umumiyetle imana geldikten sonra nasıl umumiyetle küfre giderler?
Elcevab: Hadîs-i Sahihte rivayet edilen: “Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini ve Şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal’ı öldüreceğini” imanı zaif olanlar istib’ad ediyorlar. Onun hakikatı izah edilse, hiç istib’ad yeri kalmaz. Şöyle ki:
O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkındaki hadîslerin ifade ettikleri mânâ budur ki: Âhirzamanda dinsizliğin iki cereyanı kuvvet bulacak:
Birisi:
Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan namında müdhiş bir şahıs, ehl-i nifakın başına geçecek, Şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacaktır.
Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevî’nin silsile-i nuranîsine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i kemalin başına geçecek Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir zat-ı nuranî o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan cereyan-ı münafıkaneyi öldürüp dağıtacaktır.
İkinci cereyan ise:
Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir.
Nasıl bir padişahı tanımıyan ve ordudaki zâbitan ve efrad onun askerleri olduğunu kabul etmiyen vahşi bir adam, herkese, her askere bir nevi padişahlık ve bir gûna hâkimiyet verir.
Öyle de: Allah’ı inkâr eden o cereyan efradları, birer küçük Nemrud hükmünde nefislerine birer rububiyet verir. Ve onların başına geçen en büyükleri, ispirtizma ve manyetizmanın hâdisatı nev’inden müdhiş hârikalara mazhar olan Deccal ise daha ileri gidip, cebbarane surî hükûmetini bir nevi rububiyet tasavvur edip uluhiyetini ilân eder.
Bir sineğe mağlub olan ve bir sineğin kanadını bile icad edemeyen âciz bir insanın uluhiyet dava etmesi, ne derece ahmakçasına bir maskaralık olduğu malûmdur.
İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hz. İsa (A.S.)ın şahsiyet-i maneviyesi
Ve Kur’ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tabi’ ve İslâmiyet metbu’ makamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır.
Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır. Madem Kadir-i Külli Şey va’detmiş, elbette yapacaktır.
Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden -Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi- ve ruhanileri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek..
Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakiki İsa olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu tanır. Yoksa bedahet derecesinde herkes onu tanımayacaktır.» (Mektubat sh: 56)
(*) Sahih-i Buhari Muhtasarı hadîs: 2114 ve S. Müslim cilt:1 sh:195 hadîs: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadîs: 2217
«Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim olacak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar.”
Vel’ilmu indallah, bunun bir te’vili şudur ki: “Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya kabile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i saltanat olmadığı halde, zekâvetiyle ve fenniyle ve siyasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlimlerin akıllarını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din derslerinden tecerrüd eden maarifi rehber edip tamimine şiddetle çalışır.” demektir.» (Şualar sh: 585)
Süfyan ve Deccal’ın kendilerinden daha çok, Süfyaniyet ve Deccaliyet denilen cereyanları ve komiteleri daha dehşetlidir.
Asrımızın başlarında kuvvetlenmeye başlayan dinsizlik hareketi ve onun mümessillerine, mezkûr rivayetin tevilinde görüldüğü gibi bazı din adamlarının tabi’ olması ve hattâ dua etmeleri sebebiyle sorulan bir suale, Bediüzzaman Hazretleri Rumuzat-ı Semaniye adlı risalesinde şöyle cevap verir:
«O zamanın en fenası, ülemanın fenasıdır. Yani dalâletin en fenası, ülema-is sû’ namı altındaki bir kısım bedbaht kisve-i ülemada, dini dünyaya satmış adamlardan gelir. Ben de bu noktaya binaen derim ki: Hangi ülema var ki; ezan-ı Muhammediyeyi beğenmeyip, ezan yerinde bir şarkıyı kabul etsin. Öyleler âlim değil, belki مثلهم الحمار اسفارا altında dâhil oluyor.»
Bediüzzaman Hazretleri bir âyeti zamanımıza tatbik cihetiyle açıklarken, ehl-i dalalete iltihak eden mezkûr ülemaya ve dalalet cereyanının üç hususiyetine bakan vecihlerini şöyle izah eder:
الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجاً أُوْلَـئِكَ فِي ضَلاَلٍ بَعِيدٍ
(14:3) âyet-i kerimesi «birinci cümlesiyle der ki: “O bedbahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber olduğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bildikleri halde)
Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.
Ve ikinci cümlesi olan وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ ile der ki: “O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halleriyle durmuyorlar, tecavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adâvetkârâne, menbalarını kurutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”
Ve üçüncü cümlesi olan وَيَبْغُونَهَا عِوَجاً ile der ki: “Onların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait görmediklerinden—hâşâ hâşâ!—eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” İşte bu âyet, üç cümlesiyle mânen bu asırda acip bir taife-i dâlleye tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle çok efradı içinde hususî baktığı gibi, tevafuk-u cifrîsiyle dahi başlarına parmak basıyor.» (Şualar sh: 724)
BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNE YAPILAN ZÜLUMLERİN SEBEBİ
Bunca zaman kendisine tazyik yapılan Bediüzzaman Hazretleri bu tazyikin sebebini, Cumhurbaşkanına yazdığı bir istidasında şöyle beyan eder:
«Reis-i Cumhura gönderilen istidanın zeylidir ki, mecbur oldum yazmağa.
Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve tarafgirliği vesilesiyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası kesilmiş bir adam hakkında otuz sene evvel bir Hadîs-i Şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çıkacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam olduğunu zaman gösterdi.
Ben de beşyüz seneden beri kahramanlığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kahraman bir ordunun şerefini ve zaferini, hilaf-ı hakikat olarak M. Kemal’e vermediğim
Evet mahkemede isbat ettiğim gibi; şerefler, müsbet hayırlar, maddi manevi ganimetler orduya cemaata verilir, tevzi edilir; kusurlar, menfi icraatlar başa, reise verilir diye bir kaide-i hakikatla, kahraman ordunun ve bilfiil asker ve asker başında çalışan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Kemal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona verilir diye beni onu sevmemekle ittiham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şereflerini kırmakla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum.
Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat etmeye hazırım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordusunun milyonlar efradı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği kadar muhafaza ediyorum. Benim karşımdaki garazkâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yolunda, milyonlar efrada manen ihanet, belki adavet ediyorlar.
Evet çok emarelerle bildik ki; bana hücum edenleri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığımdır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur oldum ki, o muarızlarıma derim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarkiyeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya gittim. Bu gelen üç madde, beni onun dostluğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzivada azab çektim, dünyalarına karışmadım.
Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an’anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o Hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama mânası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın “Üçüncü Esas”ında izahı var.
İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve tamiri ve hayatı, ona ait bütün erkân ve şeraitin vücuduyla olabilmesi; ve o şeyin ademi ve tahribi ve ölmesi, bir tek şartın bozulmasıyla olduğu bir kaide-i hakikattır. Umumun dillerinde “Tahrib, tamirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel olmuştur.
Bu kat’i kaideye binaen, meydanda görünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o kumandanın hatasından ve ehemmiyetli şerefler ve zaferler ise ordunun kahramanlığından geldiğinden; o fenalıkları ona, o iyilikleri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baştaki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek dehşetli bir haksızlık olmasıdır.
Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve ordunun zaferini başa vermek ve o başın kusurunu cemaata isnad etmek ise, binler hayırları birtek hayra indirmek ve birtek kusuru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir tabur bir dehşetli düşmanı öldürse, herbir neferi bir gazilik rütbesini alır ve yalnız binbaşısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binbaşının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cinayet hükmüne geçerek bin neferi mesul eder ve cezaya çarpar.
Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehemmiyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama verilmezse, beşyüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestliğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şerefini ve Kur’an bayraktarlığını kılınçlarıyla ve kanlarıyla imzalayan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyadeleşir, o ordunun pek parlak mazisini dehşetli karartır ve bu asrın ordusunu, geçen asırların aynı orduları önünde mahcub ve mesul eder. Ve mevcud şerefler, zaferler tek adama verilse binler derece küçülür, erkân ve efrad adedince gazilik ve hayırlar bir tek hükmüne geçer söner, daha kusurlara karşı keffaret-üz zünub olmaz.
İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostluğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmiyetli bir zamanda içinde bulunduğum ve tesirli hizmet ettiğim o ordunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehemmiyetli şerefini muhafazaya Risale-i Nur ile çalıştım.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 284)
Âhirzamanda çıkan nifak cereyanının mahiyetini, Risale-i Nur’un ikazıyla anlayanların, o cereyandan alâkalarını keseceklerini anlatan Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Şimdi ihtiyarımızın haricinde onun mahiyeti ne olduğunu, en başta ve en ziyade alâkadar ve en son ondan vazgeçecek adamların ellerine kat’i hüccetler gösteren ve isbat eden Risale-i Nur geçmesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdisedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam olsalar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuzdur.» (Şualar sh: 339)
Kur’an (19:82) âyetinde remzî bir mânâ ile; anarşistlerle, onları yetiştirenler arasında zıtlaşma olacağına bir işaret vardır.
Âhirzamanın dehşetli fitnesinden ümmeti ikaz eden rivayetlerin çoğu müteşabih olduğundan, tevil ve tabiriyle izah edilmeleri gerekiyor. Bu hadîslerin, her asrın insanlarına bakan mânâ külliyetleri vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu hadîslerden bir kısmını, tâ Osmanlı Devleti zamanında yani 1907 senesinde bazı sualler üzerine ele alarak bazı tevil ve izahlarını yapmıştı. O zaman bu tevillerin mânâsına uygun olacak hiçbir hâdise de yoktu. Aradan hayli seneler geçtikten sonra, Risale-i Nur’daki hassaten Beşinci Şua’daki kıyamet alâmetlerine dair müteşabih hadîslerin tevillerini bazı adliyeciler ele alarak Mustafa Kemal’e ve bir kısım inkılâplarına tatbik ederek suç göstermek istediler.
Halbuki hukuk anlayışında, kanun makabline şamil olmaz. Yani, kanundan önceki zamana tatbik edilmez. Diğer bir ifade ile, kanunsuz suç olmaz. Hem açık olmayan ifadelerden, tahmin yoluyla ceza verilmez. Hem hakaret ve tecavüz olmayarak mücerred fikir ve kanaat beyan etmek, hürriyet rejimlerinde suç sayılamaz. Aksi halde hürriyet rejiminin temel unsurlarından olan din, vicdan ve fikir hürriyetleri ihlal edilmiş olur. İşte bu esaslara aykırı bir suçlamaya cevap verirken, bu hakikatı ve esasları nazara veren Bediüzzaman Hazretleri aynen şöyle diyor:
«Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır, amel etmemek daha başkadır. Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hükmünde
İşte mezkûr açık kaideleri aşarak, Bediüzzaman bu tevilleriyle Mustafa Kemal’e ve rejimine hücum ediyor diyerek ve kanunu geçmişe şamil kılarak ve sarih olmayan küllî ifadeleri, açık şekle çevirip isim ilave ederek yazılan bir mahkeme kararından şayan-ı dikkat ve ibret bir örneği veriyoruz.
26/12/1985 tarih ve 85/114 esas, 85/186 karar sayılı İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi kararının bir kısmı aynen şöyledir:
«Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı üzere:
Deccal (âhir zamanda gelecek ve Hazret-i Muhammed’in peygamberliğini inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fesada verecek çok kötü ve dine ait hiçbir gerçeği, Allah’ın varlığına hiçbir delili kabul etmemek yolunda olan dehşetli bir şahıs) hakkındaki Hadîslerde bahsedilen şahsın Atatürk olduğunu zaman göstermiştir. Atatürk, İslâmların deccalı olan Süfyandır.
Atatürk, İslâm şeriatının tahribine çalışmıştır, mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuştur.
“Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kalmıyacak” Hadîsine uygun olarak, Atatürk zamanında “Allah Allah” diyen tekke, zikirhane ve medreseler kapanmış, ezan Türkçe okunmuştur.
“İslâm Deccalı ölünce ona hizmet eden şeytan, İstanbul Dikilitaş’da o öldü diye bütün dünyaya bağıracak” Hadîsine uygun olarak, Atatürk’ün ölümü radyo ile dünyaya duyurulmuştur.
“Süfyan su içecek, eli delinecek” Hadîsi, Atatürk’ün rakıya mübtela olacağını, bu yüzden hasta olacağını ve israf yapacağını göstermiştir.
“Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kalkar, alnında bu kâfirdir yazılmış olur” Hadîsine uygun olarak Atütürk kanun zoru ile herkese şapka giydirmiştir, fakat şapka da secdeye gittiği için istemiyerek giyenler kâfir olmamışlardır.
“Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar kendilerine secde ettirecekler” Hadîsine uygun olarak, Atatürk kendisine ve heykellerine baş eğdirmektedir.
“Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz” Hadîsine uygun olarak Atatürk devrinde dans, tiyatro gibi kadınlı erkekli oyunlar, gayr-ı meşru oyun ve eğlenceler, büyük günahlar ve âdetler ortaya çıkmıştır.
Atatürk devrinde, ordu ve millet tarafından yapılanlar, haksız olarak Atatürk’ün şahsına mal edilmiştir.
Atatürk devrinde kanun perdesi altında herkesin vicdanına, mukaddesatına, kıyafetine müdahale edilmiştir.
Millet mağlubiyet hengâmında gizli ve dehşetli mahiyetine bakmıyarak Atatürk’ü alkışlayıp başına koymuştur. Fakat ordu ve dindar millet, gerçeği görecek ve Atatürk’ün yaptığı bu dehşetli tahribatı tamire çalışacaktır.
Atatürk fiilleriyle İslâmiyet an’aneleri aleyhine çalışmıştır.
Atatürk Ayasofya Camiini puthaneye, Meşihat Dairesi (Osmanlı Devleti’nin diyanet dairesini) kız lisesine çevirmiştir.»
İşte aynı şekliyle ve şahıs ismi açıkça ve tekraren zikredilerek ve Bediüzzaman’a atfedilerek yapılan bu beyan, herhalde hayretle karşılanacak acib ve garib bir tevcihtir.
Bu şekilde bir tatbikatın da Bediüzzaman, Afyon Mahkemesinde makam-ı iddia tarafından yapıldığını görerek gerekli cevabı vermiştir. Makam-ı iddia şöyle demişti: “Süfyan ve bir İslâm deccalı, Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da anlaşılıyor.”
Bediüzzaman ise cevabında:
«Beşinci Şua, küllî bir surette çok zaman evvel müteşabih bir hadîsin bir te’vilini beyan etmesi ve itiraznamemde kat’i cevabı verilmesi; bu zahir yanlışı ve medar-ı mes’uliyet olması büyük hata olduğunu gösteriyor. Eğer mes’uliyet varsa bu ince, küllî mânâyı böyle cüz’î bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mes’ul ve suçlu olur.» (Şualar sh: 417) … diyerek müdafaada bulunmuştur ve nihayet aynı mahkeme beraet kararını vermiştir.
Şimdi de bahsi geçen müteşabih hadîslerden tevili yapılmış birisini örnek olarak verelim:
«Hem büyük Deccal’ın, hem İslâm Deccalı’nın üç devre-i istibdadları mânâsında üç eyyam var.
Bir günü; bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üçyüz sene yapılmaz.
İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede yapılmayan işleri yaptırır.
Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı tebdiller on senede yapılmaz.
Dördüncü günü ve devresi adileşir, bir şey yapmaz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır. diye, gayet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş.» (Şualar sh: 587)
Bu kelime (decl) kökünden mübalağalı ism-i faildir. Aşırı yalan ve aldatmalarla hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren ve hakkı bâtıl ile karıştırıp hakkı örten ve böylece cemiyetleri ifsad ve idlal eden şahıs demektir. Tac Tercemesi, 5. cild, 631. hadîste beyan edildiği gibi: “Deccal, meçhul (gaib) bir şerdir” şeklindeki ifadeden de anlaşıldığı gibi, Süfyan denen İslâm deccalının deccallığı, herkesin anlayacağı tarzda apaçık değildir. Münafıkane bir tavırla, yani (2:42) âyetinde ifade edildiği gibi, hak ile bâtılı telbis edip ümmeti ifsad ve idlale çalışır. Deccal’ın başlattığı cereyana da “deccaliyet” denir. Deccal’ın en şerli ve zararlı tarafı da deccaliyetidir. Deccal’ın ölümünden sonra da cereyanı hayli zaman devam eder.
Deccal’ın hak ile bâtılı karıştırmasına karşı, Kur’an hak ile bâtılın tefrik ve tebyinini ister. İşte Kur’anın dersini tam anlayan sahabeler nazarında hak ile bâtıl tamamen ayrılmıştı. (Bak: Sözler sh: 484, 489 İkinci Sebeb)
«Deccal’ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuş olduğundan; surî, cebbarane olan hâkimiyetine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cereyan-ı azîmi, pek cesîmdir. Rivayetlerde Deccal’a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya’nın başkumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı on günlük mesafedeki Port Artür Kal’asında tasvir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, ordusunun şahs-ı manevîsi gösterilmiş.» (Mektubat sh: 58)
HER İKİ DECCAL’İN BENZERLİKLERİ
Âhirzamanda biri İslâm âleminde, diğeri beşeriyet âleminde olmak üzere iki deccal ve cereyanları bulunur.
Sual: «Rivayetlerde, her iki Deccal’ın hârikulâde icraatlarından ve pek fevkalâde iktidarlarından ve heybetlerinden bahsedilmiş…
Elcevab: وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ İcraatları büyük ve hârikulâde olması ise: Ekser tahribat ve hevesata sevkiyat olduğundan, kolayca hârikulâde öyle işler yaparlar ki, bir rivayette “Bir günleri bir senedir.” Yani; bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede yapılmaz denilmiş…
İstidrac eseri olarak, müstebidane olan koca hükûmetlerinde, cesur orduların ve faal milletin kuvvetiyle vukua gelen terakkiyat ve iyilikler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam kadar bir iktidar onların şahıslarında tevehhüm edilmeğe sebeb olur.
Her iki Deccal, azamî bir istibdad ve azamî bir zulüm ve azamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, azamî bir iktidar görünür. Evet öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perdesinde- herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hattâ elbisesine müdahale ederler.
Zannederim asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyet-perverleri, bir hiss-i kablelvuku ile bu dehşetli istibdadı hissederek oklar atıp hücum etmişler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cephede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki; bir adamın yüzünden yüz köyü harab ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan eder.
Her iki Deccal, Yahudi’nin İslâm ve Hristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesinin muavenetini ve kadın hürriyetlerinin perdesi altındaki dehşetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İslâm Deccalı masonların komitelerini aldatıp müzaheretlerini kazandıklarından dehşetli bir iktidar zannedilir.» (Şualar sh: 593) (Bak: İslâm Prensipleri Ansiklopedisi 3979/1, 3980. p.lar) (Bak: 105. p.)
«Rivayette vardır ki: “Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet dava edecekler ve kendilerine secde ettirecekler.”
Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Nasıl bir padişahı inkâr eden bir bedevi kumandan, kendinde ve başka kumandanlarda, hâkimiyetleri nisbetinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de: Tabiiyyun ve maddiyyun mezhebinin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendilerinde bir nevi rububiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfüru’ ettirirler, başlarını rükûa getirirler demektir.» (Şualar sh: 584)
«Büyük Deccal’ın ispirtizma nevinden teshir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalı’nın dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hattâ rivayetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür” diye nazar-ı dikkati gözüne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve ötekinin bir gözü öteki göze nisbeten kör hükmünde olduğunu hadîste kaydetmekle, onlar kâfir-i mutlak bulunduğundan yalnız münhasıran bu dünyayı görecek birtek gözü var ve akibeti ve âhireti görebilecek gözleri olmamasına işaret eder.» (Şualar sh: 595)
Rivayette mealen:
«Deccal sol gözü kör, saçı çoktur. Cennet ve cehennemi vardır; fakat gerçekte cehennemi cennet, cenneti de cehennemdir.» (*)
Hem «rivayette var ki: -İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdüğü münasebetiyle- “Deccal’ın fevkalâde büyük ve minareden daha yüksek bir azamet-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bulunduğunu..” gösterir.
لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ Bunun bir te’vili şu olmak gerektir ki: İsa Aleyhisselâm’ı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ruhaniye-i mücahidînin kemiyeti, Deccal’ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî ordularına nisbeten çok az ve küçük olmasına işaret ve kinayedir.» (Şualar sh: 588) Bu rivayetin tatbikî bir izahı, Kastamonu Lâhikası sh: 80’de vardır. (*) (Tac Tercemesi hadîs:1034)
Âhirzaman fitnesinde böyle dehşetli Deccaliyet cereyanlarının tahribatı karşısında, müslümanlar arasında hattâ hakiki İsevîlerle dahi ittifak etmenin lüzumuna dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:
«Şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle, belki Hristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak, niza etmemek gerektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I. sh: 206)
«Hattâ hadîs-i sahihle: Âhirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları, ehl-i Kur’anla ittifak edip müşterek düşmanları olan zendekaya karşı dayanacakları gibi, şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hristiyanların hakiki dindar ruhanileri ile dahi medar-ı ihtilaf noktaları, muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmiyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.» (Lem’alar sh: 151)
«Kat’i ve sahih rivayette var ki: “İsa Aleyhisselâm büyük Deccal’ı öldürür.” (*)
Vel’ilmü indallah.. bunun da iki vechi var:
Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispirtizma gibi istidracî hârikalarıyla kendini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal’ı öldürebilecek, mesleğini değiştirecek; ancak hârika ve mu’cizatlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki: O zat, en ziyade alâkadar ve ekser insanların peygamberi olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dır.
İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâm’ın kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevi ruhanileridir ki; o ruhaniler, din-i İsevinin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek.
Hattâ “Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelir, Hazret-i Mehdi’ye namazda iktida eder, tabi olur.” (*) diye rivayeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kur’aniyenin metbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder.» (Şualar sh: 587)
(*) (Sahih-i Müslim 52.kitab-ül fiten hadîs: 34, 110, 116 ve İ.Mace 36. Kitab-ül Fiten 33.bab 4075, 4077. hadîsler.)
(*) (İbn-i Mace 4077. hadîsin ortası.)