İslam’ın Terbiye Kaidelerinden
ADAB
Adab, edebin cemi’dir. Edeb ise İslam’ın ahlâk kaidelerini ifade eder. Beşerî münasebetlerde adab kaidelerine riayet etmek ile insan kemâlat sahibi olur. Aksi halde basit bir derecede kalır. Yaşanan adab kaidelerinin tamamının canlı filimleri çekilir ve ebedî âleme gidip ebedî kalır. Böylece kişi ebedîlik âleminde cennete yakışır üstün faziletler sahibi olarak cennette ebedî kalır. Bu mesele her insan için çok değerli bir neticedir. Bu mükemmelliğe de Sünnet-i Seniyeye uymak ile ulaşılır.
Risale-i Nur Külliyatından Lem’alar kitabında Bediüzzaman Hazretleri der ki:
“Sünnet-i Seniyyenin meratibi var.
Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garra’da tafsilatıyla beyan edilmiş. Onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez.
Bir kısmı da nevâfil nevindendir. Nevâfil kısmı da iki kısımdır.
Bir kısım, ibadete tabi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid’attır.
Diğer kısmı, “âdab” tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitaplarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid’a denilmez. Fakat, âdab-ı Nebevî’ye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdât), muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ın tevatürle mâlum olan harekâtına ittiba etmektir.
Meselâ: Söylemek âdabını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlatın âdabının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere “âdab” tabir edilir.
Fakat o âdaba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdabdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdabın müraatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm’ı tahattur ettiriyor; kalbe bir nur veriyor.
Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. Şeair, adeta hukuk-u umumiye nev’inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes’ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilan edilir. Nafile nev’inden de olsa, şahsi farzlardan daha ehemmiyetlidir…
Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes’elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm ferman etmiş:
اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى
Yani: “Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş.” Evet Siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyeyi bilen, kat’iyyen anlar ki: Edebin envaını, Cenab-ı Hak Habibinde cem’etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terkeden, edebi terkeder.” L:53
İşte görüldüğü gibi insanın manevî kıymetini artıran bu anlayış ve yaşayıştır.
“Sual: Her şeyi bilen ve gören ve hiçbir şey ondan gizlenemiyen Allam-ul Guyub’a karşı edeb nasıl olur? Sebeb-i hacâlet olan hâletler, Ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür. Mucib-i istikrah hâlatı setretmektir. Allâm-ul Guyub’a karşı tesettür olamaz?
Elcevab: Evvela: Sâni-i Zülcelal, nasılki kemâl-i ehemmiyetle sanatını güzel görmek istiyor ve müstekreh şeyleri perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle nazar-ı dikkati celbediyor. Öyle de: Mahlukatını ve ibadını sair zişuurlara güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemil ve Müzeyyin ve Latîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilaf-ı edeb oluyor.
İşte, sünnet-i seniyyedeki edeb, o Sani-i Zülcelal’in esmalarının hududları içinde bir mahz-ı edeb vaziyetini takınmaktır.
Saniyen: Nasılki bir tabib, doktorluk noktasında bir nâmahremin en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir. Hilaf-ı edeb denilmez. Belki, edeb-i tıb öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabib reculiyet ünvanıyla, yahut vaiz ismiyle, yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz. Ona gösterilmesi edeb fetva veremez. Ve o cihette ona göstermek, hayasızlıktır. Öyle de: Sâni-i Zülcelal’in çok esması var. Her bir ismin ayrı bir cilvesi var.
Meselâ: “Gaffar” ismi, günahların vücudunu ve “Settar” ismi kusuratın bulunmasını iktiza ettikleri gibi; “Cemil” ismi de, çirkinliği göstermek istemez. “Latif, Kerim, Hakîm, Rahim” gibi esma-i cemâliye ve kemâliye, mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melaike ve ruhani ve cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle hüsn-ü edebleriyle göstermek isterler.
İşte Sünnet-i Seniyedeki âdab, bu ulvi âdabın işaretidir ve düsturlarıdır ve nümuneleridir.” L.54
“Vahiy ne kadar ilhamdan yüksek ise; semere-i vahiy olan âdâb-ı şer’iye, o derece semere-i ilham olan âdâb-ı tarîkattan yüksek ve ehemmiyetlidir. Onun için, tarîkatın en mühim esası, Sünnet-i Seniyeye ittiba’ etmektir.” M:452
“Asya kıt’asının ve istikbalinin keşşafı ve miftahı, şûradır. Yani nasıl ferdler birbiriyle meşveret eder; taifeler, kıt’alar dahi o şûrayı yapmaları lâzımdır ki, üçyüz belki dörtyüz milyon İslâmın ayaklarına konulmuş çeşit çeşit istibdadların kayıdlarını, zincirlerini açacak, dağıtacak, meşveret-i şer’iye ile şehamet ve şefkat-i imaniyeden tevellüd eden hürriyet-i şer’iyedir ki, o hürriyet-i şer’iye, âdâb-ı şer’iye ile süslenip, garb medeniyet-i sefihanesindeki seyyiatı atmaktır.” H:61p.2
Bu kısımda, cemiyette yaşanan adab dairesine Avrupaî bid’atlar serbestçe içine girerse avamın nazarında adabın kıymetini azaltır ve bulandırır diye dikkat çekilmiştir.
“Avrupa, bizdeki cehalet ve taassub müsaadesiyle, şeriatı -hâşâ ve kellâ- istibdada müsaid zannettiklerinden, nihayet derecede kalben üzülmüştüm. Onların zannını tekzib etmek için, meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lâkin yine korktum ki, başka bir istibdad tekrar o zannı tasdik eder diye, ne kadar kuvvetim varsa Ayasofya Câmiinde meb’usana hitaben feryad ettim. Ve söyledim ki:
Meşrutiyeti, meşruiyet ünvanı ile telakki ve telkin ediniz. Tâ yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdad, pis eliyle o mübareği ağrazına siper etmekle lekedar etmesin. Hürriyeti, âdâb-ı şeriatla takyid ediniz. Zira cahil efrad ve avam-ı nâs kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa, sefih ve itaatsız olur. Adalet namazında kıbleniz dört mezheb olsun. Tâ ki, namaz sahih ola. Zira hakaik-i meşrutiyetin sarahaten ve zımnen ve iznen dört mezhebden istihracı mümkün olduğunu dava ettim.” D:17
Burada, İslam cemiyetinde yaşanması gereken adabın içine bid’atlar karışmasıyla avama zarar vereceği ifade ediliyor.
“Sual: Hürriyeti bize çok fena tefsir etmişler. Hattâ âdeta hürriyette insan her ne sefahet ve rezalet işlerse, başkasına zarar vermemek şartıyla birşey denilmez diye bize anlatmışlar. Acaba böyle midir?
Cevab: Öyleler hürriyeti değil, belki sefahet ve rezaletlerini ilân ediyorlar ve çocuk bahanesi gibi hezeyan ediyorlar. Zira nazenin hürriyet, âdâb-ı şeriatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lâzımdır. Yoksa sefahet ve rezaletteki hürriyet, hürriyet değildir. Belki hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır, nefs-i emmareye esir olmaktır.” Mü:19p.5
İmam-ı Azam’ın Ebu Yusuf’a vasiyeti:
Hanefi fakihlerinden İbn-i Nüceym’in “Eşbah ve Nezair” adlı fıkıh kitabının sonunda yazdığına göre, İmam-ı Azam bu tavsiyesini, Ebu Yusuf’ta rüşd ve halk üzerinde şerefi zahir olduktan sonra yapmıştır. Burada kısmen dercedilmiş bulunan vasiyetnamede İmam-ı Azam, Ebu Yusuf’a şu tavsiyelerde bulunuyor:
“Sultan ile muamelende ateşten faydalandığın gibi ol! Uzakta dur; ona çok yaklaşma!
İlimde ve hukukî meselelerde sana teklif edeceği işlerinden ancak kendi meşreb ve mezhebine uygun gördüklerini kabul et ki, hükümet işlerinde başka bir mezheb tutmak ihtiyacında kalmıyasın.
Halk önünde konuşma, yalnız sorduklarına cevap ver! Avam ve tüccar arasında da dinî ve zarurî bilgiye ait olmıyan sözlerden kaçın. Avam arasında ne gül, ne de gülümse! Çarşı pazara da çok çıkma! Halk ile çokça düşüp kalkma! Onlar seni arasınlar.
Kazançsız azıksız on sene de kalsan, ilim öğrenmekten yüz çevirme!
Avamdan ve maiyyetinden biri ile münakaşa etme! Çünkü böyleleri ile münakaşa itibarını giderir.
Âlimleri bulunan bir beldeye vardığın zaman orasını kendine tahsis edip halkı etrafına çekip çevirme! Belki sen de oranın sakinlerinden biri ol ki, senin orada bir mevki kazanmak istemediğini bilsinler.
Eğer-âlimler-senden belirli meseleler sorarlarsa, verdiğin cevaplar üzerinde onlarla münazara ve münakaşa yapma. Yalnız onlara her şeyi açık delili ile söyle! Hoca ve üstadlarına dil uzatma!
Laf ederken gürleme, bağırıp çağırma, yüksek sesle de konuşma!
Namazların arkasında kendine bir (vird) tutun!
Sultana yakınlık vesilesi arama! Onun seni yakınları arasına almasını da arzu etme! Şayet bunu kendiliğinden yaparsa, halktan gizle!
Fenalığını bildiğin bir kimseyi, o kötülüğü ile anma! Belki ondan fayda ve iyilik ara! Ve iyi hali ile an! Meğer ki onun fena hali din hususunda ola. Eğer o fenalığı hakikaten onun diyanetinde görürsen, bunu insanlara söyle ki, ona uymasınlar ve ondan sakınsınlar.
İşlerini ehil ve erbabına havale et ki, bilgi ve ihtisasa karşı olan inan ve saygın sağlamlaşsın!
Delilerle konuşmaktan, münazara âdabını bilmiyen ve iddialarını delilleri ile isbat edemeyen ilim adamları ile söze girişmekten kaçın! Mevki ve makam peşinde koşan halk arasındaki günlük meselelere dalan ve bu suretle kendilerine şöhret ve menfaat sağlamak istiyen kimselerin sözlerini ve aralarına karışma!
Bir cemaat içinde bulunduğun zaman seni saygı ile öne sürmedikçe sen kendiliğinden ileri safa geçme! Aynı şekilde muamele görmeden de mihraba geçip imam olma! Avama mahsus olan parklara ve mesireliklere de çıkma!
Nüfuzundan faydalanan ve tezkiyeni kazanan birisini doğrudan vaiz tayin eyleme! Belki bu işi mahallen halkından ve sana yakın olmayanlardan kendilerine inandıkların ile dostlarından birisine havale et!…” (İmam-ı Azam’ın Ebu Yusuf’a vasiyeti, terceme, Serdengeçti Neşriyatı, 1962 Ankara)