Ahirzaman Fitneleri-02

ÂHİRZAMAN FİTNELERİ

İttihad İlmî Araştırma Heyeti

İlk baskı/1993 Genişletilmiş Yeni Baskı /2003

(İkinci Kısım)

SÜFYAN

(İSLÂM DECCALI)

Kamus-u Okyanus, bu kelime için “esami-i rical­den bir isimdir” der, yani mânâ aranmaya­cağına işa­ret eder. Âhirzamanda ge­leceği ve ümmetin karan­lık günler yaşama­sına sebeb olacağı sahih hadîslerle bildirilen ve şe­air-i İslâmiyeyi tahribe çalışan dehşetli ve mü­nafık bir şahıs. “Süfyanîler” ise Süfyan cereya­nıdır. İbn-i Cerir-i Taberî Süfyanîlerle alâkalı rivayet­leri Cami-ül Beyan’da (34:51) âyeti al­tında cem­’etmiştir.

Bir hadîste bildirilen Ahlas, Serra, Duhayma fit­neleri için bak: Tac Tercemesi 5.cilt 927.hadîs (Uzun süren ve in­sanların müs­bet ve menfî iki gruba ay­rıldığı mezkûr üçüncü fitne, Süfyanî fitneye işaret olsa gerektir.)

«Rivayetler, Deccal’ın dehşetli fit­nesi İslâm­larda olacağını gösterir ki, bütün ümmet isti­aze et­miş. (*) لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ Bunun bir tevili şu­dur ki: İs­lâmların Deccalı ayrıdır. Hattâ bir kısım ehl-i tah­kik, İmam-ı Ali’nin (r.a.) dediği gibi demişler ki: Onların Deccalı Süfyandır, İslâmlar içinde çı­ka­cak, aldatmakla iş göre­cek. Kâfirlerin Büyük Deccalı ayrıdır. (**) Yoksa Büyük Deccalın cebir ve cebe­rut-u mutlakına karşı itaat etme­yen şehid olur ve is­temeyerek itaat eden kâfir olmaz, belki günahkâr da olmaz.» (Şualar sh: 585)

(*) Kenz-ül Ummal cilt:11 sh:125 ve Ruh-ul Beyan cilt:8 sh:197

(**) Süyûtî, el-Orfu’l-Verdî fî Ahbari’l-Mehdî (el-Hâvî li’l-Fetâva): 2:234; Ahmed Zeynî Dahlan, el-Fütûhâtü’l-İslâmiye: 294; el-Berzenci, el-İşâa’ fî Eşrâti’s-Sâa’: 95-99; İbn-i Haceri’l-Heytemî, el-Fetâva’l-Hadîsiyye: 36; Muhtasar u Tezkireti’l-Kurtubî: 133-134.

«1350 sene evvel Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir şakirdi ve es­rar-ı Kur’aniyenin dersini bizzat Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’dan alan Hazret-i Ali (R.A.).A.) meşhur ve mat­bu’ kasidesinde demiş ki:;

أَحْرُفُ عُجْمٍ سُطِّرَتْ تَسْطِيراً – بَاتَ بِهَا اْلأَمِيرُ وَالْفَقِيرَا (Haşiye)

وَاعْلَمْ بِأَنَّ الْوَقْتَ بَانَ وَاقْتَرَبْ – فَانْتَظِرُوا الدَّجَّالَ أَغْوَرى مَنْ كَذِبَ

ثُمَّ اعْلَمُوا مَعَاشِرَ اْلإِخْوَانِ – أَنَّ غُوَاةَ آخِرِ الزَّمَانِ

İşte bu kasidede Peygamber Aleyhissalâtü Vesse­lâm’dan aldığı derse bi­naen diyor ki:

“Huruf-u Arabiye acemî yani frengî hu­ru­funa teb­dil edildiği zaman, Deccal’ı inti­zar edi­niz.”» (Rumuzat-ı Semaniye 4.Remiz) (Hz.Ali Efendimizin kasidesi mat­bu’ Mecmuat-ül Ahzab 1.cilt sh: 595)

“(Hâşiye): Cây-ı dikkattir ki, frengî hurufatını öğ­retmek için Ramazan gecelerinde çoluk ve çocuğa, zengin ve fukaraya dersin şenaatine işareten, kasi­dede bir nüshada

بَاتَ بَاتَ بِهَا اْلأَمِيرُ وَالْفَقِيرَا

yani gece işle­mek tabiriyle işaret ediyor.

Diğer bir hadîs-i şerifte de mealen şöyle buyuru­lu­yor:

«Sizleri benden sonra vuku bulacak yedi fitne­den sakınmaya davet ederim: Medine’den çıkacak bir fitne, Mekke’den çıkacak bir fitne, Yemen’den çıkacak bir fitne, Şam’dan çıkacak bir fitne, şark­tan çıkacak bir fitne, garbdan çıkacak bir fitne. Bir fitne de Şam’ın merkezinden zu­hur eder ki, işte bu Süfyanî’nin fit­ne­sidir.» (Ramuz-ul Ehadîs sh:18)

Bu rivayetin te’vilini bu mesele izah etmektedir.

Evet «Rivayetlerde, vukuat-ı Süfyaniye ve hâdisat-ı istikbaliye Şam’ın etrafında ve Arabistan’da tasvir edilmiş. (*) Allahu a’­lem, bunun bir te’vili şudur ki:

Merkez-i hi­lafet eski zamanda Irak’ta ve Şam’da ve Medine’de bulunduğundan, raviler kendi içtihad­larıyla -daimi öyle kalacak gibi, mânâ verip “merkez-i hükû­met-i İslâmiye” yakınlarında tasvir etmişler, Haleb ve Şam demişler. Hadîsin mücmel haberlerini, kendi içti­hadlarıyla tafsil etmişler.» (Şualar sh: 585) (*) (Sahih-i Müslim cilt:8 hadîs:2937)

Kitab-ül Feteva-yı Hadîsiyye, Ahmed Şehabeddin bin Hacer-il Heytemî adlı eserin 30. sahifesinde ve Kenz-ül Ummal, 14. cild 272. sa­hifede ve 39639, 39677. hadîs­lerinde ve diğer bazı hadîs kitablarında “Süfyan”dan bah­sedilir.

­Diğer «Bir rivayette, “İslâm Deccalı Horasan ta­raf­larından zuhur edecek” de­nilmiş. (*)

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ Bunun bir te’vili şudur ki: Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyetin en kahraman ordusu olan Türk mil­leti, o rivayet zamanında Horasan taraflarında bulu­nup daha Anadolu’yu vatan yapmadığından, o zaman­daki mes­kenini zikretmekle Süfyanî Deccal onların içinde zuhur edeceğine işaret eder.

Garibdir hem çok garibdir. Yediyüz sene müd­de­tinde İslâmiyetin ve Kur’an’ın elinde şeref-şiar, barika-asa bir elmas kılınç olan Türk milletini ve Türkçülüğü, muvakkaten İslâmiyetin bir kısım şea­irine karşı isti­mal etmeğe çalışır. Fakat muvaffak ol­maz, geri çe­kilir. “Kahraman ordu, dizginini onun elinden kurtarıyor” diye rivayetlerden anla­şı­lıyor.» (Şualar sh: 596) (*) Mişkât-ül Mesabih cilt: 3 sh: 38 ve Kenz-ül Ummal cilt: 14 sh: 559 hadîs: 9685

Bediüzzaman Hazretleri, 1948 senesinde Afyon Mahkemesinde “İnkılaplar aleyhinde­dir” tarzında it­ham­larla mahkûm edilmek istenilmiş, fakat karar Temyiz’ce bozul­muştu. Mahkûmiyet kararı yolunda ısrar eden iddia maka­mına verilen cevapta aynen şöyle deniliyor:

«Acibdir ki; savcı müddeî iftiralı ittiham­name­sinde en ziyade iliştiği ve Said’in itti­hamına medar yaptığı, Siracünnur’un âhi­rindeki Beşinci Şua’ın mes­’e­lelerinde Said demiş ki:

“Başa şapka koymağa cebreden Süfyan öyle deh­şetli istibdadla hareket eder ki, bir cani yü­zün­den yüz köyü harab eder.. bir asi yü­zünden binler masumu mahveder.” dediği fıkra için Said’in mah­kûmiyetine pek mu­sırrane çalışıp demiş ki: “Atatürk’ü tahkir edip, inkı­lâblar aleyhindedir.”

Cevab: Yine o cevab veren Nur şakirdle­rin­den Abdürrezzak namında birisi diyor ki:

İşte o davanın doğruluğuna delâlet eden yüzer emareden tek bir emaresi: 1938’deki Dersim faci­asında binler masumları, ihtiyar kadınları hem öl­dür­tüp hem ateşlere atmak ve bir isyan tevehhümü ve ih­timali yü­zün­den yaktırması; bu Beşinci Şua’ın o hük­münü kat’î hakikat olarak gözlerine soku­yor.

Acaba bin seneden beri bir milyar şühe­dayı ha­ki­kat-ı Kur’an ve iman yolunda feda edip şe­hid ve­ren ve bütün mefahiri İslâmiyetle tahak­kuk eden ve âlem-i İslâmın en büyük ordusu ve kahraman mil­leti olan Türk’e bü­tün bütün mahi­yetlerine zıd ve bütün ec­dad­larını darıltan, inciten, manen ihanet eden ve neslen hiç Türklükle münase­beti olmayan bir adama, Türklerin ceddi ve bü­yük ba­bası namını ver­mek; ne de­rece Türklüğe bir adavet ve ihanet olduğu anla­şılmıyor mu?

Abdürrezzak ve saire»

(Elyazma Rumuzat-ı Semaniye Risalesi Gayr-i Matbu’)

HAZRETİ İSA ALEYHİSSELAM’IN DEVRESİ

Bütün insanlık âlemini saran bu fitnelerden kur­tuluşun en mühim bir unsuru da ayet ve hadislerde geleceği müjdelenen İsa (A.S.)’ın kuvvetidir.

Bilhassa müslümanlarca zuhuru ehemmiyetli ol­makla beraber, din hizmetinde bulunanların fazla üze­rinde durmadıkları bu mesele, Bediüzzaman Hazretle­rinin telif etmiş olduğu Risale-i Nur Külliyatında bir hayli yer tutmaktadır. Bu bahislerden bir kısmı aşa­ğıda derc edilmiştir.

«Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdükten sonra, insanlar ekseriyetle din-i hakka gi­rerler. Halbuki rivayetlerde gelmiştir ki: “Yeryüzünde Allah Allah diyenler bulun­dukça kıyamet kopmaz.” (*) Böyle umumi­yetle imana geldikten sonra nasıl umumi­yetle küfre giderler?

Elcevab: Hadîs-i Sahihte rivayet edilen: “Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın geleceğini ve Şeriat-ı İslâmiye ile amel edeceğini, Deccal’ı öldürece­ğini” imanı zaif olanlar istib’ad edi­yorlar. Onun haki­katı izah edilse, hiç istib­’ad yeri kalmaz. Şöyle ki:

O hadîsin ve Süfyan ve Mehdi hakkın­daki hadîs­lerin ifade ettikleri mânâ budur ki: Âhirzamanda din­sizliğin iki cereyanı kuv­vet bulacak:

Birisi:

Nifak perdesi altında risalet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) inkâr edecek Süfyan na­mında müdhiş bir şa­hıs, ehl-i nifakın ba­şına ge­çe­cek, Şeriat-ı İslâmiyenin tahribine çalışacak­tır.

Ona karşı Âl-i Beyt-i Nebevî’nin silsile-i nuranî­sine bağlanan, ehl-i velayet ve ehl-i ke­malin başına ge­çe­cek Âl-i Beyt’ten Muhammed Mehdi isminde bir zat-ı nu­ranî o Süfyan’ın şahs-ı manevîsi olan ce­re­yan-ı mü­nafıkaneyi öldürüp dağı­tacaktır.

İkinci cereyan ise:

Tabiiyyun, mad­diy­yun felsefe­sinden tevellüd eden bir cere­yan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda fel­sefe-i maddiye vasıtasıyla in­tişar ede­rek kuvvet bulup, uluhiyeti in­kâr edecek bir de­receye gelir.

Nasıl bir padişahı tanımıyan ve ordu­daki zâbitan ve efrad onun askerleri oldu­ğunu kabul etmiyen vahşi bir adam, her­kese, her askere bir nevi padi­şahlık ve bir gûna hâ­kimiyet verir.

Öyle de: Allah’ı inkâr eden o ce­reyan efradları, birer küçük Nemrud hük­münde nefis­lerine birer rubu­biyet verir. Ve on­la­rın başına geçen en bü­yükleri, ispir­tizma ve man­yetizmanın hâdi­satı nev­’inden müdhiş hâri­kalara mazhar olan Deccal ise daha ileri gidip, cebbarane surî hükûmetini bir nevi rububi­yet tasav­vur edip uluhiyetini ilân eder.

Bir sineğe mağlub olan ve bir si­neğin kanadını bile icad edeme­yen âciz bir insa­nın uluhiyet dava etmesi, ne derece ah­makçasına bir mas­karalık olduğu ma­lûmdur.

İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuv­vetli gö­ründüğü bir zamanda, Hz. İsa (A.S.)ın şahsiyet-i mane­viyesi.S.)›n flahsiyet-i mane­viyesi;nden ibaret olan hakiki İsevîlik dini zu­hur ede­cek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul ede­cek; hal-i hazır Hristiyanlık dini o haki­kata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifat­tan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşe­cek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab edecektir…

Ve Kur’ana iktida ede­rek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tabi’ ve İslâmiyet metbu’ ma­kamında kalacak. Din-i Hak, bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bula­caktır.

Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet; itti­had netice­sinde, dinsiz­lik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i se­mavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cere­yanının başına ge­çece­ğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Ma­dem haber vermiş, hak­tır. Madem Kadir-i Külli Şey va’detmiş, el­bette ya­pacaktır.

Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gön­de­ren ve bazı vakitte insan suretine vaz­’eden -Hazret-i Cibril’in “Dıhye” suretine girmesi gibi- ve ruha­ni­leri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temes­sül etti­ren, hattâ ölmüş evliyaların çokları­nın er­vahla­rını ce­sed-i misaliyle dünyaya gönde­ren bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hatimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulu­nan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki âlem-i âhi­retin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydi­rip dünyaya gön­dermek, o Hakîm’in hikme­tinden uzak değil. Belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va’­detmiş ve va’dettiği için elbette gönderecek..

Hazret-i İsa Aleyhisselâm geldiği vakit, her­kes onun hakiki İsa olduğunu bilmek lâ­zım değildir. Onun mukarreb ve havassı, nur-u iman ile onu ta­nır. Yoksa bedahet de­recesinde herkes onu tanıma­ya­caktır.» (Mektubat sh: 56)

(*) Sahih-i Buhari Muhtasarı hadîs: 2114 ve S. Müslim cilt:1 sh:195 hadîs: 234 ve Tirmizî fiten/35 hadîs: 2217

«Rivayette var ki: “Süfyan büyük bir âlim ola­cak, ilim ile dalalete düşer. Ve çok âlimler ona tabi olacaklar.

Vel’ilmu indallah, bunun bir te’vili şu­dur ki: “Başka padişahlar gibi ya kuvvet ve kudret veya ka­bile ve aşiret veya cesaret ve servet gibi vasıta-i sal­tanat olmadığı halde, zekâ­vetiyle ve fenniyle ve si­yasî ilmiyle o mevkii kazanır ve aklıyla çok âlim­le­rin akıl­larını teshir eder, etrafında fetvacı yapar. Ve çok muallimleri kendine tarafdar eder ve din ders­le­rinden tecerrüd eden maarifi reh­ber edip tami­mine şiddetle çalışır.” demek­tir.» (Şualar sh: 585)

Süfyan ve Deccal’ın kendilerinden daha çok, Süfyaniyet ve Deccaliyet denilen cereyanları ve komite­leri daha dehşet­lidir.

DİNİNİ DÜNYAYA SATANLAR

Asrımızın başlarında kuvvetlenmeye başla­yan dinsiz­lik hareketi ve onun mümessil­lerine, mezkûr ri­va­yetin tevi­linde görüldüğü gibi bazı din adamlarının tabi’ olması ve hattâ dua etme­leri sebebiyle sorulan bir suale, Bediüzzaman Hazretleri Rumuzat-ı Semaniye adlı risa­lesinde şöyle cevap verir:

«O zamanın en fenası, ülemanın fenası­dır. Yani dalâletin en fenası, ülema-is sû’ namı altın­daki bir kı­sım bedbaht kisve-i üle­mada, dini dünyaya sat­mış adamlardan ge­lir. Ben de bu nok­taya binaen de­rim ki: Hangi ülema var ki; ezan-ı Muhammediyeyi be­ğenme­yip, ezan yerinde bir şarkıyı kabul etsin. Öyle­ler âlim değil, belki مثلهم الحمار اسفارا al­tında dâhil oluyor.»

Bediüzzaman Hazretleri bir âyeti za­manı­mıza tat­bik cihetiyle açıklarken, ehl-i dala­lete iltihak eden mezkûr üle­maya ve dalalet ce­reya­nının üç hususiye­tine bakan vecihle­rini şöyle izah eder:

الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجاً أُوْلَـئِكَ فِي ضَلاَلٍ بَعِيدٍ

(14:3) âyet-i kerimesi «birinci cümlesiyle der ki: “O bed­bahtlar, bazı ehl-i imanın (imanları beraber ol­duğu halde) ve bir kısım ehl-i ilmin (âhireti tam bil­dikleri halde) on­lara iltihak delâletiyle, bilerek ve severek ha­yat-ı dünyeviyeyi dine ve âhirete, yani el­ması tanıdığı ve bulduğu halde beş para­lık şişeyi ona tercih etmek gibi sefahet-i ha­yatı, dinî hissiyata mu­annidâne tercih edip dinsizlikle iftihar ederler.”

Bu cümlenin bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiç­bir asır böyle bir tarzı gösterme­miş. Sair asır­larda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bil­miyor, dünyayı tercih ediyor.

Ve ikinci cümlesi olan وَيَصُدُّونَ عَن سَبِيلِ اللّهِ ile der ki: “O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i ha­yattan ve temerrüdden neş’et ettiği için kendi halle­riyle durmuyorlar, tecavüz edi­yorlar. Bildik­leri ve onunla ecdatları bağlı olan dine, adâvetkârâne, menbala­rını ku­rutmak ve esasatını bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak isti­yorlar.”

Ve üçüncü cümlesi olan وَيَبْغُونَهَا عِوَجاً ile der ki: “Onların dalâleti fenden, felsefeden gel­diği için acip bir gurur ve garip bir firavun­luk ve dehşetli bir enâniyet onlara verip ne­fislerini öyle şımartmış ki, kâ­inatı idare eden İlâhî kanunların şuâlarını ve in­san âleminde o hakaikin düsturlarını süflî he­ve­sat­larına ve müştehiyatlarına müsait görmedik­lerin­den—hâşâ hâşâ!—eğri, yan­lış, noksan bul­mak isti­yorlar.” İşte bu âyet, üç cümlesiyle mânen bu asırda acip bir ta­ife-i dâlleye tam bir tevafuk-u mânevî ile, mânâ-yı işârîsiyle çok efradı içinde hususî bak­tığı gibi, teva­fuk-u cifrîsiyle dahi başla­rına par­mak ba­sı­yor.» (Şualar sh: 724)

BEDİÜZZAMAN HAZRETLERİNE YAPILAN ZÜLUMLERİN SEBEBİ

Bunca zaman kendisine tazyik yapılan Bediüzzaman Hazretleri bu tazyikin sebebini, Cumhur­başkanına yazdığı bir istidasında şöyle beyan eder:

«Reis-i Cumhura gönderilen istidanın zeyli­dir ki, mecbur oldum yazmağa.

Bana hücum eden garazkârların en esaslı sebebi; Mustafa Kemal’in dostluğu ve taraf­girliği vesi­le­siyle beni eziyorlar. Ben de o garazkârlara derim ki: Ölmüş gitmiş ve dünyadan ve hükûmetten alâkası ke­silmiş bir adam hakkında otuz sene ev­vel bir Hadîs-i Şerifin ihbarıyla, Kur’ana zararlı öyle bir adam çı­kacak dediğimi ve sonra Mustafa Kemal o adam oldu­ğunu zaman gösterdi.

Ben de beşyüz seneden beri kahra­man­lığıyla ve hakperestliğiyle dünyaya meydan okuyan kah­ra­man bir ordunun şe­refini ve zaferini, hilaf-ı haki­kat olarak M. Kemal’e vermediğim. Kemal’e vermedi¤im; için, garaz­kâr dost­ları beni yirmi senedir bahanelerle tazib edi­yor­lar.

Evet mahkemede isbat ettiğim gibi; şe­refler, müsbet hayırlar, maddi manevi ga­nimetler or­duya ce­maata verilir, tevzi edi­lir; kusurlar, menfi icraat­lar başa, reise ve­rilir diye bir kaide-i haki­katla, kah­raman ordunun ve bilfiil asker ve asker ba­şında çalı­şan cesur zabitlerin zaferleri ve şerefleri Mustafa Ke­mal’e verilmez. Belki kusurlar, hatalar yalnız ona ve­rilir diye beni onu sevmemekle itti­ham edenleri, kahraman orduyu sevmemekle ve şe­ref­lerini kır­makla ittiham edip onlara hain-i millet nazarıyla bakıyorum.

Bu hakikatı mahkemede isbat ettiğim gibi, onun muannid dostlarına da isbat et­meye hazı­rım. Ben bu mübarek milletin bahadır ordu­sunun mil­yonlar ef­radı ve zabitlerini severim. Hürmetlerini, haysiyetlerini elimden geldiği ka­dar muha­faza ediyo­rum. Benim karşımdaki garaz­kâr muarızlarım, bir tek adamı sevmek yo­lunda, mil­yonlar efrada ma­nen ihanet, belki adavet ediyorlar.

Evet çok emarelerle bildik ki; bana hü­cum eden­leri tahrik eden, Mustafa Kemal’e itirazımdır ve ona dost olmadığım­dır. Başka sebebler bahanedir. Bunun için mecbur ol­dum ki, o muarızlarıma de­rim: O beni taltif etmek ve bütün vilayat-ı şarki­yeye vaiz-i umumî yapmak için Ankara’ya istedi. Ben oraya git­tim. Bu gelen üç madde, beni onun dost­luğundan vazgeçirdi. Yirmi sene inzi­vada azab çektim, dünya­larına ka­rışmadım.

Birinci Madde: Bir hadîs-i şerifin, âhir­za­manda an’anat-ı İslâmiyenin zara­rına çalışacak diye ha­ber verdiği adam, bu oldu­ğunu ef’aliyle gös­ter­mesi­dir. Ben otu­zaltı sene evvel o Hadîsi tefsir etmiş­tim. Aynen bu adama mânası çıkmış. Mahkemedeki müdafaatımın “Üçüncü Esas”ında izahı var.

İkinci Madde: Bir şeyin vücudu ve ta­miri ve ha­yatı, ona ait bütün erkân ve şera­itin vü­cuduyla olabil­mesi; ve o şeyin ademi ve tah­ribi ve ölmesi, bir tek şartın bozul­masıyla olduğu bir kaide-i ha­ki­kattır. Umumun dil­lerinde “Tahrib, tamirden çok kolaydır” diye darb-ı mesel olmuştur.

Bu kat’i kaideye binaen, meydanda gö­rünen ehemmiyetli kusurlar ve tahribatlar o ku­manda­nın ha­tasından ve ehemmiyetli şeref­ler ve zafer­ler ise ordu­nun kahraman­lığın­dan geldiğinden; o fenalık­ları ona, o iyi­lik­leri orduya vermek lâzım gelirken, bütün bütün aksine olarak cemaatın hayrını baş­taki bir ferde ve o ferdin şerrini cemaata vermek deh­şetli bir hak­sızlık olmasıdır.

Üçüncü Madde: Cemaatın hayrını ve or­du­nun zaferini başa vermek ve o başın ku­su­runu cemaata isnad etmek ise, binler ha­yır­ları birtek hayra indir­mek ve birtek ku­suru binler kusur yapmaktır. Çünki nasıl bir ta­bur bir dehşetli düşmanı öldürse, her­bir ne­feri bir gazilik rütbesini alır ve yalnız bin­ba­şısına verilse, binden bire iner, bir tek gazi olur. O binba­şının hatasıyla zalimane bir katil yapılsa ve ona verilmeyip tabura verilse, o bir tek katil bin cina­yet hükmüne geçerek bin neferi me­sul eder ve cezaya çarpar.

Aynen öyle de: Meydandaki görünen ehem­miyetli kusurlar onları işleyen ölmüş adama ve­rilmezse, beş­yüz belki bin seneden beri gaziliğini ve hakperestli­ğini dünyaya gösteren ve ferman-ı şe­re­fini ve Kur’an bay­raktarlığını kılınçlarıyla ve kan­la­rıyla imza­layan bir orduya havalesiyle, o kusurlar binler derece ve erkânları adedince ziyade­leşir, o ordu­nun pek parlak mazisini deh­şetli karartır ve bu asrın ordu­sunu, geçen asırların aynı orduları önünde mah­cub ve mesul eder. Ve mevcud şeref­ler, zaferler tek adama verilse binler derece küçü­lür, erkân ve efrad ade­dince gazilik ve hayırlar bir tek hük­müne geçer söner, daha kusurlara karşı kef­faret-üz zünub olmaz.

İşte bu sebebler içindir ki; ben onun dostlu­ğunu bırakıp, onun yerinde, ehemmi­yetli bir za­manda içinde bulunduğum ve te­sirli hizmet etti­ğim o or­dunun dostluğunu aldım ve binler derece daha ehem­miyetli şe­refini muhafazaya Risale-i Nur ile ça­lış­tım.» (Emirdağ Lâhikası-I sh: 284)

Âhirzamanda çıkan nifak cereyanının ma­hiyetini, Risale-i Nur’un ikazıyla anlayanla­rın, o cereyandan alâ­kala­rını keseceklerini an­latan Bediüzzaman Haz­retleri diyor ki:

«Şimdi ihtiyarımızın haricinde onun mahi­yeti ne olduğunu, en başta ve en zi­yade alâ­kadar ve en son on­dan vazgeçecek adamla­rın ellerine kat’i hüccet­ler gös­te­ren ve isbat eden Risale-i Nur geç­mesi, kemal-i merak ve dikkatle okunması öyle bir hâdi­sedir ki; bizler gibi binler adam hapse girse, hattâ idam ol­salar, Din-i İslâm cihetiyle yine ucuz­dur.» (Şualar sh: 339)

Kur’an (19:82) âyetinde remzî bir mânâ ile; anar­şist­lerle, onları yetiştirenler arasında zıt­laşma olaca­ğına bir işa­ret vardır.

Âhirzamanın dehşetli fitnesinden üm­meti ikaz eden ri­vayetlerin çoğu müteşabih ol­duğun­dan, tevil ve tabiriyle izah edilmeleri ge­rekiyor. Bu hadîslerin, her as­rın insanla­rına ba­kan mânâ külliyetleri vardır. Bediüzzaman Hazretleri bu hadîslerden bir kısmını, tâ Osmanlı Devleti zamanında yani 1907 sene­sinde bazı sualler üzerine ele ala­rak bazı tevil ve izahlarını yap­mıştı. O zaman bu tevillerin mânâsına uygun olacak hiçbir hâdise de yoktu. Aradan hayli seneler geçtikten sonra, Risale-i Nur’daki hassaten Beşinci Şua’daki kı­ya­met alâmetlerine dair müteşabih hadîslerin teville­rini bazı adli­yeciler ele alarak Mustafa Kemal’e ve bir kısım inkılâplarına tatbik ederek suç gös­termek iste­diler.

Halbuki hukuk anlayışında, kanun ma­kab­line şa­mil olmaz. Yani, kanundan önceki za­mana tatbik edil­mez. Diğer bir ifade ile, kanun­suz suç olmaz. Hem açık olmayan ifade­lerden, tahmin yoluyla ceza veril­mez. Hem hakaret ve teca­vüz olmayarak mücerred fi­kir ve kanaat beyan etmek, hürri­yet rejimlerinde suç sayıla­maz. Aksi halde hürriyet rejimi­nin temel unsur­larından olan din, vicdan ve fikir hürriyet­leri ihlal edil­miş olur. İşte bu esaslara aykırı bir suçlamaya ce­vap verirken, bu hakikatı ve esas­ları nazara veren Bediüzzaman Hazretleri ay­nen şöyle diyor:

«Rejimi reddetmek ne vazifemizdir, ne de kuv­ve­timiz var ve ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat biz kabul etmiyo­ruz, amel etmiyo­ruz, istemiyo­ruz. Red başka, ka­bul etmemek başkadır, amel etmemek daha baş­kadır. Hazret-i Ömer’in (R.A.) taht-ı hükmünde.A.) taht-› hükmünde;, ka­nun-u adalet-i şer’iyesini reddet­meyen ve ilişme­yen Yahudilere, Nasara’ya ilişmiyordu­lar. Demek kabul etmemek, tas­dik etmemek, idarece bir suç teşkil etmi­yor ki; o çeşit mu­halifler ve münkir­ler, en kuvvetli pa­dişah­ların ida­resi ve siyaseti altında bulunmuş­lar. İşte bu nokta-i nazardan, Risale-i Nur’un şakirdlerin­den en müdhiş bir mu­ha­lif ve rejim müessi­sini tel’in de etse, bilfiil idareye ilişmese, onun mef­kû­resine ka­nu­nen ilişilmez. Hürriyet-i vicdan ve hürriyet-i fi­kir, onları tebrie eder.» (Kastamonu Lâhikası sh: 265)

İBRET ÖRNEĞİ

İşte mezkûr açık kaideleri aşarak, Bediüzzaman bu te­villeriyle Mustafa Kemal’e ve rejimine hücum edi­yor diyerek ve kanunu geçmişe şamil kılarak ve sa­rih olmayan küllî ifa­deleri, açık şekle çevirip isim ilave ederek ya­zılan bir mah­keme kararından şayan-ı dikkat ve ibret bir örneği veriyo­ruz.

26/12/1985 tarih ve 85/114 esas, 85/186 ka­rar sa­yılı İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi kara­rının bir kısmı aynen şöyledir:

«Yukarıdaki örneklerden anlaşılacağı üzere:

Deccal (âhir zamanda gelecek ve Hazret-i Muhammed’in peygamberliğini inkâr edip İslâmiyeti tahribe çalışacak ve dünyayı fe­sada vere­cek çok kötü ve dine ait hiçbir ger­çeği, Al­lah’ın varlığına hiçbir delili kabul etmemek yo­lunda olan dehşetli bir şahıs) hak­kındaki Hadîs­lerde bahsedilen şahsın Atatürk oldu­ğunu zaman göstermiştir. Atatürk, İslâmların deccalı olan Süfyandır.

Atatürk, İslâm şeriatının tahribine ça­lış­mış­tır, mağrur, firavunlaşmış, Allah’ı unutmuştur.

“Bir zaman gelecek, Allah Allah diyen kal­mıya­cak” Hadîsine uygun olarak, Atatürk zama­nında “Allah Allah” diyen tekke, zikir­hane ve medrese­ler ka­panmış, ezan Türkçe okunmuştur.

“İslâm Deccalı ölünce ona hizmet eden şey­tan, İstanbul Dikilitaş’da o öldü diye bü­tün dünyaya bağı­ra­cak” Hadîsine uygun olarak, Atatürk’ün ölümü radyo ile dünyaya duyu­rulmuştur.

“Süfyan su içecek, eli delinecek” Hadîsi, Ata­türk’ün rakıya mübtela olacağını, bu yüzden hasta olacağını ve israf yapacağını göstermiştir.

“Âhirzamanın dehşetli bir şahsı sabah kal­kar, al­nında bu kâfirdir yazılmış olur” Hadîsine uygun olarak Atütürk kanun zoru ile herkese şapka giy­dirmiştir, fa­kat şapka da secdeye gittiği için istemi­yerek giyenler kâfir olmamışlardır.

“Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şa­hıslar ken­dilerine secde ettirecekler” Hadîsine uy­gun ola­rak, Atatürk kendisine ve heykelle­rine baş eğdir­mektedir.

“Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki kimse nefsine hâkim olmaz” Hadîsine uy­gun ola­rak Atatürk devrinde dans, tiyatro gibi kadınlı er­kekli oyunlar, gayr-ı meşru oyun ve eğlenceler, bü­yük günahlar ve âdet­ler ortaya çıkmıştır.

Atatürk devrinde, ordu ve millet tara­fından yapı­lanlar, haksız olarak Atatürk’ün şah­sına mal edil­miş­tir.

Atatürk devrinde kanun perdesi altında herke­sin vicdanına, mukaddesatına, kıyafe­tine müdahale edil­miştir.

Millet mağlubiyet hengâmında gizli ve deh­şetli mahiyetine bakmıyarak Atatürk’ü al­kışlayıp ba­şına koymuştur. Fakat ordu ve dindar millet, ger­çeği gö­re­cek ve Atatürk’ün yaptığı bu dehşetli tahri­batı tamire çalışa­caktır.

Atatürk fiilleriyle İslâmiyet an’aneleri aley­hine çalışmıştır.

Atatürk Ayasofya Camiini puthaneye, Meşihat Dairesi (Osmanlı Devleti’nin diya­net dairesini) kız lise­sine çevirmiştir.»

İşte aynı şekliyle ve şahıs ismi açıkça ve tekraren zik­redilerek ve Bediüzzaman’a at­fedilerek yapılan bu be­yan, herhalde hay­retle karşılanacak acib ve garib bir tevcih­tir.

Bu şekilde bir tatbikatın da Bediüzzaman, Afyon Mahkemesinde ma­kam-ı iddia tarafından ya­pıldı­ğını göre­rek gerekli cevabı vermiştir. Makam-ı iddia şöyle demişti: “Süfyan ve bir İslâm deccalı, Mustafa Kemal olduğu Beşinci Şua’da an­la­şılıyor.”

Bediüzzaman ise cevabında:

«Beşinci Şua, küllî bir surette çok zaman evvel mü­teşabih bir hadîsin bir te’­vilini beyan etmesi ve iti­raznamemde kat’i cevabı ve­rilmesi; bu zahir yanlışı ve medar-ı mes­’uliyet olması büyük hata olduğunu gösteriyor. Eğer mes­’uliyet varsa bu ince, küllî mânâyı böyle cü­z’î bir şahsa tatbik edip mahkemede teşhir eden kimse mes’ul ve suçlu olur.» (Şualar sh: 417) … diyerek müdafaada bulunmuştur ve nihayet aynı mah­keme beraet kararını vermiştir.

Şimdi de bahsi geçen müteşabih hadîs­lerden te­vili ya­pılmış birisini örnek olarak vere­lim:

«Hem büyük Deccal’ın, hem İslâm Deccalı’nın üç devre-i istibdadları mânâ­sında üç eyyam var.

Bir günü; bir devre-i hükûmetinde öyle büyük icraat yapar ki, üç­yüz sene yapılmaz.

İkinci günü, yani ikinci devresi, bir senede otuz senede ya­pılmayan işleri yaptırır.

Üçüncü günü ve devresi, bir senede yaptığı teb­diller on se­nede yapılmaz.

Dördüncü günü ve devresi adileşir, bir şey yap­maz, yalnız vaziyeti muhafazaya çalışır. diye, ga­yet yüksek bir belâgatla ümmetine haber vermiş.» (Şu­alar sh: 587)

DECCAL

Bu kelime (decl) kökünden mübalağalı ism-i fail­dir. Aşırı yalan ve aldatmalarla hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren ve hakkı bâtıl ile ka­rıştırıp hakkı örten ve böylece cemiyetleri ifsad ve idlal eden şahıs de­mek­tir. Tac Tercemesi, 5. cild, 631. hadîste beyan edildiği gibi: “Deccal, meçhul (gaib) bir şerdir” şek­lindeki ifade­den de anlaşıldığı gibi, Süfyan de­nen İs­lâm deccalı­nın deccallığı, herkesin anla­yacağı tarzda apa­çık değildir. Münafıkane bir ta­vırla, yani (2:42) âye­tinde ifade edildiği gibi, hak ile bâtılı telbis edip üm­meti ifsad ve idlale çalışır. Deccal’ın başlattığı cere­yana da “deccaliyet” denir. Deccal’ın en şerli ve zararlı tarafı da deccaliyetidir. Deccal’ın ölü­münden sonra da cereyanı hayli zaman de­vam eder.

Deccal’ın hak ile bâtılı karıştırmasına karşı, Kur’an hak ile bâtılın tefrik ve tebyinini ister. İşte Kur’anın der­sini tam anlayan sahabeler nazarında hak ile bâtıl tama­men ay­rılmıştı. (Bak: Sözler sh: 484, 489 İkinci Sebeb)

«Deccal’ın şahs-ı surîsi insan gibidir. Mağrur, fi­ravunlaşmış, Allah’ı unutmuş ol­duğun­dan; surî, ceb­ba­rane olan hâkimiye­tine, uluhiyet namını vermiş bir şeytan-ı ahmaktır ve bir insan-ı dessastır. Fakat şahs-ı manevîsi olan dinsizlik cere­yan-ı az­îmi, pek cesîm­dir. Rivayetlerde Deccal’a ait tavsifat-ı müdhişe ona işaret eder. Bir vakit Japonya’nın baş­kumandanının resmi, bir ayağı Bahr-i Muhit’te, diğer ayağı on gün­lük mesa­fedeki Port Artür Kal’asında tas­vir edilmiş. O küçük Japon Kumandanının bu surette tasviriyle, or­dusunun şahs-ı manev­îsi gösterilmiş.» (Mektubat sh: 58)

HER İKİ DECCAL’İN BENZERLİKLERİ

Âhirzamanda biri İslâm âleminde, di­ğeri beşeri­yet âleminde olmak üzere iki deccal ve ce­reyanları bu­lu­nur.

Sual: «Rivayetlerde, her iki Deccal’ın hâ­ri­kulâde icraatlarından ve pek fevkalâde ik­tidarlarından ve heybetlerinden bahsedil­miş…

Elcevab: وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّهِ İcraatları büyük ve hâ­riku­lâde olması ise: Ekser tahribat ve hevesata sevkiyat ol­duğundan, kolayca hâ­rikulâde öyle işler yaparlar ki, bir rivayette “Bir günleri bir senedir.” Yani; bir senede yaptıkları işleri, üçyüz senede yapıl­maz de­nilmiş…

İstidrac eseri olarak, müstebidane olan koca hükû­met­lerinde, cesur orduların ve faal mille­tin kuv­vetiyle vu­kua gelen te­rakkiyat ve iyi­likler haksız olarak onlara isnad edilmesiyle binler adam ka­dar bir ik­tidar onların şahıslarında teveh­hüm edil­meğe sebeb olur.

Her iki Deccal, azamî bir is­tib­dad ve azamî bir zulüm ve azamî bir şiddet ve dehşet ile hareket ettiklerinden, azamî bir iktidar gö­rünür. Evet öyle acib bir istibdad ki; -kanunlar perde­sinde- herkesin vicdanına ve mukadde­satına, hattâ el­bise­sine müdahale ederler.

Zannederim asr-ı âhirde İslâm ve Türk hürriyet-perverleri, bir hiss-i kablel­vuku ile bu dehşetli istib­dadı hissederek oklar atıp hü­cum etmiş­ler. Fakat çok aldanıp yanlış bir hedef ve hata bir cep­hede hücum göstermişler. Hem öyle bir zulüm ve cebir ki; bir adamın yüzün­den yüz köyü harab ve yüzer ma­sumları tecziye ve tehcir ile perişan eder.

Her iki Deccal, Yahudi’nin İslâm ve Hristiyan aleyhinde şiddetli bir intikam besleyen gizli komitesi­nin muavenetini ve kadın hürriyetle­rinin perdesi altın­daki deh­şetli bir diğer komitenin yardımını, hattâ İs­lâm Deccalı masonların komite­lerini alda­tıp müzahe­retlerini kazandıklarından deh­şetli bir ik­tidar zannedi­lir.» (Şualar sh: 593) (Bak: İslâm Prensipleri Ansiklo­pedisi 3979/1, 3980. p.lar) (Bak: 105. p.)

«Rivayette vardır ki: “Âhirzamanda Deccal gibi bir kısım şahıslar, uluhiyet dava edecekler ve kendile­rine secde ettirecekler.”

Allahu a’lem, bunun bir te’vili şudur ki: Nasıl bir padişahı inkâr eden bir bedevi kumandan, ken­dinde ve başka kumandan­larda, hâkimiyetleri nis­betinde birer küçük padişahlık tasavvur eder. Aynen öyle de: Tabiiyyun ve maddiyyun mezhebi­nin başına geçen o eşhas, kuvvetleri nisbetinde kendi­lerinde bir nevi ru­bubiyet tahayyül ederler ve raiyetini kendi kuvveti için kendine ve heykellerine ubudiyetkârane serfüru’ etti­rirler, başlarını rükûa getirirler de­mek­tir.» (Şualar sh: 584)

«Büyük Deccal’ın ispirtizma nevin­den tes­hir edici hassaları bulunur. İslâm Deccalı’nın dahi, bir gözünde teshir edici manyetizma bulunur. Hattâ rivayetlerde “Deccal’ın bir gözü kördür” diye nazar-ı dik­kati gö­züne çevirerek Büyük Deccal’ın bir gözü kör ve öteki­nin bir gözü öteki göze nis­be­ten kör hükmünde oldu­ğunu had­îste kay­detmekle, onlar kâfir-i mutlak bu­lunduğun­dan yalnız münha­sıran bu dünyayı gö­re­cek birtek gözü var ve akibeti ve âhireti göre­bi­le­cek gözleri olmamasına işaret eder.» (Şualar sh: 595)

Rivayette mealen:

«Deccal sol gözü kör, saçı çoktur. Cennet ve cehennemi vardır; fakat gerçekte cehennemi cennet, cenneti de cehennem­dir.» (*)

Hem «rivayette var ki: -İsa Aleyhisselâm Deccal’ı öldürdüğü münasebe­tiyle- “Deccal’ın fev­kalâde bü­yük ve mina­reden daha yüksek bir aza­met-i heykelde ve Hazret-i İsa Aleyhisselâm ona nisbeten çok küçük bu­lunduğunu..” gösterir.

لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللّهُ Bunun bir te’vili şu ol­mak gerek­tir ki: İsa Aleyhisselâm’ı nur-u iman ile tanıyan ve tabi olan cemaat-i ru­haniye-i mücahidînin kemi­yeti, Deccal’ın mektebce ve askerce ilmî ve maddî or­dula­rına nisbe­ten çok az ve küçük olmasına işa­ret ve ki­nayedir.» (Şualar sh: 588) Bu riva­ye­tin tat­bikî bir izahı, Kastamonu Lâhikası sh: 80’de var­dır. (*) (Tac Tercemesi hadîs:1034)

İSLÂM, İSEVÎ İTTİFAKI

Âhirzaman fitnesinde böyle dehşetli Deccaliyet cere­yanlarının tahribatı karşısında, müslümanlar ara­sında hattâ hakiki İsevîlerle dahi ittifak etmenin lüzu­muna dik­kat çeken Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Şimdi ehl-i iman, değil müslüman kar­deş­le­riyle, belki Hristiyanın dindar ruhani­le­riyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes­’e­leleri nazara alma­mak, niza etme­mek ge­rektir. Çünki küfr-ü mutlak hücum ediyor.» (Emirdağ Lâhikası-I. sh: 206)

«Hattâ hadîs-i sahihle: Âhirzamanda İsevîlerin hakiki dindarları, ehl-i Kur’anla ittifak edip müşte­rek düşmanları olan zen­dekaya karşı da­ya­nacakları gibi, şu za­manda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olan­larla samimi it­tifak etmek, belki Hristiyanların hakiki dindar ruhani­leri ile dahi medar-ı ihtilaf nokta­ları, mu­vakkaten me­dar-ı münakaşa ve niza etmiyerek müş­terek düşman­ları olan mütecaviz dinsizlere karşı itti­faka muhtaçtır­lar.» (Lem’alar sh: 151)

«Kat’i ve sahih rivayette var ki: “İsa Aleyhisselâm büyük Deccal’ı öldürür.” (*)

Vel’ilmü indallah.. bunun da iki vechi var:

Bir vechi şudur ki: Sihir ve manyetizma ve ispir­tizma gibi istidracî hârikalarıyla ken­dini muhafaza eden ve herkesi teshir eden o dehşetli Deccal’ı öl­düre­bi­lecek, mes­leğini değiştirecek; ancak hârika ve mu’ci­zatlı ve umumun makbulü bir zat olabilir ki: O zat, en zi­yade alâkadar ve ekser insan­ların pey­gamberi olan Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dır.

İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâm’ın kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği deh­şetli maddiyun­luk ve dinsizliğin azametli hey­keli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı ulu­hiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevi ruhani­leridir ki; o ruhaniler, din-i İsevinin hakikatını ha­kikat-ı İslâmiye ile mezcede­rek o kuvvetle onu dağı­ta­cak, manen öldü­recek.

Hattâ “Hazret-i İsa Aleyhisselâm ge­lir, Hazret-i Mehdi’ye namazda ik­tida eder, tabi olur.” (*) diye ri­vayeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kur’aniyenin metbuiye­tine ve hâ­ki­miye­tine işaret eder.» (Şualar sh: 587)

(*) (Sahih-i Müslim 52.kitab-ül fiten hadîs: 34, 110, 116 ve İ.Mace 36. Kitab-ül Fiten 33.bab 4075, 4077. hadîsler.)

(*) (İbn-i Mace 4077. hadîsin ortası.)

Kontrol et

Ölmüş Gitmiş ve Hükümetten Alakası Kesilmiş Şahıs (M.Kemal)

 1948 senesinde vuku bulan Afyon Mahkemesinde, yazdığı bir eserinin manasını M. Kemal’le ilgili göstermelerine mukabil …