Risale-i Nur'da Üç Vazife: İman – Hayat – Şeriat

Senelerden beri bu üç vazife hakkında çeşitli tefsirler ortaya konuldu. Fakat Risale-i Nur müvacehesinde ve şahsî temayüllerden azade olarak ve yanlış ve usulsüz te’villere gidilmeden ve Risale-i Nur’dan hüsn-ü niyetle alınan kısımları aynen naklederek yapılacak tahkiki tesbitleri nazara vermek, mes’elede isabetli tesbit için gereklidir.

Şahsî anlayışlarla, Bediüzzaman Hazretlerinin kasdettiği mana ve maksadı başka istikamet ve gayelere doğru çekmek, hatalı ve gayet mesuliyetli bir hareket olur.


Risale-i Nur’un vehbî olan hakaik ve düsturları gibi, ifade tarzında bile tasarruftan kendini men’ eden Hz. Üstad­’ın talebesine düşen, Risale-i Nur’un ve hizmet düsturlarının muhafazasında tam sadakat ve teslimiyettir.

Risale-i Nur’da Üç Vazife

İman-Hayat-Şeriat

İttihad İlmî Araştırma Heyeti

Giriş

Senelerden beri bu üç vazife hakkında çeşitli tefsirler ortaya konuldu. Fakat Risale-i Nur müvacehesinde ve şahsî temayüllerden azade olarak ve yanlış ve usulsüz te’villere gidilmeden ve Risale-i Nur’dan hüsn-ü niyetle alınan kısımları aynen naklederek yapılacak tahkiki tesbitleri nazara vermek, mes’elede isabetli tesbit için gereklidir. Şahsî anlayışlarla, Bediüzzaman Hazretlerinin kasdettiği mana ve maksadı başka istikamet ve gayelere doğru çekmek, hatalı ve gayet mesuliyetli bir hareket olur.

Bazı çevreler bu üç vazifenin iç içe olduğunu, bazıları da ikinci devreye girildiğini ve ona göre faaliyetlerin yapılması gerektiğini hatta iman hizmeti ile beraber bu vazifeyi deruhte ettiklerini ve zamanın şartlarına göre ve hikmetin iktizasınca yeniden ihdas edilen hizmet prensipleriyle oturaklı bir faaliyet sistemleştirildiğini; diğer bir anlayış dahi gelecek devrenin proğramını Risale-i Nur’dan hazırlamak gerektiğini ve bir başkası da tarikat tarzında biat veya niyabet silsilesine uymak zaruretini ve hakeza buna benzer muhtelif anlayışlara nazarları çevirmek isterler. Fakat Risale-i Nur Külliyatı ve müellifine atfen ortaya atılan bu tarz anlayışlara mesned teşkil edecek delilleri kitabından net bir şekilde ve umum Risale-i Nur müvacehesinde göstermekte tatminkâr bir tesbit şekli ortaya konmamıştır.

Esasen Risale-i Nur bu meseleyi sarahat üzere halletmiştir. Fakat herkes Risale-i Nur’dan ihatalı bir şekilde mes’eleleri bilebilmek için yeterli okuma ve tetkik etme imkanı bulamadıklarından ve böyle muhtelif fikirlerin merak uyandırması neticesi olarak bazıları soruyor ve Risale-i Nur’dan isabetli cevap istiyorlar. Bu sualler sebebiyle yapılan araştırmalara verilen cevaplar ciddi bir tahkik neticesi olduğundan; bu cevapları, istifade sahasına arzetmeyi faydalı bulduk.

Sual: İman, hayat, şeriat olarak ifade edilen üç vazife, iç içe olup bir cemaatın tasarrufunda mı olacaktır?

Cevap: Risale-i Nur’da bu suale cevap teşkil eden beyanlar vardır. Bu açık ifadeli beyanlardan birisi şöyledir:

«Bu üç vezâifi birden bir şahısta, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerh etmemesi pek uzak, âdetâ kabil görülmüyor. Âhirzamanda, Âl-i Beyt-i Ne­bevînin (a.s.m.) cemaat-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdîde ve cemaatindeki şahs-ı mâne­vide ancak içtima edebilir. Bu asırda, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, Risale-i Nur’un ha­kikatine ve şakirtlerinin şahs-ı manevîsine, ha­kaik-i imaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmış; yirmi seneden beri o vazife-i kudsiyede tesirli ve fatihâne neşriyle gayet dehşetli ve kuv­vetli zındıka ve dalâlet hücumuna karşı tam mu­kabele edip, yüz binler ehl-i imanın imanlarını kurtardığını kırk binler adam şehadet eder. (Kastamonu Lâhikası sh:190)

Sual: Mezkûr üç vazife şimdi beraber yapılsa, mahzurları nelerdir?

Cevap: Bu kısımda geçen “bu zamanda” kaydı, Risale-i Nur külliyatı’ndaki bazı beyanlara nazaran İttihad-ı İslâm kuvvetine sahip olunmadan ve şer cereyanlarının hâkim olduğu zamanda demektir. İşte bu mezkûr beyan ittihad-ı İslâmdan önce üç vazifenin bir cemaat tarafından yürütülmesi mümkün olamaz diye açık bir beyan ve hükümdür. Bu hükmü te’yid eden sarih beyanlardan biri de şöyledir:«Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tah­min ediyorum.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

«O zat şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum rû-yi zeminde vaziyetlerini değiş­tirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha mu­vafık gelmediğinden, herhalde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas yapmayacak; tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında boz­masın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akılların­da, o hizmet başka maksatlara âlet olmadığı ta­hakkuk etsin.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

Bu ifadede de açık olarak görülüyor ki, asıl vazifedar olup hilafeti temsil edecek olan “gelecek o zât” dahi yukarıda anlatıldığı manada yani; İttihad-ı İslâm kuvvetine sahip olmadan önce gelse, ikinci ve üçüncü vazifelerden feragat edecek demekle mezkûr hükmü perçinlemiştir.Bu hükmün hikmetini de Bediüzzaman Hazretleri şöyle açıklar:«Hem, yirmi senedenberi tahribkârâne eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve meta­net ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki de yirmiden birisine itimat edilmez. Bu acip hâlâta karşı çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır, zarar verir.Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakiyetli hizmet Risale-i Nur şakirtlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir.» (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

Bediüzzaman Hazretleri aynı hükmü te’yiden, tam dindar bir partinin iktidar olabilmesi için yüzde altmış – yetmişinin tam dindar olmasını şart koşar ve der ki:«İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siya­seti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok za­mandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.» (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 190)

Sual: Bir taraftan İslâm sahasında kemmiyeten ve İslâm taraftarlığı gibi müsbet gelişmeler görülürken, diğer taraftan cemiyetin keyfiyeten ve ahlâken ve asayiş cihetlerinden bozulma görülüyor. Sebebi nedir?

Cevap: Bu bahsettiğiniz durumu ciddiyetle ele alan Bediüzzaman Hazretleri 1947’lerde yazdığı ve siyasî vazifedarları ikaz eden bir yazısında mevcud bozuk cemiyetin devamı halinde elli sene sonra yani 1997 sonrasında milletin yüzde altmış-yetmişinin tam dindar olması şöyle dursun yüzde doksanının bozulacağını ihtar eder ve mühim bir sebebini, bid’ata dayandırılan içtimaî sistemde görür. Mektubun bu hükme bakan ifadeleri aynen şöyledir:

«Evet hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimaiyede ve dinde ve seciye-i milliyede bir derece lâübalilik göstermeleriyle, yirmi-otuz sene sonra dince, ahlâkça, namusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de, elli sene sonra bu dindar, namuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtîsi, seciye-i diniye ve ahlâk-ı içtimaiye cihetinde, ne şekle girecek elbette anlıyorsunuz.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 21)

«Evet eski terbiye-i İslâmiyeyi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an’anat-ı milliye ve İslâmiyeye karşı yüzde elli lâkaydlık gösterildiği halde; elli sene sonra, yüzde doksanı nefs-i emmareye tâbi’ olup millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat’iyyen men’ettiği gibi; Risale-i Nur’u, hem şakirdlerini, bu zamana karşı alâkalarını kesmiş; hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 22)

Mektubta ihtar edilen içtimaî ahlâk bozukluğunun giderek şiddetlenmesi nazara alınınca “bu zamanda” gibi ifadelerle anlatılmak istenen mana daha iyi anlaşılıyor.

Sual: Üç vazife vazifedarlarının vasıfları nelerdir ve bu üç vazife nasıl yapılacak?

Cevap: İşte Risale-i Nur’da nazara verilen pek çok dersler müvacehesinde mezkûr üç vazifenin “bu zamanda” bir şahısta ve cemaatta içtima edemiyeceği açıkça anlaşılıyor. Ancak üç vazifenin vazifedar heyetleri ve kuvvetleri ile teşekkül edip Hazret-i Mehdi’nin temsil edeceği Âlem-i İslâm genişliğindeki şahs-ı manevîde taksim-ül a’mal kaidesi tarzında ve temsiliyet usulünce içtima edebileceğini bu şahs-ı manevî ise, başta İslâm âlemine yayılmış olan seyyidler cemaatı ve İslâm orduları ve bütün ulema ve evliyanın iltihakları ile teşekkül edeceğini Bediüzzaman Hazretleri sarahaten açıklamıştır. Bu üç vazifenin en birincisi olup yetmiş seneden beri devam eden ve kıyamete kadar devam edecek olan safî ve karışıksız iman hizmetinin istinad edeceği vazifedarları, te’vili imkansız bir sarahatla şöyle açıklanır:

«Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve mânevî or­dusu, yalnız ihlâs ve sadakat ve tesanüd sıfatla­rına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne ka­dar da az da olsalar, mânen bir ordu kadar kuv­vetli ve kıymetli sayılırlar.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 266)

Bu ifadede gelecek hakimiyet devresinde de bu haslar dairesi olan iman hizmeti heyetinin varlığı ve çok az olacakları açıklanmıştır. Yani; kemmiyet devresinde bir keyfiyet merkezi nazara verilmiştir. Bu tarz sarahat üzerine te’vil yapılmaz, yapılamaz ve yapılmamalıdır. Yapılması halinde meslek ve hizmet hayatında bağlayıcı esas ve hükümler yerine fikir kargaşalıkları ve gruplaşmalar meydena gelir.İkinci vazife olan şeairi ihya, yani cemiyet hayatından bid’aları ve sefih medeniyetin hayat tarzını kaldırıp İslâm cemiyet yapısını kurmak vazifesinin istinad edeceği vazifedarları ve kuvveti de şöyle açıklanır:

«Hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddî ve mânevî tehlikelerden ve gazab-ı İlâhi­den kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hâdimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lâ­zımdır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 266)

Şu beyan da aynı hükmü te’yid eder:

«O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik et­mektedir. Birinci vazife, maddî kuvvetle değil, belki kuvvetli itikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddî bir kuvvet ve hakimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin.» (Sikke-i Tasdik-i Gaybî sh: 9)Üçüncü vazife de şöyle beyan edilir:

«Üçüncü vazifesi: İnkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’âniyenin zedelenmesiyle ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tâtile uğramasıyla, o zat, bütün ehl-i imanın mâ­nevî yardımlarıyla ve ittihad-ı İslâmın muavene­tiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Âl-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyidlerin iltihakla­rıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 266)Mektup aynı meseleyi te’yiden şöyle devam eder:

«Âhirdeki iki vazife, gerçi hakikat nokta­sında birinci vazife derecesinde değiller; fakat hi­lâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad‑ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hu­susan ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında, o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 267)

Bu ikinci ve üçüncü vazifelerin, diğer bir ifade ile geniş daire faaliyetlerinin istinad edeceği kuvvet hakkında şu gelecek izahlar da meseleyi tavzih eder. Şöyle ki:

«Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, Âl-i İbrahim Aleyhisselâm gibi öyle bir vaziyet almış ki, umum mübarek silsilelerin ba­şında, umum aktar ve âsârın mecmalarında o nu­ranî zatlar kumandanlık ediyorlar. (Haşiye) Ve öyle bir kesrettedirler ki, o kumandanların mecmuu, muazzam bir ordu teşkil ediyorlar. Eğer maddî şekle girse ve bir tesanütle bir fırka vaziyetini alsa­lar, İslâmiyet dinini milliyet-i mukaddese hük­münde rabıta-i ittifak ve intibah yapsalar, hiçbir milletin ordusu onlara karşı dayanamaz. İşte, o pek kesretli o muktedir ordu, Âl-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır ve Hazret-i Mehdînin en has ordusudur.

Evet, bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve an’ane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple müm­taz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen sey­yidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulun­sun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fır­kaları başında onlar ve ehl-i kemâlin namdar reis­leri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir. Mütenebbih ve kalbleri imanlı ve muhabbet-i Nebevî ile dolu ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serfirazdırlar. Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vü­cuda geliyor. Elbette o kuvvet-i azîmedeki bir ha­miyet-i âliye feveran edecek ve Hazret-i Mehdî başına geçip tarik-i hak ve hakikate sevk edecek. Böyle olmak ve böyle olmasını, bu kıştan sonra baharın gelmesi gibi, âdetullahtan ve rahmet-i İlâhiyeden bekleriz ve beklemekte haklıyız.» (Mektubat sh: 441)

(Haşiye) “Hattâ onlardan bir tanesi olan Seyyid Ahmed es-Sünûsî, milyonlar müride kumandanlık ediyor. Seyyid İdris gibi diğer bir zat, yüz binden fazla Müslümanlara kumandanlık ediyor. Seyyid Yahyâ gibi bir başka sey­yid, yüz binler adamlara emirlik ediyor, ve hâkezâ… Bu seyyitler kabilesinin efradlarında böyle zâhirî kah­ramanlar çok olduğu gibi, Seyyid Abdülkadir-i Geylânî, Seyyid Ebu’l-Hasen-i Şâzelî, Seyyid Ahmed-i Bedevî gibi mânevî kahramanların kahramanları dahi varlar­mış.”

Bu izahlarda en çok nazara çarpan şu hususiyetlerdir ki: Mezkûr Âl-i Beyt cemaatleri, medeniyet-i hazıranın içine girip manen yıpranmamış ve şeair-i diniyeyi yaşayıp bid’alara bulaşmamış ve siyadetleri tarihî isbata dayanıp kat’i bilinen ve âlem-i İslâm’da yayılmış ve seyyid mürşidlerin terbiyesinde dinî ve manevî kemalât ve hissiyata sahip olmuş sağlam müslümanlardır.

Bu cemaatler dine yapılan tecavüzlerin tehyiciyle feverana gelip seyyidliği zahir olan başkumandanlarının yani gelecek zâtın emri altında toplanıp bir büyük ordu durumuna geleceklerdir. Ve fitnenin izalesinde o zâtın en has ordusu olacaklardır. Yoksa mimsiz medeniyetin ifsadat şartları içinde tavizkâr yaşayıp kendi cemaatine ve bağlandığı şahsa tarafgirlik zevkini. hamiyet-i diniye zanneden ve hadiste bildirilen: “Tekûnü gusaen ke gusa-i seyli” (İbn-i Hanbel, 5/278) yani; “Siz selin köpük ve çörçöpüne benzer (yani keyfiyet hususiyetlerini kaybetmiş) bir hale geleceksiniz” hitabına mâsadak olmuş ve yine hadiste dikkat çekilen, sayıca yani keyfiyetsiz kemmiyetle beraber salabet-i diniye ve hamiyet-i İslâmiyede zayıf düşmüş millet ve cemaatler belki bu seyyidler cemaatinin beraberliğinde canlılık kazanabilirler. Evet sefih medeniyete tavizkârane yaklaşanlar, Kur’anın terbiyesi ve şerefiyle yaşayıp aşağılık duygusuna girmemiş seyyidlere salabet-i diniye ve hamiyet-i İslâmiye cihetinde yetişemez.

Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

«Dünyada mütesanid hiçbir hanedan ve müteva­fık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beytin hanedanına ve kabi­lesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin.Evet, yüzer kudsî kahramanları yetiştiren ve binler mânevî kumandanları ümmetin başına ge­çiren ve hakikat-i Kur’âniyenin mayasıyla ve imanın nuruyla ve İslâmiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden Âl-i Beyt, elbette âhir zamanda, şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-ı Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ihya ile, ilân ile, icra ile, başkumandanları olan Büyük Mehdînin kemâl-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya gös­termeleri gayet mâkul olmakla beraber, gayet lâ­zım ve zarurî ve hayat-ı içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır.» (Şualar sh: 590)

Hatta Mektubat eserinde, şer cereyanına karşı mezkûr kuvvetin kafi gelmeyip hakiki İsevî ruhanîleriyle de ittifak edileceği izah edilirken deniliyor ki:«Din-i hak bu iltihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceği..» (Mektubat sh: 57)

İşte bu ifadede, son galibiyet çaresi ve çıkış yolu gösterilmiştir. Tafsilat için yayınevimiz İttihad Yayıncılık’ın neşretmiş olduğu “İslâm İsevî İttifakı” kitabına bakılabilir.

Evet Risale-i Nur’da beyan edildiği üzere, mütecaviz şer cereyanının durdurulup, fitnenin izale edilmesinde İsevî Ruhanîleriyle de ittifak ederek kazanılacak kuvvet ancak yeterli olacaktır. Şu halde günün mevcut şartları ve İslâm Âleminin dağınıklığı göz önünde iken, ikinci ve üçüncü vazifelerin vazifedarlığının varlığından bahs etmek, Risale-i Nur’un açık beyanları ile tutarlı olmaz.

Gizli şer cereyanları, bir kısım hususiyetleri zikredilen mezkûr İslâmî fütühat ve hilafet hareketini zedelemek niyetiyle; suret-i haktan görünen kendi adamlarının veya aldatabildikleri kişilerin kontrolünde suretâ bir İslâmî hareketi önceden teşkil etmeleri planına karşı da ferasetli olmak icab eder. Bunun için de bu kitapta nakledilen bir kısım müsbet ve hakiki Hizbullah’ın hususiyetlerini iyi anlamakla müteyakkız olmak gerektir.

SUAL: Âl-i Beyt denilince sadece senedlerle seyyidliği bilinenleri mi anlayacağız ve Âl-i Beyt’in vazifesi siyaset mi, diyanet mi, Risale-i Nur bu meseleyi nasıl izah ediyor?

CEVAP: Muan’an senedlere dayanan nesebî şerafet ve siyadet, hakikat nazarında manevî ve ahlakî fazilete istinad eder ve sünnet-i seniyeye lisan-ı hal ve kaliyle gösterilen muhafızlık gayreti derecesinde değer kazanır. Bu manevî değerleri terkedenler, hakiki siyadet ve şerafete hak kazanamazlar.

Âyet ve ehdiste ümmetin Âl-i Beyt’e meveddet ve ittibaının istenmesindeki en mühim hikmet, Resulullah’ın (asm) şahsiyet-i maneviyesine rağbet-i umumiyeyi tergib ve tevcih etmekle, insanın varlık alemine ve dünyaya gelmesindeki gaye-i İlahiyeye uygun bir anlayışa, hissiyata ve yaşayışa sahib olmasını ve onda terakki etmesini temin etmek ve İslâmiyetin muhafazasında sağlam ve kahraman bir taban ve emin bir merkez olmaktır. Şerafet, mücerret soya istinad etse, bu hikmetleri makûse kılar. Hem bu hakikatı bilmeyen bir kısım kimseler arasında soy üstünlüğü iddiaları ve rekabeti başlar. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri şahsi imtiyaz isteklerine kapı açan neseb, nesil ve para gibi şeylere ehemmiyet vermediğini şöyle ifade eder:

«Lillâhilhamd ve lâ fahr…(Haşiye) İhlâs niye­tini ihlâl eden ve anâsır-ı garaz olan nesep ve ne­sil ve tamah ve havf beni bilmiyorlar. Ben de on­ları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira, meşhur bir nesebim yok ki, mazisini muhafazaya çalışayım. Ben ebu lâşey olduğumdan bir neslim de yoktur ki, istikbalini temin edeyim… Öyle bir cünunum var ki, Divan-ı Harp dehşet ve tahvifiyle tedavisine muktedir olamadı. Öyle bir cehaletim var ki, beni ümmî edip, dinar ve dirhemin nakşını okuyamıyorum.» (Münazarat sh: 85)

(Haşiye) Şeyhin kerameti şeyhten rivayet; lâkin tah­dis-i nimet dahi bir şükürdür.

İslâm tarihi seyri içinde, seyyid olan dinî şahsiyetler yani Âl-i Beyt’in mürşidleri, daha çok manevî hizmetlerin başında bulunmuşlardır. Bediüzzaman Hazretleri namaz teşehhüdünün âhirinde okunan اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

duasının makbuliyet eseri olarak nazara verdiği bu zâtlar hakkında diyor ki:

«Üç yüz elli milyon içinde, Âl-i Muhammed Aley­hissalâtü Vesselâmdan yalnız iki zâtın, yani Ha­san (r.a.) ve Hüseyin’in (r.a.) neslinden gelen evli­ya ekser-i mutlak hakikat mesleklerinin ve tarikat­larının pîrleri ve mürşidleri onlar olmaları عُلَمَاءُ اُمَّتِى كَاَنْبِيَاءِ بَنِى اِسْرَائِيلَ (*) hadisinin mazharları ol­duklarıdır. Başta Câfer-i Sâdık (r.a.) ve Gavs-ı Âzam (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) olarak herbi­ri, ümmetin bir kısm-ı âzamını tarik‑i hakikate ve hakikat-i İslâmiyete irşad edenler, bu âl hakkın­daki duanın makbuliyetinin meyveleridirler.» (Şualar sh: 95)

(*) Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 2:64; Tecrîd-i Sarîh Tercemesi: 1:107 (Diyânet İşleri yayınları). –Hazırlayanlar–

«Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Hazret-i Hasan’ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden kuca­ğına alarak başını öpmesiyle, Hazret-i Hasan’dan (r.a.) teselsül eden nuranî nesl-i mübarekinden, Gavs-ı Âzam olan Şah-ı Geylânî gibi pek çok meh­dî-misal verese-i nübüvvet ve hamele-i şeri­at‑ı Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş. Ve o zatların istik­balde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar‑ı nü­büvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alâmet olarak, Hazret-i Hasan’ın (r.a.) başını öpmüş.

Hem Hazret-i Hüseyin’e karşı gösterdikleri fev­kalâde ehemmiyet ve şefkat, Hazret-i Hüseyin’in (r.a.) silsile-i nuraniyesinden gelen Zeynelâbidin, Cafer-i Sadık gibi eimme-i âlişan ve hakikî vere­se‑i Nebeviye gibi çok mehdîmisal zevât-ı nurani­yenin namına ve din-i İslâm ve vazife-i risalet he­sabına boynunu öpmüş, kemâl-i şefkat ve ehem­miyetini göstermiştir.» (Lem’alar sh: 20)

«Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, gayb-âşinâ nazarıyla görmüş ki, Âl-i Beyti, âlem‑i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye hükmüne geçe­cek. Âlem-i İslâmın bütün tabakatında, kemâlât-ı insaniye dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i mutlaka ile, Âl-i Beyt­ten çıkacak.Teşehhüddeki, ümmetin âl hakkın­daki duası ki, اَللّهُمَّ صَلِّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلَى آلِ سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ كَمَا صَلَّيْتَ عَلَى اِبْرَاهِيمَ وَ عَلَى آلِ اِبْرَاهِيمَ اِنَّكَ حَمِيدٌ مَجِيدٌ

dir makbul olacağını keşfetmiş.Yani, nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazret-i İbrahim’in (a.s.) âlinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (a.s.m.), vezâif-i az­îme-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesâlikinde, enbiya-yı Benî İsrail gibi, aktâb-ı Âl-i Beyt-i Mu­hammediyeyi (a.s.m.) görmüş. Onun için, (42:23) قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا اِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبَى demesiyle em­rolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş.

Bu hakikati teyid eden mükerrer rivayetlerde ferman etmiş:

“Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etse­niz necat bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.” (*) Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir.» (Lem’alar sh: 21)

(*) Tirmizî, Menâkıb: 31; Müsned, 3:14, 17, 26. –Hazırlayanlar–

Mektubat eserinde, Âl-i Beyt’in asıl vazifelerinin manevî hizmetler olduğu hakkında şayan-ı dikkat şu tasrihat var:

«Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci’ oldular.» (Mektubat sh: 55)

«Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.» (Mektubat sh: 100)

İşte bu ifade ve beyanlar açıkça gösteriyor ki; Âl-i Beyt’in büyük mürşid ve mümessillerine, kader-i İlâhî manevî hizmetleri takdir etmiştir. Gerçi Yirmidokuzuncu Mektub’un Yedinci Kısmı’nın Beşinci İşaretinde ve Beşinci Şua’ın Ondokuzuncu Meselesinin sonunda ifade edildiği üzere; Âl-i Beyt’in siyasî hakimiyet ve icraatı olacağı ve Risale-i Nur’un müteaddid yerlerinde “gelecek zât” ve sair şekilde nazara verilen ve muan’an bir tarzda seyyidlerden yani Âl-i Beyt’ten olacağı bildirilen zât’ın en has ordusu seyyidler cemaatı olacağı (Bkz. Mektubat sh: 441) ve hilafet-i İslâmiyeyi temsil edeceği şeklindeki beyanlar; âhirzaman fitnesinin sonunda Âl-i Beyt’in büyük bir ekseriyeti, asırlardır devam eden tarihî seyrinin aksine siyaset-i İslâmiyeye sahip çıkacaklarını bildiren ifadeler sarihtir.

Fakat bu son durum içinde, yine manevî hizmetin istinad edeceği ve kemmiyeten az bir şahs-ı manevînin de bulunacağı bildirilmiştir. Bununla beraber, Âl-i Beyt’in dinî şahsiyetlerinden bazılarının siyaset-i diniye vazifesinde, kısm-ı ekserîsi de diyanet âleminde hizmet ettikleri, tarihî bir hakikat olduğu gibi; Bediüzzaman Hazretleri de bu hususu şöyle ifade eder:

«Rahmet-i İlâhiye ile her devirde, belki her asırda bir nevi Mehdî Âl-i Beytten çıkmış, ceddinin şeri­atını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Meselâ, siyaset âleminde Mehdî-i Abbâsî ve diyanet âle­minde Gavs-ı Âzam ve Şâh-ı Nakşibend ve aktâb-ı erbaa ve on iki imam gibi büyük Mehdînin bir kı­sım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdî hak­kında gelen rivâyetlerde, medâr-ı nazar Muham­med Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu» (Şualar sh: 590)

«Meselâ, Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayet­ler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Hal­buki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesse­lâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâne­viye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem deh­şetli hadiselerde ye’se düşmemek için, hem âlem‑i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Meh­dîyi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, Büyük Mehdînin çok ev­sâfına câmi bir mehdî bulmuş. İşte, büyük Meh­dîden evvel gelen emsalleri, nümuneleri olan hu­lefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdînin evsâfına karışmış ve ondan rivayet­ler ihtilâfa düşmüş.» (Mektubat sh: 95)

Yukarıdaki ifadelere dikkat edilince v bilhassa “Hulefa-i Mehdiyyin ve Aktab-ı Mehdiyyin” tabirleri, sarahatla siyaset ve diyanet hizmetlerinin vazife taksimi tarzındaki mümessillerinin varlığını ve Âl-i Beyt’in siyaset ve diyanet sahalarında vazife gördüklerini beyan eder. Evet Mehdi hakkındaki rivayetler, her iki vazifenin vazifedarlarına baktığı ve bu rivayetlere te’vilsiz bakıldığı için mütehalif zannedilmiş diye Hazret-i Üstad’ın yaptığı tefrik ve tesbit, bu sahadaki yani Âl-i Beyt’in tarihî seyrindeki iltibası temyiz eden hârika bir keşiftir. Artık bizler bu keşfe ters düşmemeliyiz. Yani içtimaî ve siyasî çalışmalar ile manevî hizmetleri biribirine karıştırmamalıyız.

Üzerinde durduğumuz bu seyyidlik mevzuu, bir derece hassas bir meseledir. Seyyidliği muan’an senedle zahir olanın siyadetini setretmesi, büyük maslahatları hâmil olan bu nesebin unutulmasına yol açar. Eğer olur olmaz herkesin seyyidlik iddia edebilmesi imkânı verilse, siyadet meselesinde teşettütlere ve menfi nesebî rekabetlere, hem ihlas ve tevazu gibi fazilet esaslarında zarara bais olabilir. Demek her şeyin ifrat ve tefritten azade ve müvazeneli bir vasatı vardır. Bu vasatı korumak ve teşettütleri önlemek gibi hikmetler için:

«Seyyid olmayan “Seyyidim” ve seyyid olan “Değilim” diyenler, ikisi de günahkâr; ve duhul ile huruç haram oldukları gibi, hadis ve Kur’ân’da dahi ziyade veya noksan etmek memnudur.» (Muhakemat sh: 46) şeklinde düstur konulmuştur.

Bediüzzaman Hazretleri “Âl” hakkında şöyle der:

«Resul-i Ekrem’in (asm) iki âl’i var. Biri: Nesebî âl; biri de şahs-ı manevî ve nuranîsinin risalet noktasında Âl’i var.» (Osm. Lem’alar sh: 120)

Demek oluyor ki, ikinci manevî Âl’in manevî vazifesi daha ehemmiyetlidir. Çünkü biri nesebe, diğeri risaletin vazifesine bağlıdır.Risale-i Nur Külliyatının müteferrik yerlerinde, mehdiyetin asıl vazifesi manevî iman hizmetinin birinci derecede olduğu ve bu hizmetin de birinci derecede Nur şakirdlerinin haslar dairesine istinad ettiği beyan edilir.

Bediüzzaman Hazretleri, iman hizmetinin hâdimleri olan Nur şakirdlerinin, ikinci manevî âl’in devamı olduğunu şöyle izah eder:

«Ri­sale-i Nur dairesi, Hazret-i Ali ve Hasan ve Hü­seyin’in (r.a.) ve Gavs-ı Âzamın (k.s.) ihbarat-ı gaybiyeleriyle, şakirtlerinin bu zamanda bir daire­sidir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 67)

«Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın altı aylık hilâfetiyle beraber Risale-i Nur’un Cevşenü’l-Kebîrden ve Celcelûti­yeden aldığı bir kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-i imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahu Anhın kı­sacık müddetini uzun bir zamana çevirerek tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü, ada­let‑i hakikiye ile bu asırda insanları mes’ud edebi­lir bir istidatta bulunan, Risale-i Nur’dur ve onun şahs-ı mânevîsi, Hazret-i Hasan Radıyallahu An­hın bir muavini, bir mütemmimi, bir mânevî ve­ledi hükmündedir.» (Emirdağ Lâhikası-l sh: 72)

Mezkûr nakillerde, Risale-i Nur ve has şakirdlerinin şahs-ı manevîsi, en birinci ve âli hizmet olan hakaik-i imaniyenin neşrinde vazifedar gösteriliyor. Yine Bediüzzaman Hazretleri şimdi bu asırda Âlem-i İslâmda büyük bir yekün teşkil eden Âl-i Beyt cemaatlerinin ikinci ve üçüncü derecedeki “hayat” ve “Şeriat” dairelerinde hizmet edeceklerini ve bu vazifenin tatbikçi mümessili olan Hz. Mehdi’nin en has ordusu olduğunu da beyan eder.

Sual: Baştan buraya kadar verilen izahata göre, ikinci ve üçüncü devrelere şimdi girilmeyeceği hükmü anlaşılıyor. Buna göre, günümüzün mevcut şartları içerisinde geniş daire faaliyetleri tamamen terk edilmeli midir ?

Cevap: İkinci, üçüncü vazifelerin vazifedarlığı iddiası yapılmadan ve Nurculuk faaliyeti namına olmadan ve dar ve geniş daire hizmetlerini iç içe yapmamak şartıyla ve esasat-ı diniyeye ve Risale-i Nur’un sarih düsturlarına fikrî veya amelî sahalarda muhalefet ve inhiraf yapılmadan ve iman hizmetine nisbetle geniş daire faaliyetlerinin geri derecede olduğu anlayışını benimsemek kaydıyla yapılacak içtimaî faaliyetlere iyi niyetle bakılır ve haslar dairesinin nazarını geniş dairelere çekmiyecek şekilde ve belli bir nisbette desteklenir. Bilhassa geniş daireden iman hizmeti dairesine yol açmak ve geniş daireyi vesile kılmak tarzı daha makbul olur. Evet haslar dairesindeki mesleğin azameti ve keyfiyet husussiyetlerinin hassasiyeti, geniş dairenin bid’atlarına müsamahakar tarzını kaldırmaz. Evet Bediüzzaman Hazretleri diyor ki:

“Risale-i Nur’un mesleği, sair tarîkatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’aniye olduğunu isbat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle bu memlekette bu hususî ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet; veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.” (Emirdağ Lâhikası-l :63)

Hem “Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabîlik ve Melâmîliğin bir nev’ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.” (Kastamonu Lâhikası sh:77)

“Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir” (Kastamonu Lâhikası sh:148)

Risale-i Nur’un bu ve benzeri pekçok beyan ve ikazların neticesi olarak, az ve nümune-i imtisal ve avamın itimadına medar olan keyfiyet hususiyetlerinin hâmileri bu­lunan haslar dairesinin varlığı herkes tarafından himaye görmelidir.

Sual: Bu üç vazifenin iç içe olmamasın­daki hikmetler nelerdir?

Cevap: Risale-i Nur’un birinci vazifesi olan imanî hizmetlerle, içtimaî ve siyaset-i İslâmiye, yani ikinci ve üçüncü vazifeler temsiliyeti tarzını aşarak tam manasıyla iç içe olmaması hususunda Bediüzzaman Hazretleri; Hz.Ali (R.A.) ve onun nesli olan Âl-i Beyt’in imamlarını kader hila­fet-i siyasiyeden ayırıp, manevî hizmetlere aldığını ve iki vazifenin bir elde olamıyacağını ve manevî hizmet merke­zinin nezzare ve murakıb durumunda olmaları gerektiğini (Bak: Münazarat sh: 9 son p. ve 40) açık bir şekilde beyan eder. Bu iki vazifenin tefrik edilmesi hele bu zamanda daha çok gerekli olduğu, Risale-i Nur’da ısrarla nazara verilmiştir. Bunlardan bazı kısa nümuneler şunlardır:

“Eğer desen: Hilafet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatıyla beraber seleflerine nisbeten muvaffakıyetsizliği nedendir?

Elcevab: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, "Şah-ı Velayet" ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti; hattâ kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı.” (Mektubat sh: 54)

“Hem eğer Hazret-i Ali olmasaydı, dünya saltanatı, mülûk-u Emeviyeyi bütün bütün yoldan çıkarmak muhtemeldi. Halbuki karşılarında Hazret-i Ali ve Âl-i Beyt’i gördükleri için, onlara karşı müvazeneye gelmek ve ehl-i İslâm nazarında mevkilerini muhafaza etmek için ister istemez Emeviye Devleti reislerinin umumu, kendileri olmasa da, herhalde teşvik ve tasvibleriyle etbaları ve taraftarları, bütün kuvvetleriyle hakaik-i İslâmiyeyi ve hakaik-i imaniyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya ve neşre çalıştılar. Yüzbinlerle müçtehidîn-i muhakkikîn ve muhaddisîn-i kâmilîn ve evliyalar ve asfiyalar yetiştirdiler. Eğer karşılarında Âl-i Beyt’in gayet kuvvetli velayet ve diyanet ve kemalâtı olmasaydı, Abbasîlerin ve Emevîlerin âhirlerindeki gibi, bütün bütün çığırdan çıkmak kaviyyen muhtemeldi.

Eğer denilse: Neden hilafet-i İslâmiye Âl-i Beyt-i Nebevî’de takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı?

"Elcevab: Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın.” (Mektubat sh: 99)

“Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.” (Mektubat sh: 100)

Hz. Hasan ve Hüseyin’in başına gelen hâdiseler hakkında da Bediüzzaman Hazretleri aynı meseleyi te’yiden diyor ki:

“Amma kader nokta-i nazarında feci akibetin hikmeti ise: Hasan ve Hüseyin ve onların hanedanları ve nesilleri, manevî bir saltanata namzed idiler. Dünya saltanatı ile manevî saltanatın cem’i gayet müşkildir. Onun için onları dünyadan küstürdü, dünyanın çirkin yüzünü gösterdi. Tâ, kalben dünyaya karşı alâkaları kalmasın. Onların elleri muvakkat ve surî bir saltanattan çekildi; fakat parlak ve daimî bir saltanat-ı maneviyeye tayin edildiler; âdi valiler yerine, evliya aktablarına merci’ oldular.” (Mektubat sh: 55)

Hâtta Risale-i Nur Müellifini müdaafa etmek, dinen vazifesi olmasına rağmen muhalefet eden bir şeyhin itirazını Bediüzzaman, efkâr-ı ammede kendisine, siyaset-i İslâmiyede inkılapçı bir zât nazarıyla bakılmasını önlemesi cihetiyle kaderin bir himayeti diye çok manidar bir mana ile tefsir ederken şöyle der:

“Risale-i Nur’un hakikatıyla ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsiyle tezahür eden fevkalâde imanî hizmetlerin ehemmiyetli bir kısmını bîçare tercümanına vermek ve ehl-i dünya ve ehl-i siyaset ve avamın nazarında birinci derece ve hakikat nazarında, imana nisbeten ancak onuncu derecede bulunan siyaset-i İslâmiye ve hayat-ı içtimaiye-i ümmete dair hizmeti, kâinatta en büyük mes’ele ve vazife ve hizmet olan hakaik-i imaniyenin çalışmasına racih gördüklerinden; o tercümana karşı arkadaşlarının pek ziyade hüsn-ü zanları ehl-i siyasete, inkılabcı bir siyaset-i İslâmiye fikrini vermek cihetinde, Risale-i Nur’a karşı hayat-ı içtimaiye noktasında cephe almak ve fütuhatına mâni’ olmak pek kuvvetli ihtimali vardı. Bunda hem hata, hem zarar büyüktür.” (Kastamonu Lâhikası sh: 193)

Sual: Yukarıda temas edilen geniş daire faaliyetlerinin iman hizmetine nisbeten geri derecede olduğunu gösteren ifadeler Risale-i Nur’un başka yerlerinde de zikrediliyor mu ?

Cevap: Risale-i Nur’un müteferrik yerlerinde bu hüküm, ciddiyetle nazara verilir. Ezcümle birkaç nümunesi şöyledir:

“Evet bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve siyaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer müceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-i imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür. Şeriat ve hayat-ı içtimaiye ve siyasiye daireleri ona nisbeten ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalıyor.

Rivayat-ı hadîsiyede, tecdid-i din hakkında ziyade ehemmiyet ise, imanî hakaikteki tecdid itibariyledir. Fakat efkâr-ı âmmede, hayatperest insanların nazarında zahiren geniş ve hâkimiyet noktasında cazibedar olan hayat-ı içtimaiye-i İslâmiye ve siyaset-i diniye cihetleri daha ziyade ehemmiyetli göründüğü için, o adese ile o nokta-i nazardan bakıyorlar, mana veriyorlar.” (Kastamonu Lâhikası sh: 189)

Evet “Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksad olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medar-ı merak ve maksud-u bizzât olmak lâzım…” (Kastamonu Lâhikası sh: 118) gibi daha pekçok açık ifade ve derslerle mezkûr üç vazifenin ehemmiyet dereceleri de sarahatla ortaya konmuştur. Hattâ mezkûr ifadelerde ikinci ve üçüncü vazifeleri daha ehemmiyetli gören müslümanlara şer’î kıstas ve değerlendirmeyi ma’kûse kıldıklarından, “ehl-i dünya ve hayatperest” vasfıyla tavsif edilirler ki, hayli düşündürücü ve cay-i ibret bir tavsiftir

Sual: Bahsedilen hâkim cereyanların tasallutlarını durduracak olan İttihad-ı İslâm’ın teşekkülünden önce geniş daire faaliyetleri yapılmazsa, hizmetler tamamen dar sahaya münhasırkalır ve Nurlar geniş daireyi tenvir edemez ve böylece tebliğ vazifesi de yapılmış olur. Bu durum ise makul görülmüyor. Bu fikre ne dersiniz?

Cevap: Dinî mes’elelerde hükümler akla değil, nakle dayanır. Sonsuz ilim ve hikmet-i İlâhiyenin tercih ettiği hükme teslim olmak ve hikmetlerinden bir kısmını öğrenmeye çalışmak mükellefiyeti var, o hükümlere tasarruf hakkı yoktur. Tebliğin yaygınlaştırılması ve hizmetlerin geniş sahaya ıntikal ettirilmesi hususu ise;malûm olduğu üzere her sahadaki hizmetler, tedricî gelişir.Ani değişiklikle ortaya çıkan bazı tarihî hâdiseler dahi, o hâdiseyi doğuracak içtimaî halet denen milli temayüle ve mukaddematı sayılacak bazı çalışmalara tereddüb eder. Fakat bizim meselemiz, düsturları ile bağlayıcı bir meslek mensubu olanlar, çalışmalarını bağlayıcı düsturlara bağlı kalma ve sadakat esasına dayanır. Hele o düsturlar, Kur’anî füyuzat ve ilhamattan olsa bu düsturlara teslimiyet elzemiyet kazanır. Ancak lehte- aleyhte bir hüküm verilmemiş ve serbest bırakılmış hususlarda maslahata göre hareket edilebilir. Evet Risale-i Nur’un düsturlarına ve meşruiyet dairesine ters düşmemek şartıyla bazı içtimaî ve geniş daire çalışmaları yapılabilir. Fakat bizim asıl mevzumuz zamanımızın mevcut şartları içinde Risale-i Nur’un talimatı dairesinde yapılabilecek çaloşmaların neler olduğunu ve ne şekilde yapılacağının tesbiti mes’elesidir. Mesela; Bediüzzaman Hazretleri diyor: “Bu zamanda öyle fevkalâde hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakikî beklenilen o zât dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için siyaset âlemindeki vaziyetten feragat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin ediyorum.” (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

Bu parçada geçen “o zât” ifadeleri ile kasdedilen şahsın daha önceki kısısmlarda da zikrolunan ve hilafetle beraber ikinci ve üçüncü vazifeleri ve üç vazifedarlar hey’et ve kuvvetlerini temsil edecek olan devre olduğu Risalelerde musarrahtır. Bu zât dahi bu zamanda gelse, yani İttihad-ı İslâm’ı teşkil etmeden geniş dairelerdeki vazifelerine girişse bu faaliyetlerini o hâkim cereyanlara kaptırmamak için geniş daireye ait vazifesinden feragat edecek diye yapılan ikazdan alınacak ders açık değil midir ?Aynı mektub şöyle devam ediyor:

“Hem üç mes’ele var: Biri hayat, biri şeriat, biri imandır. Hakikat noktasında en mühimmi ve en a’zamı, iman mes’elesidir. Fakat şimdiki umumun nazarında ve hal-i âlem ilcaatında en mühim mes’ele, hayat ve şeriat göründüğünden o zât şimdi olsa da, üç mes’eleyi birden umum rûy-i zeminde vaziyetlerini değiştirmek nev’-i beşerdeki cârî olan âdetullaha muvafık gelmediğinden, her halde en a’zam mes’eleyi esas yapıp, öteki mes’eleleri esas yapmayacak. Tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avamın çabuk iğfal olunabilen akıllarında, o hizmet başka maksadlara âlet olmadığı tahakkuk etsin.Hem yirmi seneden beri tahribkârane eşedd-i zulüm altında o derece ahlâk bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib hâlâta karşı, çok fevkalâde sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslâmiye lâzımdır; yoksa akîm kalır ve zarar verir.

Demek en hâlis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli hizmet, Risale-i Nur şakirdlerinin daireleri içindeki kudsî hizmettir. Her ne ise… Bu mes’ele şimdilik bu kadar yeter.” (Kastamonu Lâhikası sh: 90)

Bu kısımda da aynı hüküm takviye edilmekte ve birinci vazifenin elzemiyeti gösterilmektedir.Hem yine aynı hükmü te’yid eden şu ifade dahi dikkat çekicidir:

“Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak.” (Şualar sh: 362)

Evet suret-i haktan görünüp fakat kendilerinin ihdas ettikleri çeşitli bahaneler perdesi altında tecavüz eden hâkim cereyanlara dikkat çeken Bediüzzaman Hazretleri, son Osmanlı devresinde dahi aynı cereyanların tecavüzkârlığını bir suale verdiği cevabında nazara verip ümmeti ikaz eder.Şöyle ki:

“S- Dâr-ül Hikmet-il İslâmiye neden hizmet edemedi?

C- En büyük hizmeti, adem-i hizmetidir. En büyük hareketi, hareketsizliğidir. Çünki buradaki hâkim olan kuvvet-i ecnebiye, lehinde olmayan herbir hareketi boğuyor. Hareket edenleri gördük, mukaddes câmilerde gâvurlara dua ettirildi ve mücahidlerin cevaz-ı katline fetva verdirildi. İşte Dâr-ül Hikmet, bu fırtına içinde âlet ettirilmedi. En büyük mani olan ecnebi kuvvet, bütün kuvvetiyle ahlâksızlığı himaye ve teşci’ ediyordu.” (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 88)

İşte bu mütecaviz ve beyn-el milel hâkim cereyanların ve gizli münafıkların tasallutlarını durdurabilmek, İttihad-ı İslâm’ın varlığına mütevakkıftır. Yoksa o cereyanlara tavizkâr bakmak ve yaklaşmakla onlarla uyumlu yaşama gibi anlayışlar yol açılır. Halbuki Bediüzzaman Hazretleri değil firavunlaşmış münafıklara, medinelere dahi yanaşmamayı tavsiye eden ders ve ikazlarında diyor:

“Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünki aramızdaki dere pek derindir. Doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz veya dalalete düşer boğulursunuz.” (Mesnevi Nuriye sh: 126)

Bediüzzaman Hazretleri’nin âhirzaman fitnesinin şer cereyanına hitab eden ikaznamesinde aynı mes’eleyi te’yid eden daha şiddetli bir ifadesi de şöyle:

“Altıncı kısım ki, gençlerdir. Onların iyilerine karşı ciddî uhuvvetimiz var. Senin gibi mülhidlere karşı hiçbir cihetle dostluğumuz yok!” (Mektubat sh: 423)

“Bu âyet يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ اِذَا اهْتَدَيْتُمْ لاَ ve usûl-ü İslâmiyenin ehemmiyetli bir düsturu olan اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ Yani: "Başkasının dalaleti sizin hidayetinize zarar etmez. Sizler lüzumsuz onların dalaletleriyle meşgul olmazsanız." Düsturun manası: "Zarara kendi razı olanın lehinde bakılmaz. Ona şefkat edip acınmaz." Madem bu âyet ve bu düstur bizi, zarara bilerek razı olanlara acımaktan men’ediyor; biz de bütün kuvvetimiz ve merakımızla vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz.” (Emirdağ Lâhikası-l sh:44)

Şefkat tokatları bahsinde ibret için nazara verilen şu hâdise de dikkat çekicidir:

“Üstadımın en mühim bir düsturu olan iktisada ve kanaata riayet etmediğimden fakr-ı hale maruzum. Hodbin, mağrur insanlarla ihtilata mecbur olduğumdan -Cenab-ı Hak afvetsin- mürüvvetkârane bir surette riyaya ve tabasbusa da mecbur oluyordum. Üstadım çok defa beni ikaz ve ihtar ve tekdir ediyordu. Maatteessüf kendimi kurtaramıyordum. Halbuki Kur’an-ı Hakîm’in ruh-u hizmetine zıd olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu.İşte ben bu kusuruma karşı şiddetli, fakat inşâallah şefkatli bir tokat yedim. Şübhemiz kalmadı ki; bu tokat, o kusura binaen gelmiş. O tokat da şudur: Sekiz senedir ben, Üstadımın hem muhatabı, hem müsevvidi, hem mübeyyizi olduğum halde, sekiz ay kadar nurlardan istifade edemedim. Bu hale hayret ettik. Ben de ve Üstadım da "Bu neden böyle oluyor?" diye esbab arıyorduk. Şimdi kat’î kanaatımız geldi ki: O hakaik-i Kur’aniye nurdur, ziyadır. Tasannu, temelluk, tezellül zulmetleriyle birleşemiyor. Onun için bu nurların hakikatlarının meali, benden uzaklaşıyor tarzında bulunarak, bana yabanî görünüyor, yabanî kalıyordu.” (Lem’alar sh:44)

Demek firavunmeşreb kişilerle değil, belki ehl-i dünya ile ihtilat ve mürüvvetkârane yaklaşmak dahi Risale-i Nur’un manevî feyzinden mahrumiyete sebeptir diye bir ikazdır.

Diğer bir ikaz da şöyle:

“Hâfız Ahmed (R.H.) namında bir adamdır. Bu zât, risalelerin yazmasında iki üç sene teşvikkârane bir surette bulunuyordu ve istifade ediyordu. Sonra ehl-i dünya, zaîf bir damarından istifade etti. O şevk zedelendi. Ehl-i dünyaya temas etti. Belki o cihetle ehl-i dünyanın zararını görmesin, hem onlara sözünü geçirsin ve bir nevi mevki kazansın ve dar olan maişetine bir sühulet olsun. İşte hizmet-i Kur’aniyeye o suretle o yüzden gelen fütur ve zarara mukabil iki tokat yedi.” (Lem’alar sh: 45)

Ehl-i dünyaya yanaşmayan Bediüzzaman Hazretleri bunun bir sebebini şöyle açıklar:

“Bana karşı ehl-i dünyanın verdikleri sıkıntı, siyaset için değil; çünki onlar da bilirler ki, siyasete karışmıyorum, siyasetten kaçıyorum. Belki bilerek veya bilmeyerek zındıka hesabına, benim dine merbutiyetimden beni tazib ediyorlar. Öyle ise onlara müracaat etmek, dinden pişmanlık göstermek ve meslek-i zındıkayı okşamak demektir.” (Mektubat sh: 74)

İşte Risale-i Nur’da bunun gibi pek çok beyanlar gösteriyor ki, şer cereyanına karşı menfi hareketlere gir­memekle beraber hizmet-i diniyede onlara karşı vakarı ve istiğnayı muhafaza etmek gerektir. Ancak şu kadar var ki; dine ve din ehline karşı mütecaviz olmayıp ve münafıklık yapmayan münsif bazı gayr-ı müslimlere ihtilatsız bir tarzda ve İslâm’a yanaşmaları için mürüvvetkârlık caiz olur.

SUAL: İman hizmetini cemiyetin her tarafına yaymak için içtimaî müesseselere ve kanunî ve resmî faaliyetlere el atmak gerekiyor şeklindeki anlayış ve hareketlere ne dersiniz?

CEVAP: Bu derlemenin çok yerleri bu sualin cevabı­dır. Fakat mütemmim olarak şu beyan ve ikazlar da mü­kemmel cevabdır. Şöyle ki, Bediüzzaman Hazretleri diyor:“Risale-i Nur’un mesleği, sair tarîkatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak belki galebe ede­rek pek çok muannidleri imana getirmesi; pek çok hâdisatın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i ma­neviye-i Kur’aniye olduğıınu isbat eder. O daireninharicinde, ekseriyetle bu memlekette bu hususî ve cüz’î ve yalnız şahsî hizmet; veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha sure­tinde ve tevilat ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye, hâdisat bize kanaat vermiş.” (Emirdağ Lâhikası-l sh:63)

Bu mektubda dinî hizmet çeşitleri ana hatları ile şöyle tasnif edildi.Hususi, cüz’î ve şahsî hizmet, Mağlubane, perde altında,Bid’alara müsamaha suretinde, Te’vilat ile ve bir nevi tahrifatla hizmetşekilleri olmak üzere dört sınıf hizmet şekli gösterilmiş ve beğenilmemiş ve tavizsiz, kahramanane ve galibane yü­rüyen hizmet-i Nuriye bid’alara karşı en müessir çare ol­duğu nazara verilmiştir. Zira hâkim cereyanların hükmettiği şartlar içinde resmiyete giren faaliyetleri ya kendine çeker veya boğar.Mes’elemizi, yani hizmet-i diniyede taviz vermemek düsturunu te’yid eden ve 1950’den sonra yazılan şu mektub da şayan-ı dikkattir:

“Üstadımız diyor ki: Mahkemelerin te’hirinde hayır var. Şimdiye kadar Nur’a ve Nurculara veri­len zahmetler, rahmetlere döıimesi gösteriyor ki; bu te’hirde de hayırlar var ki, birisi bu olmak ihti­mali var:Hariç âlem-i İslâm’da Nur’un ehemmiyetli tesire başlaması ve inkişaf ve intişarı ve buranın siyasîleri Avrupa’ya bir rüşvet olarak bir derece Avrupalaşmak meylini göstermesi, hariçte zannedilmekle mahkemelerce Nur’un serbestiyet-i tâmmesi için karar vermek, hariç âlem-i İslâm’da Nurların hakikî ihlasına böyle bir şübhe gelecekti ki; ya Nurcular riyakârlığa mecbur olmuşlar veyahut böyle medenîleşmek fikrinde olanlara ilişmiyorlar, za’f gösteriyorlar diye Nur’un kıymetine büyük zarar olduğu için bu te’hir o evhamları izale eder. Ve isbat ediyor ki: Otuz seneden beri İslâmiyetin şiarına muhalif şeylere baş eğmiyorlar.” (Emirdağ Lâhikası-ll sh:107)

Risale-i Nur’un haslar dairesindeki bu merdane, takvadarane ve bid’alardan uzak duran ve nümune-i imtisal olan mesleğini sarahatla beyan eden Hazret-i Üstad’ın şu ifadeleri de şayan-ı ibrettir.“Hâdisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabîlik ve Melâmîliğin bir nev’ine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp eserler yazılmış. Risale-i Nur gerçi umuma teşmil suretiyle değil; fakat her halde hakikat-ı İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velayet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esasat-ı Sünnet-i Seniye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hâdisatın fetvalarıyla onlar terkedilmez.” (Kastamonu Lâhikası sh: 77)

“Bu zamanda tahribat ve menfî cereyan dehşetlendiği için, takva bu tahribata karşı en büyük esastır. ……Risale-i Nur şakirdlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.” (Kastamonu Lâhikası sh: 148)

Görüldüğü üzere bilhassa Risale-i Nur’un haslar da­iresi, bid’alara bulaşarak hizmet-i Nuriye namına bir hareket tarzına girmesine yol açık değildir. Ancak Nurculuk hareketi namına olmamak şartıyla geniş dairenin bid’aların bulaştığı yerlerinde olanlar, Kastamonu Lâhikası’nın 96. sahifesin­deki mektubda şart koşulan sadakat, hizmet, takva ve içti­nab-ı kebair kelimelerinde kasdolunan manaya ve hükme riayet ederek çalışmak ve hizmet etmek isteyenlere bu mektubdaki şartlarla çıkış yolları gösterilmiş oluyor.Malûmdur ki, böyle dinî mes’elelerde beşerî anlayış ve mülahazalar değer taşımaz ve hükme merci ve medar olamaz. Kitaba ittiba etmek esastır.

Esasen Risale-i Nur Külliyatında rivayetlere istina­den sarahatla ve tekraren kaydedildiği üzere, ahirzaman fit­nesinin geniş çapta ve içtimaî sahada ıslah ve izalesi baş taraflardaki paragraflarda beyan edildiği üzere ancak hilafetin saltanatıyla olacağı sarih olduğundan ondan önceki içtimaî çalışmalar iman hizmetiyle beraber Ittihad-ı İslâm’a kuvvet vermek şeklinde olmalıdır. Zira bid’atsız, tavizsiz olacak geniş daire faaliyetleri, bid’atları kaldırıp şeairi ihya edecek olan İttihad-ı İslâma istinad eder.

İslâm dünyasının güçlenmesine münafıkane ve baha­neler altında mani’ olan gizli şer cereyanı, İslâmî faaliyetleri hassasiyetle takib eder. Bunun için ihtilaf ve tarafgirliklerle ve meslek taassubları ile Ittihad-ı İslâm’a zarar vermemek ve ittihad-ı Islâma kuvvet vermek, herkesin ve hassaten geniş daire mensublarının birinci vazifesidir. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikatı şöyle ilân etmiştir:

“Bu zamanın en büyük farz vazifesi, itti­had-ı İslâmdır.” (Hutbe-i Şamiye sh: 90)

“Bu dehşetli tahrib edicilere karşı, ancak ve an­cak hakikat-ı Kur’aniye etrafında ittihad-ı İslâm dayanabilir. Ve beşeri bu tehlikeden kurtarmağa vesile olduğu gibi, bu vatanı istila-yı ecanibden ve bu milleti anarşilikten kurtaracak yalnız odur.” (Emirdağ Lâhikası-ll sh:24)

“Cemahir-i Müttefika-i İslâmiye’nin kudsî ka­nun-u esasiyelerinin menbaı olan Kur’an-ı Hakîm, istikbale tam hâkim olup beşeriyete tam bir bayramı getireceğine çok emareler var.” (Emirdağ Lâhikası-ll sh: 76)

“Şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dörtyüz milyon Müslüman’ı birbirine kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâm’ın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde te’sise baş­lamasının ve Kur’an-ı Hakîm’in kudsî kanunları­nın o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olma­sından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik… ediyoruz.” (Emirdağ Lâhikası-ll sh:101)

Şu halde Risale-i Nur’da gösterilen usul-ü şer’iyeye ittiba ile ittihada kuvvet vermek yani esasat-ı şer’iyeyi ve desatir-i Nuriyeyi incitmemek ve meşru dairede olmak şartıyla ve bi­rinci iman hizmetine ve ehline yardımcı olmak ve onların nazarını geniş dairelere çevirmemek kaydıyla geniş daire faaliyetleri tasvib görebilir. Yoksa Risale-i Nur’un müteferrik yerlerinde tekraren nazara verilen mezkûr manadaki ders ve düsturlarını nazara almadan ve dar ve geniş daire ça­lışmalarını birbirine karıştırıp ve "zihniyet-i inhisar hubb-u nefisten gelir." (S:719) ikazına aykırı olarak hizmetle­rin hepsini kendi tasarrufunda görmek, sebeb-i ihtilaftır ve vazife taksimi düsturuna aykırıdır. Yapılan çalışmaların verdiği kâr, zararından çok olmalı ve ibadet sayılmalıdır. Evet ihlâs ve sadakatın mahiyeti olan; "emredildiği için ve emredildiği gibi çalışmak"la yapılan hizmet ibadet sayılır. Aksi halde manevî makbuliyeti ve keyfiyeti kazanmaz. As­rımızda ekser insanların nokta-i nazarı, zahirî şa’şaa ve kemmiyettir.

Evet asrın bozuk cemiyeti içinde yürüyen cemaatler, İslâm zaferi davasında "hubb-u nefisten gelen zihniyet-i in­hisar" anlayışına girmemeli, belki bütün dini cemaatler, di­nin esasatında; herbir cemaat da kendi meslek esaslarında birleşme düsturunu ciddî telkinlerle yaygınlaştırıp cemaatî taassub ve tarafgirliğini bertaraf etmek ve sarih beyanların getirdiği’esasattan inhirafla birleşme ve tasvib görme imkâ­nını kapamamaları zaruridir. Zira meslek yapısının esasla­rında yapılan inhirafta ısrar edenleri tasvib eden de mes’ul olacağından, uzak durmaya mecbur kalır. Böylece ittihadın imkânı kalkar.

SUAL: O gelecek devrelerde Risale-i Nur proğ­ram yapılacağı sözünü ele alarak "O proğramı biz daha iyi yaparız. O devrede bu proğram hazır bulunmalıdır. Sonra gelenler Risale-i Nur’u bizim seviyede isabetli anlayamazlar" gibi anlayışlar ortaya atılıyor ve kitablar yazılıyor. Bu tarz anlayış ve hareketler doğru mudur?

CEVAP: Bu üç vazifenin manevî ve ilmî ciheti, üç ayrı ihtisas heyetlerine dayanır. En birinci vazife olan iman hiz­meti, daha önce geçtiği gibi haslar dairesine istinad eder ve Risale-i Nur’un zuhurundan başlayıp kıyamete kadar de­vam eder. lkinci ve Üçüncü vazifeler ise İttihad-ı Islâm bün­yesinde ve mümessiliği olan zâtın temsilciliğinde hem ihtisas hey’etleri hem ordular kuvvetiyle icra olunur.Bediüzzaman Hazretleri diyor:

“Bu zaman hem iman ve din için, hem hayat-ı içtimaiye ve şeriat için, hem hukuk-u âmme ve si­yaset-i İslâmiye için, gayet ehemmiyetli birer mü­ceddid ister. Fakat en ehemmiyetlisi, hakaik-ı imaniyeyi muhafaza noktasında tecdid vazifesi, en mukaddes ve en büyüğüdür.” (Kastamonu Lâhikası sh: 189)

“Bu ifadede üç ihtisas heyeti nazara verilir. Birinci vazife devam ediyor. İkinci ve üçüncü vazifelerin ihtisas he­yetleri Risale-i Nur’daki küllî kaideler ve ilmî kanunlar ve nokta-i nazarlarıyla o zamanda mevcud cemiyetin duru­muna bakıp içtimai, hukukî ve siyasî proğramı ve mesail-i fer’iyeyi tesbit ederler. Çünki; "Ahkâm-ı şer’iyenin tefer­ruat kısmı ahval-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilaç olur.” (Sözler sh: 485)

Bu kaideye göre; o devre gelmeden, cemiyetin ahval ve şartlarını görmeden ve çok inceleşmiş ve genişlemiş ilimlerin ihtisas heyetlerinin ihata-i ilmiyesini gerektiren vazi­felere şimdiden el atılması ve gelecek devrenin proğramını hazırlıyoruz diye kitablar yazması usûl ve ihtisas şartlarına uygun düşmez. Hem böyle hareketle de birinci iman hizme­tine çok ihtimam göstermek zarureti varken; nazarları geniş daireye çevirmekle, asıl vazifenin zayıflamasına vesile olu­nur.Bediüzzaman Hazretleri bu ihtisas heyetinin lüzu­munu siyasî iktidarlara atfen şöyle nazara verir:

“Zaman-ı sâbıkta revabıt-ı içtima ve levazım-ı taayyüş ve fevaid-i medeniyet o kadar tekessür ve teşa’ub etmediğinden, bazı kalil adamların fikri, devletin idaresine yarı kâfi gibi idi. Amma bu za­manda revabit-ı içtima o kadar tekessür etmiş ve levazım-ı taayyüş o derece taaddüd etmiş ve seme­rat-ı medeniyet o kadar tefennün etmiş ki, ancak yalnız kalb-i millet hükmünde olan meclis-i meb’usan ve fikr-i ümmet makamında olan meşveret-i şer’î ve seyf ve kuvvet-i medeniyet menzilinde bulunan hürriyet-i efkâr o devleti taşıyabilir. Ve idare ve terbiye edebilir.” (Divan-ı Harbi Örfi sh: 78)

Yine Bediüzzaman Hazretleri aynı mevzuda ve Os­manlı Devleti’nin son devresinde ve yine siyasî iktidarlara hitaben yazdığı ikaznamesinde diyor:“Sadaret üç mühim şûraya bizzât istinad ediyor, yine kifayet etmiyor. Halbuki böyle inceleşmiş ve çoğalmış münasebat içinde, içtihadattaki müd­hiş fevza, efkâr-ı İslâmiyedeki teşettüt, fasid medeniyetin tedahülüyle ahlâktaki müdhiş te­denni ile beraber, Meşihat cenahı bir şahsın iç­tihadına terkedilmiş.

Ferd tesirat-ı hariciyeye karşı daha az mukavimdir. Tesirat-ı hariciyeye kapılmakla, çok ahkâm-ı diniye feda edildi.Hem nasıl oluyor ki, umûrun besateti ve taklid ve teslim câri olduğu zamanda, velev ki inti­ intizamsız olsun, yine Meşihat bir şûraya, lâakal Kadıaskerler gibi mühim şahsiyetlere istinad ederdi. Şimdi iş besatetten çıkmış, taklid ve ittiba gevşemiş olduğu halde, bir şahıs nasıl kifayet eder.

Zaman gösterdi ki, hilafeti temsil eden şu Meşihat-ı İslâmiye, yalnız İstanbul ve Osmanlılara mahsus değildir. Umum İslâma şamil bir müessese-i celiledir. Bu sönük vaziyetle, değil koca âlem-i İslâmın, belki yalnız İstanbul’un irşadına da kâfi gelmiyor. Öyle ise, bu mevki öyle bir vaziyete getirilmelidir ki, âlem-i İslâm ona itimad edebilsin. Hem menba’, hem ma’kes vaziyetini alsın. Âlem-i İslâma karşı vazife-i diniyesini hakkıyla îfa edebilsin.

Eski zamanda değiliz. Eskiden hâkim bir şahs-ı vâhid idi. O hâkimin müftüsü de, onun gibi münferid bir şahıs olabilirdi. Onun fikrini tashih ve ta’dil ederdi. Şimdi ise, zaman cemaat zamanıdır. Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder.” (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 32)

Tafsilât için, yayınevimizin neşrettiği İttihad-ı İslâm kitabının “Şûrâ” mes’elesine bakılabilir.

Bediüzzaman Hazretleri bu teklifini Âlem-i İslâm’ın hilafet merkezine de duyurmak istediğini bildirirken der:“Bidayet-i Hürriyette şu fikri jöntürklere teklif ettim, kabul etmediler. Oniki sene sonra tekrar teklif ettim, kabul ettiler. Lâkin meclis feshedildi. Şimdi âlem-i İslâmın mütemerkiz noktasına tekrar arzediyorum.” (Sünuhat Tuluat İşarat sh: 31)

Hem yine Bediüzzaman Hazretleri İttihad-ı İslâm devrelerine atfen:

“Uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsire bir örnek ve bir me’haz olmak üzere o zamanların insanlarına bir yadigâr maksadıyla yaptım.” (İşarat-ül İ’caz sh: 9) dediği İşarat-ül İ’caz eserinin “İfadet-ül Meram başlıklı yazısında ihtisas heyetinin lüzumunu anlatırken diyor:

“Kur’anın ince manalarının ve tefsirlerde dağınık bir surette bulunan mehasininin ve zamanın tecrübesiyle fennin keşfi sayesinde tecelli eden hakikatlarının tesbitiyle, herbiri birkaç fende mütehassıs olmak üzere muhakkikîn-i ülemadan yüksek bir heyetin tedkikatıyla, tahkikatıyla bir tefsirin yapılması lâzımdır. Nitekim kanunî hükümlerin tanzim ve ıttıradı, bir ferdin fikrinden değil, yüksek bir heyetin nazar-ı dikkat ve tedkikatından geçmesi lâzımdır ki, umumî bir emniyeti ve cumhur-u nâsın itimadını kazanmak üzere millete karşı bir kefalet-i zımniye husule gelsin ve icma-ı millet hücceti elde edebilsin.” (İşarat-ül İ’caz sh: 8)

Bütün bu ifadelerden anlaşılan şudur ki; zamanımızın şartlarında dar ve geniş dairelerde Risale-i Nur’un talimatına sadakatla ve bid’alara bulaşmamak gayreti içinde daha çok iman hizmetine kuvvet veren faaliyetler esas alınmalıdır.

İşte mezkûr ilmî ihtisas heyetlerini nazara almadan, o gelecek zamanlara proğram hazırlamak düşüncesiyle kitap neş­retmek ve nazarları geniş dairelere çekmek ve böylece en ehemmiyetli vazife olan hâlis iman hizmetine karşı alâkaları zayıflatmak caiz değildir ve mezkûr beyanlarla nazara veri­len hareket tarzına ters düşer.

SUAL: Bediüzzaman Hazretleri Risale-i Nurlarda tekraren yazdığı siyasetten uzak durma, içtimaî mes’elelere bulaşmama gibi ders ve ikazların büyük kısmını 1930’lu, 1940’lı yıllarda yazmıştır. Bu tavsiye ve dersler, daha sonraları değişen şartlar içinde de geçerli midirler? Hizmet tarzını, değişen şartlara göre değiştirmek gerekmez mi?

CEVAP: Risale-i Nur’da hakaik, desatir ve hiz­met faaliyetlerini icra etmek olarak başlıca üç husus vardır. Bunların bitinmesi ve bunlara riayet edilmesi esastır ve şarttır. Şöyle ki:

Risale-i Nur’da sarih beyanlara istinad eden hakaik-i Kur’aniye ve desatir-i Nuriye, Külliyat-ı Nur’da aynı sa­rahatla aleyhte bir hüküm tebeyyün etmedikçe o sarih mana ve hükümler, Risale-i Nur mesleğinde müsellemat ve esa­satı teşkil ederler ve onlara tasarruf edilemez, sabit ve daimîdirler.Subutiyetleri sarahat derecesinde olmayan bazı hakaik-ı Nuriye ve hizmet düsturları ise, Külliyata müstenid olmak ve onun içinde tahkik etmek şartiyle yapılacak meşveret-i şer’iye ile (*) o hakaik ve desatirin tayin ve tesbitine çalışılır.

(*) Yani şeriatta hususiyetleri bildirilen meşveretle ki; meşverete katılacak kişilerin meşveret edilecek mes’ele hakkında mütehâssıs ve ehil, amelen müstakim ve emin olması ve meşverete alınacak mes’elenin de hükmü kitabda sarih beyanlarla kat’iyyet kesbetmiş olmaması şarttır.

Bediüzzaman Hazretleri diyor:

“Ahkâm ve hukuk ise, zaten tebeddül etmez. Tatbikat ve tercihattır ki, meşverete ihtiyaç gösterir.” (Asar-ı Bediyye sh: 417)

Ehil olmayanların meşverete alınmamasına bakan bir cümle de şöyledir:

“Risale-i Nur’un erkânlarında ve haslardaki esrar ve nazik tedbirlere, onları teşrik etmemek gerektir.” (Kastamonu L. sh: 248)

Meşvereti erkân ve haslara tahsis eden birkaç kısa cümleler de şöyle:

“Nur hakkında söz sahibi Medreset-üz Zehra erkânlarının tensibine havale etmek…” (Emirdağ L.-II sh: 46)

Hizmet faaliyeti ve tatbikatının meselelerinde ise, değişen şartlar müvacehesinde ve maslahatlara göre yapı­lacak şer’i meşverette ekseriyetçe alınan karar esas alınır.

Eğer Risale-i Nur’daki sarih beyanların neticesi olan ve esas teşkil eden düsturların, değişen şartlar sebebiyle deği­şebileceği kabul edilirse, bağlayıcı hiçbir esasın var olması imkânı kalmaz. Bunun neticesi ortaya çıkacak mütezat an­layışların getireceği tefrika ve gruplaşmalar giderek artar. Hem Risale-i Nur’un vehbiliği ve ilhami vasfı, kesbi ilmin ve beşerî anlayışın rengine girer ve böylece asliyetini kaybe­der. Hz. Üstad, böyle bir yolun açılmasını önleyici mânâda ve Risale-i Nur’u, deha-i a’zam derecesindeki şahsî ilmin­den dahi âli tutarak diyor ki:

“Ben Kur’an-ı Hakîm’in sırf bir hizmetkârıyım, o mukaddes dükkânın bir dellâlıyım. Şahsî dükkâ­nımdaki perişan, ehemmiyetsiz şeyleri satışa çı­karmayacağım ve çıkarmak istemiyorum.” (Barla Lâhikası sh: 269)Demek oluyor ki; Hz. Üstad şahsî dükkânıyla, yani kendi anlayış ve kesbî ilmiyle, vehbî ilmin eseri olan Risale-i Nur’a tasarruf etmiyor ve böylece kendi şahsından bizlere ders veriyor ve şahsî anlayış ve ilminizle yeni hizmet tarzı ve anlayışları getirmeyin diyor.“Bütün Sözlerde konuşan ben değilim. Belki, işarat-ı Kur’aniye namına hakikattır. Hakikat ise hak söyler, doğru konuşur. Eğer yanlış bir şey gör­dünüz, muhakkak biliniz ki: Haberim olmadan fık­rim karışmış, karıştırmış, yanlış etmiş.” (Sözler sh: 651)

“İnsan kusurlardan, nisyandan, sehivden hâlî değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış, risalelerde hatalar da olmuş.” (Kastamonu Lâhikası sh: 161)

“Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu’da iken, Âyet-ül Kübra namıyla, Cenab-ı Hakk’ın var­lığını, birliğini, kâinattaki mevcudatın lisanlarıyla isbat eden muazzam bir risale yazmıştır.Bu risale için üstadımız, "Kalbe geldiği gibi acele olarak yazdırılmış, birinci müsvedde ile iktifa edilmiştir. Üstad, “Yazdığım vakit irade ve ihtiya­rım ile olmadığını hissettiğimden, kendi fikriınle tanzim veya ıslah etmeyi muvafık görmedim” buyurmuştur” (Tarihçe-i Hayatı sh: 332)

“Evet, mücmel ve mutlak hakaik; biz, zâ­hirî vesile olup çıkıyor. Tanzim ve tasfıye, tasvir ise; kıymettar, muktedir ders arkadaşlarıma aittir. Bazan onlara vekâleten tafsilâta, tanzimata gi­rişiyorum, noksan kalıyor.” (Barla Lâhikası sh: 138)

Burada üstadane bir irşad var ki, mücmel gelen hakaikın tafsilini üstad yapınca noksan kalırsa, talebe o işe aslâ tasarruf etmez demektir. Çok manidar bir ders…Hz.Üstadın buna benzer bir diğer ifadesi de şöyle:

“Hem de ben sünuhat-ı kalbiyemde izahat için tahririnden gelen aczden ve tağyirinden gelen havftan dolayı tasarruf edemiyorum. Ancak kal­bime doğduğu gibi yazıyorum.” (Mesnevî/Tercüme: A.Badıllı sh: 234)

Bunun gibi daha pek çok ifade ve derslerden herbir Nur şakirdi “Dâhî-yi a’zam olan üstadımın ilmi, Risale-i Nu­r’a yani ondaki hakikat ve düsturlara tasarruftan çekinirse, benim Risale-i Nur’a tasarruftan ürkmem gerekir” demelidir ve Hz. Üstad’ın “Risale-i Nur onun her müşkilini halledebilir. Hâlisane, teslimkârane ona çalışsın, onu dinlesin.” (Emirdağ-I sh: 158) tavsiyesine ittibaen Risale-i Nura teslim olmalıdır.

Risale-i Nur’un hizmet tarzına bağlı kalmakla alâ­kalı bir hâtıra:

“Bir gün Galatasaray Lisesi’nde okuyan ve son­radan eczacı olan bir zât ziyarete gelmişti. Ben son anında geldim. Tatsız bir vaziyet vardı. O anda an­layamadım. Onun ayrılmasından sonra Hazret-i Üstad, o anda hizmetinde bulunan kardeşlere çok hiddet etti. “Çocuk bunlar, çocuk olmasa tardede­ceğim, bilmiyorlar. Çocuk bunlar!” dedi. Ben de mes’eleden çok endişeli bir halet-i ruhiyeye girmiş­tim. Bu sırada Üstad hazretleri karyolada oturu­yorlardı. Ben ise yerde ve halının üzerindeydim. Birden bana hitaben şöyle dedi:

“Muhammed kardeşim, sen hakem ol! Ben diyo­rum ki Risale-i Nur’un neşir ve medrese tarzı hiz­metlerinin devam ve inkişafı lazım, bunlar ise başka şeyler, başka hizmetler düşüncesinde!” Ben mes’eleyi "başka hizmetler" tabirinden anlamakla beraber, “Üstadım bizim vazifemiz, Risale-i Nur’un neşri ve medreselerin devamıdır.” deyince Üstad yüksek sesle “Tamam!” diye ifadede bulundu. Ve o hiddet hali akşama doğru hayli hafıfledi. Sonra Muhsin Ağabeye sordum. Gelen kardeşin bizim tarz-ı hizmetimizi pasif telakki etmesi ve orada bazı konuşmaların cereyan etmesi, Üstadın hiddet­lenmesine sebep olmuş.” (Son Şahitler-3 sh: 235)

Bir başka hâtırada da, meslek düsturlarının muha­fazası hakkında Hz. Üstad’ın şu ifadeleri naklediliyor: “Kardeşlerim! Abdülkadir-i Geylanî şimdi gelse ve dese ki: “Said, sen bu şimdiki mesleğinden bir parça taviz versen, milyonlar insanlar kitablarını okuyacak. Fakat öyle yapmazsan, hem bunlardan mahrum kaldığın gibi, hapislerde zulümlerle, ezi­yetlerle cefa çekeceksin… Ben derim ki: “Hâyır Üs­tadım, ben bu zulümlere, işkencelere razıyım. Fa­kat mesleğimden en küçük bir taviz vermem.” diye o üstadıma söyliyeceğim.” (Nurs Yolu sh: 51)

Kur’andan ilhamen alınan hizmet hayatının düsturlarını kenara itip yenilikler getirmenin ne kadar hatalı bir hareket olacağı bedihidir.Risale-i Nur’un hizmet hayatının selâmeti ve düs­turlara bağlı kalmanın devamını temin ve elzemiyetini be­yan ve tebliğ etmek için hazırlanan Hizmet Rehberi’nin Mukaddemesinde, Risale-i Nur’daki hizmet düsturlarının de­ğişmezliği hakkında çok dikkat çekici kayıdlarda deniliyor ki:

“Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Haz­retlerinin meslek ve meşrebine dair Kur’andan ders aldığı çok muazzam bazı hakikatları, hizmet-i imaniyede bulunan Nur Şakirdleri için daima taze­lenen bir dersimiz ve her vakit temessük edece­ğimiz değişmez düsturumuz, maddî manevî her türlü engeller karşısında muvafiakiyete, rıza-yı hahîye îsal edici en ehemmiyetli rehberimiz” (sh: 5) kaydında geçen "değişmez düsturumuz" ifadesiyle yapı­lan kat’î tesbit; ve devamında:

“Üstad Bediüzzaman’ın azamî ihlâs, azamî sadakat ve azamî fedakârlık manasını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Tâ ki hizmet-i Nuriyede bulu­nacak Kur’an şakirdleri, kıyamete kadar bu düsturlar müvacehesinde hareket etsinler.Muvaffakiyetin ve rıza-yı İlahîye nailiyetin, ancak bu suretle mümkün olacağına kat’î kanaat getir­sinler.” (sh: 6) beyanı içinde geçen “kıyamete kadar bu düsturlar müvacehesinde hareket etsinler” sarih kaydıyla yapılan tahkim; ve yine devamında:

“Dersimizi hakaik-ı Kur’aniye ve envar-ı imaniye hazinesi olan Risale-i Nur’dan aldığımız gibi, birbirimizle manevî münasebet, alâka, uhuv­vet ve muhabbet düsturlarımızı da hep o Risale-i Nur’dan ders alacağız.

Evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşü­mul hâdiseler hengâmında Kur’an Şakirdleri cüz i ve küllî, ferdî ve içtimaî bütün ders ve ikazlarını Risale-i Nur’la tahsil edeceklerdir.” (sh: 8) diye ar­zedilen tavsiyede zikredilen “düsturlarımızı da hep Risale-i Nur’dan ders alacağız” şeklindeki tasrih; ve mevzumuz olan düsturların değişmezliğini tam sarahata çıkaran yazının sonunda ise:

“Risale-i Nur’daki hakaik, nasılki doğru­dan doğruya feyz-i Kur’andan mülhem hakaik-ı imaniyedir; zaman ve zemine göre değişmez ebedî hakikatlardır. O kudsî hakaikın ders ve taliminde, neşir ve ilânatında da hizmete taalluk eden irşad, ikaz, teşvik ve tergibi tazammun eden şu gelecek mes’eleler de herhalde değişmez dersler ve esa­sattır ki, Nur Talebeleri hayatın ve hizmetin muh­telif saha ve safhalannda onlardan istifade ederler, müşkilatlarını giderirler.” (sh: 9) tavsiyesinin içinde geçen “değişmez dersler ve esasatlar” diyerek gösterilen kat’î hüküm hiç bir te’vile mecal bırakmamıştır.

Zaman ve zemine göre ve bazı hâdise-i cüz’iye sebebiyle Hz. Üstad tarafından yazılan bir kısım mektub­larda gösterilen düsturlar, kaide-i külliye ile umum zaman ve mekanlarda muvafık bir mahiyete sahib oldukları da şöyle ifade ediliyor:

“Risale-i Nur müellifi muazzez Üstadımız, uzun yıllar boyunca hizmet-i Nuriyenin ınuhtelif safhalarında talebeleriyle birlikte maruz bırakıl­dığı çeşitli hallerde, zaman ve zemine münasib ve o hallere muvafık ders ve ikaz ve irşad­larda bulunmuştur.” (sh: 8)

Mezkûr yazıda ifade edilen ve Hz. Üstad’a has olan zaman ve zemine göre yazılan ve yazdırılan ve ortaya konulan düsturların, Hz. Üstad’dan sonra da değişen şart­lara göre başkalarının da yeni hizmet düsturlarını vaz’ edebilecekleri manasında anlaşılamaz. Zira böyle bir hare­ket, Risale-i Nur hizmet düsturlarının değişmezliği hakkında mezkûr kat’î hüküm ve beyanlarla tezad teşkil eder. Hem yukarıda da ifade edildiği gibi o mektublar ve düsturlar, Ri­sale-i Nur hizmetinin umum zamanlara bakan değişmez esaslarıdır. Emirdağ Lâhikasında bu hakikat şöyle beyan edilmiştir:

“Evet Risale-i Nur’un te’lifı, zuhuru ve neşri ile beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’aniyenin taliminde ve ifasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vâki olacak binler ahval ve hücuma maruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlâsla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’aniyenin inkişafında sühulete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir.

Hem bu lâhikaların bir kısmı ihtiyaca bi­naen yazılmış ve yazdırılmış ihtarlar olması ve aynı ihtiyacın herzaman tekerrürü melhuz bulun­duğundan, daima müracaat olunacak hikmetleri ve düsturları muhtevidir. Nitekim yüzer vâkıalar, hâdiseler ve mes’elelerde bu ihtiyaç kendini gös­termiştir.” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 6)

Yine aynı mevzuda, yani Risale-i Nur’un ve düstur­larının gelecek asırlara da şamil olduğu ve değişen beşeri hayat seyrinde ortaya çıkan ihtiyaçlara karşı yetersiz ve noksan olmadığı şu ifadelerden de anlaşılıyor:“Lillahilhamd Risalet-in Nur bu asrı belki gelen istikbali tenvir edebilir bir mu’cize-i Kur’aniye olduğunu çok tecrübeler ve vakıalar ile körlere de göstermiş; ona ait medh ü senanız tam yerindedir.” (Kastamonu Lâhikası sh: 6)

Diğer bir mektubda Risale-i Nur’un talimatı daire­sinde yapılan hizmet-i imaniyenin ebedî, daimî ve sabit yani değişmez olduğu şöyle ifade edilmiştir:“Madem bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye bir kudsî vazifedir; hem kemmi­yet, keyfıyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem mu­vakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, da­imî, sabit hizmet-i imaniyeye nisbeten ehemmi­yetsizdir, mikyas olmaz…Risale-i Nur’un talimatı dairesinde bize bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz.” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 73)

NETİCE

Baştan buraya kadar, Risale-i Nur Külliyatı’nın muhtelif yerlerinde serpilmiş bulunan üç vazifeye ait bahis­leri, mütemmim cüzleri ile beraber mütalaa ettiğimiz zaman ortaya çıkan gerçek şudur ki:

Mezkûr üç vazife, bir şahıs veya bir cemaatte olamaya­cağı gibi, hareket ve hizmet proğramları da, ikinci ve üçüncü vazifelerin mütehassıs heyetleri tarafından yapıla­caktır. Risale-i Nur’da “daireyi genişletir” gibi ifadelerle "gelecek zât" diye tavsif edilen devredeki vazife, ittihad-ı İslâmın teşekkü­lüne vesile olmak ve onu temsil etmek ve Risale-i Nur’u resmî olarak ve neşir vasıtaları ile tebliğ ve tedris etmek gibi hizmetlerdir.

Yine Risale-i Nur’da sarih beyanlarda görüyoruz ki: Nur’un haslar dairesi, kendi sahasında neşr-i envara devam ederek; siyasi, içtimaî sahalardan uzak kalacaktır.

BEKÇİ MUHAFIZLIK

Vazifeler tefrik edilip taksim-ül a’mal yapılmazsa, grup­laşmalar ve ihtilaflardan kurtulmak da kolay olmayacaktır. Binaenaleyh Risale-i Nur’da matlub olan manevi hizmet disiplininin korunması, muhakkak ki muhafızlarını gerektirir. Bunun içindir ki, Risale-i Nur’da ve hizmet prensiplerinde indî tasarruflara karşı, hakaik ve prensiplerin koruyucu te­minatını ve muhafızlarını da Bediüzzaman Hazretleri muh­telif beyanlarında göstermiştir. Ezcümle:

“Aziz, sıddık kardeşlerim!Bayram tebrikiyle beraber herbirinizi derece­sine göre birer Said ve birer vârisim ve benim yerimde Nurların birer bekçi muhafızı olarak, manevî bir hatıraya binaen kabul ettiğimi haber verdiğim gibi şimdi de size beyan ediyorum. Ma­dem haddimden çok ziyade hüsn-ü zannınızla bana ulûm-u imaniye ve hizmet-i Kur’aniyede bir üstad­lık vermişsiniz. Ben de herbirinize derecesine nis­beten eski zaman üstadlarının icazet almaya lâyık olan talebelerine icazet-i ilmiyeyi verdikleri misillü icazet veriyorum. Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum. İnşâallah şimdiye kadar sadakat ve ihlas dairesinde, fevkalâde neşr-i envar ettiğiniz gibi daha parlak devam edip bu âciz, zaif, mütekaid Said bedeline binler muk­tedir, kuvvetli vazifeperver Said’ler olursunuz.” (Emirdağ Lâhikası-II sh: 6)

“Size hayatımda vefattan sonra elinize ge­çecek manevî malımı ve hukukumu size vermeğe ve مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا sırrına binaen, ölümden evvel sizi bilfıil vâris yapmağa dair bir Nur şa­kirdi sordu ki: "Hikmet nedir? Sizi daha çok zaman aramızda görmek istiyoruz. İnşâallah öyle kala­caksınız.

"Ben de dedim ki: Eğer vefattan sonra bu hakiki ve hakikatlı vârislerin eline bu malım geçse, dünya malı gibi bir derece taksim olur; derecesine göre herbirisi maldan bir kısmına hakiki mâlik olur, umumuna mâlik olamaz. Fakat ölümden ev­vel vârislere verilse; emval-i uhrevî gibi herbirisi umum o mala, o nur lâmbasına derecesine göre mâlik sayılır; herbirisi küçük birer Said olur; bir nöbetçi yerine, binler nöbetçiler olur. Said’in ir­siyette yalnız binden bir hisse sahibi bir Nurcu ol­maz, belki tam bir genç Said olur.” (Emirdağ Lâhi­kası-I sh: 216)

“Hem bir derece bekçilik yapan bir şah­siyetin yatmasıyla, o daire-i nuraniyedeki bütün ehl-i gayret müteyakkız davranır. Bir nöbetdar ye­rine, binler bekçi çıkar. Elbette ölüm gelse, baş üstüne geldin demek gerektir.” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 200)

“Aziz sıddık kardeşlerim,Bayramınızı tebrik ve hizmetinizi takdir ve mu­vaffakıyetinize dua ederek Hâlik-ı Rahîm’e hadsiz şükür ederim ki; sizler gibi sebatkâr ve fedakâr kardeşleri Risalet-in Nur’a sahib ve nâşir yapmış. Ben, sizleri düşündükçe, ruhum inşirah ve kalbim ferahlarla dolar. Daha dünyadan gitmek benim için medar-ı teessüf olamaz. Sizler kaldıkça ben yaşıyorum diye mevte dostane bakıyorum; ecelimi telâşsız bekliyorum. Allah sizden ebeden razı olsun. Âmin, âmin, âmin.” (Kastamonu Lâhikası sh: 21)

“Risale-i Nur’un hıfz ve neşrine ve saha­bet ve himayetine çalışmak için hayat isterdim. Fakat hadsiz şükür olsun ki, bir biçare ihtiyar Said yerinde çok genç Said’ler o vazifeyi yapıyorlar. Hususan Hüsrev’ler, Feyzi’ler, Ahmed’ler, Meh­med’ler, biraderzadem gibi çok Abdurrahmanlar ve hakeza… Hâfız Ali’yi kabrinde mesrur, müferrah ettikleri gibi, inşâallah kabrimde ‘de öyle mesrur edecekler.” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 110)

“Hem bu aynı hengâmlarda, en ziyade ha­yat-ı dünyeviyedeki vazifemi düşünüp vefatımdan sonra şakirdler bu dehşetli zamanda benim bedelime de o vazifeyi yapacaklar mı diye çok merak ederken; birden Denizli, Milas, Isparta, İnebolu, ümidimin yüz derece fevkınde ve öyle bir sahabetkârane ve iltizamperverane o vazifeye koşup başkaları da ve muallim ve âlimleri koştur­dular ki, beni hayret hayret içinde bıraktılar.” (Emirdağ Lâhikası-I sh: 141)

“Hem unutulmayan, her vakit yanımda bu­lunan kardeşlerim, Risale-i Nur’a sizin gibi pek ciddi sahib ve muhafız ve varis ve hakikatbîn ve kıymetşinas zâtların benim yerimde benden daha kuvvetli, ihlaslı olarak vazife-i Kur’aniye ve imaniyede çalıştıklarını gördüğümden, kemal-i fe­rah ve sürur ve itmi’nan ve istirahat-ı kalb ile ece­limi ve mevtimi ve kabrimi karşılıyorum, bekliyo­rum.” (Kastamonu Lâhikası sh: 5)

“Sizi te’min ederim ki; şimdi ecel gelse, öl­sem, kemal-i rahat-ı kalble karşılayacağım. Çünki içinizde kuvvetli, metin, genç çok Saidler bulun­duğuna ve bu bîçare, ihtiyar, hasta, zaif Saidden çok ziyade Risale-i Nur’a sahib ve vâris ve hâmi olacaklarına kanaatım geliyor.” (Şualar sh: 310) gibi daha da tesbit edilebilir ifade ve beyanlarla, Nur’un haslar dairesi tabir edilen muhafız ve bekçileri vardır. Gerçi Nur’un muhafızlığında umum Nurcular mükelleftir. Fakat medrese ehli ve hayatının gayesinin Risale-i Nurlarla hizmet olduğuna inananlar bi­rinci derecede mükelleftirler. Evet Risale-i Nur’da talebeliğin vasıfları beyan edilirken aranan hassa ve şart şöyle ifade edilir:

“Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Söz­ler’i kendi malı ve te’lifı gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.” (Mektubat sh: 344)

Aynı şekilde Risale-i Nur şakirdlerinin ve hasların şahs-ı manevîlerinin vazifelerini de şöyle açıklar:

“Aziz, sıddık kardeşlerim!Şimdi namazda bir hâtıra kalbe geldi ki; kar­deşlerin ziyade hüsn-ü zanlarına binaen, senden maddî ve manevi ders ve yardım ve himmet bekli­yorlar. Sen nasıl dünya işlerinde hasları tevkil et­tin, erkânların meşveretlerine bıraktın ve isabet ettin. Aynen öyle de; uhrevî ve Kur’anî ve imanî ve ilmî işlerinde dahi Risale-i Nur’u ve şakirdlerinin şahs-ı manevîlerini tevkil ile o halis, muhlis hasların şahs-ı manevîleri senden çok mükem­mel o vazifeni kendi vazifeleriyle beraber yapar­lar.” (Şualar sh: 492)

Risale-i Nur’un vehbî olan hakaik ve düsturları gibi, ifade tarzında bile tasarruftan kendini men’ eden Hz. Üstad­’ın talebesine düşen, Risale-i Nur’un ve hizmet düsturlarının muhafazasında tam sadakat ve teslimiyettir.

Kontrol et

Bu Vatan için en büyük tehlikelerden biri… HALK PARTİSİ İKTİDARI

Bu vatan için en büyük tehlikenin birincisi; HALK PARTİSİNİN İKTİDARA GELMESİDİR 1927 yılında toplanan Türk …